Part Lies, Part Heart, Part Truth

480 33 34
                                    


V.

Hermione o gün boyunca çok az konuştu, o da sadece kendisine bir soru yöneldiğinde. Ron'un bakışları bütün ziyaret boyunca üzerindeydi ve eve kadar üzerinde olmaya devam etti. Arada Molly'e attığı bakış hariç kimse konunun üzerinde durmadı. Harry'nin ve George'un yanında Hermione'nin sessizliği hiç sayılırdı. Eve geldiklerinde yarım ay her zamanki gibi gökyüzünde yükselmiş, insanoğlunun yıldızlar olarak adlandırdığı küçük parlak noktalara eşlik ediyordu. Ron kapıyı açtı ve içeri girdi, arkasından kendi düşünceleriyle meşgul Hermione geliyordu. Kapanan kapıya elini koydu ve Ron'un arkasından eve daldı. Ron o sırada paltosunu askıya asmakla meşguldü.

"Annemin yemeklerini uzun süredir yememiştim."

Hermione Ron'a bakmadı, sadece kırmızı renkli beresini başından çıkarıp basılmış saçlarını havalandırdı. Gözleri etraftaki objeleri görüyordu ama bakışlarında hiçbirini umursamadığını gösteren boş bir ifade vardı. Boynuna doladığı kaşkolunu gevşetirken derin bir nefes çekti içine, dar bir ortamda mahsur kalan klostrofobi hastası gibi gözüküyordu. Ron onu görmedi, yüzü mutfağa dönüktü.

"George da daha iyi görünüyordu sanki."

Hermione eliyle yüzünü yelledi, yanakları yeniden kızarmaya başlamıştı ve havasız hissediyordu.

"Dalga mı geçiyorsun? Durumu Harry'den beter." Diye mırıldandı ama bunu daha çok kendi kendine söylemiş gibiydi.

Ron göz göze geldiklerinde kaşlarını kaldırıp dudağını büktü.

"İnan bana yukarıda dediğim doğruydu, geçen hafta mısır tarlasında koşup Fred'e yetişmesi gerektiğini söylüyordu. Annem bütün gece ağladı."

Ron mutfağa girerken Hermione de kapının hemen yanındaki salona daldı. Salonlarını hiçbir zaman sevememişti, aynı odası gibi açık renkli ve ruhsuzdu. Daha doğrusu boş geliyordu gözüne. Eksik bir şeyler varmış gibi hissetmekten alamıyordu kendini. Gün içinde hep yalnızdı ve durmadan aynı yerleri görmek ruhunu sıkıyordu. Arada, salona bakmaktan tiksinene kadar salonda oturur, canı yeterince sıkıldığında da en yakındaki parka giderdi. Park eve göre daha renkliydi evet ama mutlu insanlarla doluydu ve Hermione onlardan nefret ediyordu. Kendi mutsuzluğu sebebiyle etraftaki insanlarda gördüğü tüm mutluluk emarelerinden tiksinir hale gelmişti. Kahkaha atan bebekler, neşeli çocuk sesleri, gülümseyen insanlar, el ele tutuşan sevgililer... Asasını çıkarıp hepsine lanetler fırlatası geliyordu. Öyle zamanlarda kendine işkence etmek istercesine bir banka kurulur ve izlerdi. Kendisini gerçekten güldürecek, mutlu edecek bir şey bulma umuduyla kuyruk sallayan köpeklere bakardı. Parkta tek sevdiği şey kuşlara yem atan yaşlı mugglelar oluyordu. Bazen yanlarına oturur onlar kendisiyle konuşana kadar kuşları izlerdi. Bu cümle bazen yarım saatte bazen bir saatte dökülüyordu o kurumuş, ince dudaklardan, ama eninde sonunda konuşuyorlardı. O kadar bıkmışlardı ki hayattan. Fakir değillerdi, aileleri vardı, genellikle torun sahibi mutlu ailelerin bireyleriydiler ama mutsuzlardı. Hermione onları anlayabiliyordu işte. Bütün güzel şartların içinde mutsuz olmayı. Ama onlar, o pardösülü yaşlı adamlar ve kadınlar, Hermione'den çok daha umutsuzdular. Her sonbaharı son sonbaharı sayan bir avuç insandılar ve Hermione onların yanında olmaktan tarifsiz bir zevk duyuyordu. Kimseye açıklayamadığı bir zevk, Ron'a bile. Vicdanını sızlatan bu mutluluk kaynağı aynı zamanda kendini mutlu hissettiriyordu çünkü. Etrafındaki en mutsuz insan değilmiş gibi. O zamanlarda rol yapmayı bırakıyor, sebepsizce ağlıyordu, sırtına inen kırışık bir el onu avutuncaya kadar. Sonra geri dönüyordu. Renksiz, donuk evine. Bu renkler sıcak havada bile üşümesine sebep oluyordu. Ve titreyen şeyin bedeni değil ruhu olduğuna neredeyse emindi.

