''Kesinlikle harika bir yer. Yapıların hepsini süsleyen zenginlik inanılmaz.''

''Nil'in armağanı.'' Ra onun gibi önündeki güzelliği seyrederken, şehrin görüntüsünden duyduğu bariz gururla sırıttı. ''Nehrin kumla birleştiği yerde birçok değerli mineral ve taş mevcut. Halkım Nûn'un varoluşundan beri bütün bunları işleyerek şu anda gördüğün yapıtları meydana getirdi.''

''Oldukça yetenekli insanlar.''

Başını usulca çevirerek Ra'ya baktı. Altın renkli gözleri oradan oraya koşuşturan insanların üstündeydi. Gözlerinde hâkim olan yoğun bir duygu vardı, baktıkça Bella'nın kalbini sızı ve ısıyla dolduruyordu.

''Onları seviyorsun.'' dedi yumuşak bir sesle. İfadesindeki sertliği kıran şefkatin başka türlü bir açıklaması olamazdı. Ancak çevrelerindeki insanlar tanrının bakışlarından bihaber duruyordu, hatta korkup önlerinden çekildiklerini söylese yeriydi. Bella bu bakışları daha öncede görmüştü. Restoranda yemek yerken insanlar Ra'ya korkuya bakmıştı, sanki aniden korkunç bir yıkım başlatacakmış gibi.

Ona saygı duyduklardan hiç şüphesi yoktu fakat korku, saygıdan daha üstteydi. Bastırıyordu. Bella neden Ra'dan bu kadar korkulduğunu anlayamadı. Sert bir adamdı, ara ara düşüncelerini anlayamadığı için kaba davrandığı oluyordu ama böylesi bir korkuyu aşılayacak kadar acımasız ya da sert davrandığını görmemişti.

''Evet.'' Ra sorusunu cevaplayarak başını ona çevirdiğinde, Bella onu kemiren merakla sorusunu nasıl dillendirebileceğini düşündü. Bunu daha öncede sormuştu ve Ra'ın o zaman verdiği cevap, merakını tatmin etmek için yeterli sayılmazdı. ''Neden benden korktuklarını hala merak ediyorsun.''

Aklından geçenleri nokta atışı yapara bilmesine karşın Bella bocaladı.

''Aklımdan geçenleri mi dinliyorsun?''

''Hayır, bana bir şey sormak istediğin yüzünden belli.''

''Ah,'' Bella bakışlarını kaçırdığında Ra'dan bir kahkaha yükseldi. ''O kadar bariz baktığımı bilmiyordum.''

''Bu taraftan.'' Birlikte taşlık bir yokuşu tırmanarak, palmiye ağaçlarından oluşan bir meydana geldiklerinde Ra gölgede kalan banklardan birine oturması için işaret etti. Meydanın tam ortasında, krem rengi taşlardan oluşan kocaman bir süs havuzu vardı ve kabartmalı desenlerle süslenmişti. Etrafta koşuşturan çocukların sesi ağaçlardan yükselen kuş seslerine karışıyor, fazlasıyla samimi ve insanı sıcacık duygular yaşatan bir atmosfer yaratıyordu.

Bella insanların gündelik rutinlerini yapmasını izlerken, Ra oturdukları bankı iri bedeniyle kaplayarak gergin bir soluk verdi.

''Bundan 1000 yıl önce, Nûn'da büyük bir iç savaş meydana geldi. Savaş, benimle Apep arasındaydı.'' Ra oturduğu yerde rahat olamıyormuş gibi arkasında yaslanmayı bıraktı. Hafifçe öne doğru eğilip dirseklerini dizlerine yaslayıp ellerini kenetledi. ''Apep Seth'den de beterdir. Acımasız ve gaddardır, filmlerde gördüğün kötülere benzemez. Mısır panteonu var olduğundan beri Apep başa geçmek için türlü oyunu oynadı ama bu... Bu en kötüsüydü.''

''Tam olarak ne oldu?''

''Yıkım.'' Ra'ın çenesinde bir kas seğirdi. ''Onu durdurmayı başardığımda Nûn'un yarısı arbedenin içinde harap oldu ve çoğu insan o gün hayatını kaybettiğinden, nüfus neredeyse bir gün içinde yarıya indi. Burada gördüğün güzellikler, 1000 yıl önce yoktu. Yerinde moloz yığınları, toz ve toprak vardı. Tam bir cehennemdi.''

Bella yaptığından emin olamasa da, ürkek bir dokunuşla tanrının sıkılı yumruklarından birine uzandı. Parmakları sıcak, sert dokunun üstüne değerken Ra'ın bakışları ona çevrildi. Güneş kadar parlak amber rengi gözleri içine işledi ve onu akkor bir sıcaklığa, tarifi imkânsız bir ısıya boğdu. İnsanların duyamayacağı kadar kısık bir sesle sordu.

Mısır'ın GözüWhere stories live. Discover now