38, had very little

Start from the beginning
                                    

Söylediklerim ona dokunmuş gibi gözleri doldu. "Yaşadığın hayatı tahmin bile edemiyorum fakat hâlâ gülüyorsun, eğlenebiliyorsun ve yaşıyorsun Lalisa. Her şeye rağmen yaşıyorsun. Her zorluğa rağmen."

Dizlerinin üzerinde kalabilmek adına doğruldu ve sıska kollarını vücuduma doladı. "İyi ki varsın, Rosie. İyi ki varsın..."

"Sen de iyi ki varsın, Lalisa Manoban." Saçlarının üzerine şefkat dolu bir öpücük kondurdum. Birkaç dakika sonra bedenlerimiz ayrıldığında gözlerinden akan birkaç damla göz yaşını gördüm. "Çok duygusalım, biliyorsun..." dediğinde güldüm. "Benim de senden aşağı kalan bir yanım yok."

Gülümsediğinde aklına bir şey gelmiş gibi arkasını döndü ve göl kenarındaki Jungkook'u göstererek "Yanına gitsen iyi olur çünkü biliyorsun o... Çok şey kaybetti." dedi. Kafamla onu onayladım ve oturduğum yerden doğrularak Jungkook'un yanına ilerledim. Yanına vardığımda yaptığım ilk iş arkasına geçmek ve ona doğru yaklaşarak sırtına başımı yaslayıp kollarımı etrafına sarmak oldu.

"Kook?" diye mırıldandığımda "Hımm?" dedi.

"İyi misin?"

"İyiyim." İyi değildi.

"Sen nasılsın?"

"İyiyim." İyi değildim.

"Birbirimize ne kadar çok yalan söylüyoruz," dedi alayla. Sırtına yasladığım kafamı merakla kaldırdığımda "Hayatımız sadece göğsümüzde atan o organa bağlı ve biz yaşamanın kıymetini bile bilmeden birbirimize yalan söylüyoruz. Utanmadan." Duraksadı. Soluk soluğa kalmış gibiydi sesi. Omzunun arkasından bana baktı ve "O şatoda kalan Taehyung değil de ben de olabilirdim, Roséanne. O lanet zehir benim damarlarımda devinip duruyor olabilirdi, nefesim bu dünyayı terk etmiş ve ruhum cehennemde acılar içinde kıvranıyor olabilirdi. O zaman yalanlarım ve ben bu dünyayı terk etmiş olacaktık. Geride yalanların üzerine kurulmuş bir aşk bırakarak."

"Jungkook," Kaşlarımı çattım. "Ne diyorsun, anlamıyorum?"

"Sen hakkında hiçbir şey bilmediğimi söylüyorsun," dedi. "Ben seni sen anlattığın kadar biliyorum fakat sen beni anlatılanların gerisinde bile bilemezsin, Roséanne. Ruhum cehennemden azat edilmiş olabilir fakat şeytanlar hâlâ benimle birlikte. Burada."

Bacağımı geriye doğru çektim ve arkasından çıkıp yanına oturdum. Bakışlarım onun kusursuz yan profilinde gezinirken "Çok karışık." dedim. "Kafamda oturtamıyorum."

"Bilmemenin daha iyi olduğunu düşünüyordum fakat hayır, bilmen gerekiyor. En azından benim hakkımda bunu bilmen gerekiyor. Senden daha fazla bu gerçeği saklayamam." Jungkook ne biliyordu? Eğer söyleyecekleri beni sahip olduğum acı karşısında daha fazla aciz duruma getirecekse bilmek istemiyordum. Ama bilmeliydim. Onlar dizlerinin üzerine çökmüş benden af dilerken ne için olduğunu bilmek istiyordum. Bizden ne istemişlerdi?

"Daha fazlasını kaldırabileceğimi zannetmiyorum." dedim gözlerimi turuncu ışıkların taçlandırdığı gölde gezdirirken. "En azından bir süreliğine." Jungkook kafasını salladı. "Haklısın," dedi. "Çok yoruldun." Yutkundum ve kafamla onu onayladım. Daha fazla konuşmak istemiyordum. Gölgesine sığındığım yalanların kırbacına henüz hazır değildim.

Ellerini çimenlere bastırdı ve bedenini yerden kaldırdıktan sonra elini benim de kalkmam için uzattı. "Çok geç olmadan köye varmalıyız." Lalisa'ya seslendiğimizdeki kenardaki beze sarılmış ekmek parçalarını ve su şişelerini aldı ve elindeki bezden torbaya koydu. Çok geç olmadan yeniden yola koyulmaya başladığımızda sabah saatleri olduğundan etraf aydınlıktı. Etrafımı incelerken geçtiğimiz ormandaki ağaçları ve böcekleri inceledim. Nerede olduğumuzu bile bilmiyordum fakat her şey çok güzeldi. Aklımı dağıtıyorlardı.

a queen and her tearsWhere stories live. Discover now