Çatının beton taşlarına elimi yasladığımda gözlerimi kapadım ve Vioana'nın o temiz havasını içime çektim. Rüyalarıma bile sızacak kadar özlemiştim bu şehri... O kadar özlemiştim ki yazdığım mektup özlemim karşısında utanırdı, mürekkebim acıyla kırılır ve kalbimdeki mezar taşları sızlardı.

Ben, huzurla soluduğum havanın özlemiyle yanıp tutuşurken çatının merdivenlerinden gelen ayak sesleriyle duraksadım. Arkamı döndüğümde endişeyle bana bakan Alarick ile karşılaştım. "Rosie!" diye bağırdı. "Neden gitmedin, neden geri geldin?!"

Ben onun bu endişesine karşı şaşırdığımda yanıma geldi ve kollarıma asılarak sarstı beni. "Her şeyimi aldılar şimdi de seni almalarını mı istiyorsun?!" Kaşlarımı çattım. Şimdi huzurla soluduğum havadan tuhaf kokular yayılıyordu fakat ne olduğunu anlayamamıştım.

"Alarick..." diye mırıldandım. "B-ben ne demek istediğini anlayamıyorum..." Beni duymadı bile kollarımı sarsmaya devam etti. Ne yapıyordu? Beni böyle sarsmaya devam ederse bebeğimin canı yanacaktı. "Alarick, dur!" diye bağırdığım sırada bakışlarım karnıma indi. Evet, her zaman varlığına sığındığım şişlik oradaydı fakat kırık beyaz geceliğimdeki o kan lekeleri de kime aitti?

Şokla sarsıldığımda Alarick durmadı. Sanki beni duymuyor gibiydi, ellerimden tuttu ve beni çatının merdivenlerine sürükledi. "Zamanımız yok, gitmemiz gerekiyor!" diye bağırdığında başımı son kez arkaya çevirdim ve bir az önce cılız ışıklarla aydınlatılan şehrin şimdi ateşler içinde tutuştuğunu gördüm.

Merdivenleri ne zaman indiğimizi hatırlamıyorum bile... Son hatırladığım Alarick'in puslu görüntüsü ve "Onlar gelmeden gitmen gerekiyor!" diye bağırışı oldu.

İrkilerek yattığım yerden doğrulmaya çalıştığımda başarılı olamadım. Sadece biraz kafamı kaldırabilmiştim fakat artık tamamıyla hareketlerimi sınırlandıran karnım fazlasına izin vermiyordu. Yaklaşık yedi buçuk aylık hamileydim ve ağustos ayının sıcağı beni fazlasıyla zorluyordu. Bu sıcağa rağmen gördüğüm kâbus yüzünden üşüyordum. Alnımdan ter damlaları süzülüyordu fakat üşüyordum...

"Jungkook," diye mırıldandım yanı başımda uykusuna hiçbir şeyden haberi olmadan devam eden kocama. Jungkook, mırıldanmamı duymadı bile. Bana çarpmamak için yatağın en ucunda yatıyordu ve bu kısıtlı alana rağmen oldukça güzel uyuyordu. Benim uykum kaçmıştı fakat o uyumaya devam etmeliydi. Buradaki elçinin yerini alarak köydeki hesaplamalarla uğraşıyordu, vergileri bizzat kendisi topluyordu ve kaç gecedir benim bölük pörçük uykularım yüzünden uyuyamıyordu. Bu sefer madem uyanmamıştı o hâlde uyandırmamalıydım.

Sevimli görüntüsüne karşı irademi var gücümle kullandım ve dirseklerimi yatağa dayayarak zorlukla doğruldum. Bir elimi bir fıçı kadar büyüklüğe sahip olan karnıma koydum, bir diğerini de destek amaçlı yatağa bastırdım. Zorlukla ayağa kalktığımda şöminenin karşısındaki pufta uyuyan Isla, çıkardığım sesleri duyarak anında yerinden doğruldu ve birkaç kez havladı.

Yanıma geldiğinde "Şşşt," diyerek onu uyardım. "Baba uyanacak oğlum sessiz ol."

Isla sanki beni anlamış gibi havlamayı kestiğinde ayağımın altında onu kucağıma almam için dolandı fakat ben artık ayakkabılarımı bile giyemiyordum, onu kucağıma asla alamazdım. Isla'nın ayağımın altında dolaşmasına izin verdim ve odadaki balkona doğru adımladım. Lalisa ile beraber yaklaşık iki ayımızı burada devirmiştik, ben çoğunlukla yatakta yatarak günlerimi geçiriyordum ve o sanki hiç sıkılmıyormuş gibi davranarak yanıma kıvrılıp yatıyor saçlarımı okşuyordu. Sahip olduğum dostluklar şu hayatta verdiğim en doğru kararlardı. Sarayda olup bitenleri de Jisoo ile mektuplaşarak öğreniyor ya da birkaç haftada bir saraya giden Lalisa sayesinde ediniyordum.

a queen and her tearsWhere stories live. Discover now