otuz

1.2K 138 11
                                    

gürültüyle yerinden kalkıp ardında devrilmiş bir sandalye bırakan changbin tüm masayı sessizliğe boğduğunda chris'e gülmeyi çoktan kesmiştim.

"hava almaya çıkıyorum." kimsenin bir şey demesine fırsat vermeden çıkıp gitti. kalbimin her hareketinde kırılıyor olması sinirlerimi bozuyordu. onu umursamayı kesmekle arkasından gitmek arasında karasızca sallanıyordum.

"bunun derdi ne?" diyen minho gülmeye çalıştı fakat jisung'un bakışlarını gördüğünde ifadesi birden bozuldu. herkes fazlasıyla gergindi. o sıra chris kulağıma doğru "git yakala ve artık konuşun." diye mırıldandı. bir şey demedim. karasızca yerimden kalktığımda ise seungmin'e kısa bir bakış attım. o da kararsız görünüyordu fakat belli belirsiz kafasını salladı. "chris hyungı biz bırakırız." dedi ardından. hayatım boyunca böyle bir ikilemde kaldığımı hiç hatırlamıyordum.

chris "daha sonra sana yazarım." dediğinde ise telefonumu cebime sıkıştırıp changbin'in peşinden daireden dışarı attım kendimi. çıkışa koşturuyorken montumu almayı unuttuğumu fark ettim fakat geri dönmek gibi bir niyetim yoktu.

telefonlarımı açmıyor, mesajlarıma bakmıyordu bile. kafası bu kadar gidikken başına bir şey gelecek olma düşüncesi beni inanılmaz geriyordu. onu bulmak yaklaşık on dakikamı aldı. sokağın sonundaki parkta banklardan birine montuna gömülmüş öylece oturuyordu.

"seni bazen öldürmek istiyorum." diyerek yanına çöktüm. üşümek bir yana endişeden ter basmıştı her yerimi. soluklarımı düzene sokmaya çalışıyorken "neden geldin ki?" diye tersledi beni.

"aramızdaki bu durumdan kurtulmak istiyorum." dedim kısaca. onunla gerçekleşmekte olan en ciddi konuşmamızdı fakat kafası güzeldi. iç çekip geriye yaslandım. o sıra kafasını çevirip suratıma baktı ve "benden kurtulmak mı istiyorsun?" dedi. sesine hakim olan alay sinir bozucuydu. gözlerimi devirmemek için büyük bir çaba sarf ediyorken "sen öyle istiyor gibisin." diye mırıldandım. omuz silkti. neden berbat bir tavır takındığıyla ilgili gram fikrim yoktu. rol değiştirmiş gibiydik ama ben ona asla böyle davranmamıştım. zaten bir onaydı bu istisnam.

daha sonra çenesi açıldı. ilk seferde olduğu gibi hayatından ve yaşadıklarından bahsetmeye daldı. bu sefer ilgili tavrımı açık etmekten sakınmıyordum fakat bu pek umurunda değildi.

ne kadar süredir bu bankta oturduğumuzu da bilmiyordum. ellerim çoktan uyuşmuş, dizlerim titremeye başlamışlardı.

"... beni umursamadıklarını anladığımda tamamen kapattım kendimi." takılan diliyle lafını bitirdiğinde derince iç çekti. sessiz kalışım onu rahatsız ettiğinden olsa gerek yerinde kıpırdanıp tekrar ağzını araladığında "sevilmediğini nereden çıkardın?" diye sordum alakasız bir şekilde. bu konu anlattığı şeylerin en başında kalmıştı fakat o an zaten kafası yerinde değildi.

"sevildiğimi düşündüğümde kalbim kırıldı. her seferinde oldu. artık düşünmemeye çalışıyorum ben de."

aldığım nefes ciğerlerime ulaşamadan tükeniyor ve oksijensiz kalıyordum. "changbin..." diye mırıldandım. konuşmak bu kadar zor olmamalıydı. bu hale gelmemeliydim ama olmuştu işte. "beni tanıdığını düşünüyor musun?" çünkü ben öyle düşünmüyordum. umurunda değil gibiydim ama öyleyse bile tüm bu kıskançlıklar neydi chris'e karşı sergilediği?

gülüp "vegansın." dedi. "daha önce senin gibi biriyle tanışmamıştım. kore'de hayvanlardan kaçınmak büyük uğraş istiyor. geldiğin yerde daha rahattın muhtemelen. sahi, şu sarışın çocuk da senin gibiydi değil mi? diğerlerinin dediği gibi, siz çok uyumlusunuz. benimle pek uymazdın. aslında hayvanları yemeyi bırakabilirim..." göz pınarlarıma biriken yaşlar düşmesinler diye iyice araladım onları. "changbin." dedim yine. beni hiç duymuyormuş gibi suratıma bakıp "gerçekten," diye mırıldandı. "zaten vicdanım pek rahat değil. senden sonra çoğu şeyim rahat değil ama önemli de değil." alkolün etkisiyle kızarmış suratı kocaman bir gülümsemeyle aydınlandığında benden pek de farklı olmadığını gördüm. biriken yaşları özgür bırakmıştı sadece.

"bu kadar korkuyor musun cidden?" cevap vermek yerine omuz silkti. ellerinin tersiyle gözlerini kurulamaya çalışıyorken onu durdurdum. "korkuyor musun?" diye yineledim. gözlerimin içine bakıyordu. kocaman olmuş gözbebeklerinin beni caydırmasına izin vermeden arayı kapatıp dudaklarına dokundum. küçücük bir işaret verse onu öpecektim fakat öylece kaldı. ben de geri çekildim sızlayan dudaklarımla.

"üzgünüm," bu ben değildim. "seni eve bırakayım."

"bizimkileri arayabilirim..." omzuna dokunduğumda bedeninin titrediğini fark ettim, bundan rahatsız olmuş gibi kolunu çekti. bakışlarını kaçırıyordu.

tek istediğim eve gidip yorganın altına kıvrılmaktı. kendimi sıkmayı bıraktığımda ağlamayı da umursamazdım.

o sıra ikimiz de sessiz kaldık. uzaktan gelen ikiliyi seçtiğimde ise rahatlamıştım. bu geceki utanç verici anı tamamen hafızamdan silmek istiyordum. onunla konuşamamıştım bile. bu kadar mı istemiyordu yaklaşmamı? öyleyse son verebilirdim. karakterime ters düştüğüm yeterdi zaten. monoton yaşantım beni güzelce kucaklayacaktı.

"hey!" seungmin suratımı gördüğünde gülmeyi kesti. hyunjin'e bir şeyler fısıldadığında öfkeyle changbin'e bakıyorlardı.

"onu eve götürseniz iyi olur. tek döneceğim." itiraz etmelerine izin vermeden uyuşmuş ellerimi cebime soktum ve arkamı dönüp yürümeye başladım. sızlayan burnumu çektiğimde ise yanaklarım yanıyordu. suratımı yalayan rüzgar dondurucuyken gözyaşlarım neden bu kadar yakıyordu cidden?

streetlight • skzOpowieści tętniące życiem. Odkryj je teraz