Hermione ceketini çıkarıp asarken boyanmış, cilalı bir ayakkabı gördü. Biri, kim olduğunu gayet iyi bildiği biri, rahat bir pozisyonda salonda oturuyordu. Yüzünü ve bedeninin üst kısmını göremiyordu, salonun şeklinden kaynaklanan bir sorun yüzünden. Salon düzenlemesi sebebiyle koltuğa oturanlar ona bakan kişi tarafından salona tam olarak girilmedikçe görünmüyordu. Hermione orada oturmayı severdi ve oradan başka yere oturmazdı sırf bu sebepten ötürü. Paltosunu asarken sakin olmaya çalıştı ama verdiği nefes bile cılız çıkmıştı. Siyah palto askıda yerini buldu, eli yumuşak kumaş üzerinde aşağı kaydı. George'un sesini unutamıyordu bir türlü. "Draco Malfoy dört sene önce öldü."
Nasıl, neden diye soramamıştı bile.

Kendini gülümserken yakaladı. Yüzünde hastalıklı bir ifade vardı.

"Artık George'a inanıyorum. Ne güzel."

Yanıldığına emindi. Draco Malfoy üç gün önce tam karşısında dikilmiş, hatta yüzünün dibine kadar yaklaşmıştı. Gayet gerçekçi görünüyordu üstelik. George saçmalıyordu, kesinlikle saçmalıyor olmalıydı. Ona göre Fred yaşıyorsa yaşayan herkes kafasında kolayca ölebilirdi. George son yıllarda her şeye inanabilecek durumdaydı. Onun sözüyle gününü rezil ettiğini düşününce gülercesine iç geçirdi. Draco Malfoy şimdi salonundaydı. Herifin içeri nasıl girdiğini bilmiyordu ama oradaydı ve gerçekti. Mezardan çıkıp gelmediyse de hala yaşıyordu.

"Şimdi de zombilere inanmaya başlıyorum sanırım."

"Ne dedin?"

Hermione telaşla "Yok bir şey." Diye haykırdı mutfağa doğru.

Mutfaktan bir ses geldi, Ron elma yiyor olmalıydı. Mutfaktan elinde yeşil bir elma ile çıktığında Hermione'nin düşünceleri doğrulanmıştı.

"Ben yukarı çıkıyorum. Duş alıp yatacağım."

"Tamam."

Ron yavru köpeklere benziyordu. Yüzünde hüzün olmadığı bir zamanı hatırlamıyordu, kendisinin mutlu göründüğü zamanlar hariç. Ron çıkarken arkasından şefkatle baktı. Tek istediği mutluluğuydu ve Hermione onu bile vermekten acizdi. Sorun Ron'un istediği şeyi çok küçük bir şey gibi görmesiydi belki de. Verebileceğinden daha fazlasını istiyordu ve Hermione bunu kaldıramazdı. Ron'un tüm fiziksel temaslarından kaçma dürtüsüyle doluyken onunla sevgisini ve mutluluğunu paylaşamazdı.

Merdiveni çıkan ayak sesleri sonlandığında hızla ayakkabılarını ve çoraplarını çıkarıp salona girdi. Annesinden gizli gizli içki içen bir çocuk gibi heyecanlı davranmıştı. İşte oradaydı; Draco Malfoy. Siyahlar içerisinde olağan zarafetiyle açık pembe koltuğun üzerine kurulmuştu. Kollarını iki yana açmış, koltuğun tepesine koymuştu. Yüzündeki yumuşak gölgeler hareket ettiğinde yer değiştiriyordu. Hermione ona bakarken dudaklarını sıkıca kapayıp çenesini sıvazladı.

"Biliyor musun, yüzündeki şu aptal kendini beğenmiş gülümseme olmasa salonuma çok yakışırdın."

Draco yüz ifadesine gelen iğnelemeye karşılık istifini bozmadan sırıtmaya devam etti.

"Şu an buraya yakışmamın önündeki engel ne Granger? Tapılası bir yunan heykeline benziyorum."

Hermione gözlerini kısıp başını yana eğerek kafasını salladı.

"Şey, daha çok çirkin bir cüce heykelini andırıyorsun. Şu tıfıl bahçe süsleri var ya hani..."

Draco somurttu, sen ne anlarsın dercesine elini salladı. Hermione içinde büyüyen bir kahkaha dalgası hissediyordu ki Draco Malfoy'un, yani onca senesini ona takma isimler takarak geçirmiş delikanlının, buna sebep olması ironikti. Şeytani bir neşe hissediyordu, parkta ölümü bekleyen yaşlı insanların yanında yeniden oturuyormuş gibi. Tabii bunu Draco'nun görmesine izin vermeyecekti, şımarmaya müsait kişiliği ile yüz yüze gelmek istemezdi. 

Everybody Hurts (2011)Where stories live. Discover now