12

355 16 7
                                    

Bir akşam açık pencerenin kenarına oturmuş, zangoç Lestiboudois'nın şimşirleri budamasını seyrederek dalmıştı; birdenbire Angélus çalındığını duydu.

  Nisan ayı yeni girmiş, çuhaçiçekleri açmaya başlamıştı; ılık bir rüzgâr tarhları okşayarak geçiyor, ağaçlar da sanki birer kadın olmuş, yaz eğlencelerine hazırlık için kendilerine çekidüzen veriyordu. Kameriyenin çubukları arasından ve ondan öte bütün civara bakınca, ırmağın, çayırda akıp otların üzerinde girintili çıkıntılı, başıboş hatlar çizdiği görülüyordu. Akşam buharı kavakların arasından geçiyor, her birini, sanki dallarına takılıvermiş bir bürümcükten daha soluk, daha şeffaf lacivert bir gölgeye bürüyordu. Uzakta inekler yürüyordu, ama ayak sesleri de böğürmeleri de işitilmiyordu; çan da hâlâ durmamış, havalarda huzur içindeki iniltisine devam ediyordu.

  Bu bir durup yine başlayan sesi duyunca, taze kadın çocukluk ve okul zillerinin hatırasına kapıldı. Mihrabın üzerinde çiçek dolu saksılardan, küçük küçük sütunlu kudas sandukasından daha yüksek uzun şamdanlar gözünün önüne geldi. Sıra sıra dizilmiş beyaz duvaklı kızlar, ortasında da dua rahlesine eğilmiş rahibelerin sert, kara başlıkları... Ah! Emma yine onların arasına karışıp kaybolabilseydi... Pazar günleri ayin esnasında başını kaldırınca, buhurun dalga dalga yükselip dönen mavimtırak dumanı içinde Meryem Ana'nın tatlı yüzünü görürdü. İçine bir gariplik çöktü; kendini, kasırgaya kapılmış bir kuştüyü gibi kimsesiz, takatsız hissediyordu; böylece, kendi de pek farkına varmadan, kilisenin yolunu tuttu. Ruhunu eğebileceği, bütün hayatı silip unutturacak herhangi bir ibadete hazırdı.

  Köyün meydanında, kiliseden dönen Lestiboudois'ya rast geldi; zangoç, günün hiçbir saatini kaybetmemek için, başladığı işi bırakıp bir ikincisine seğirtmeyi, sonra yine birincisine dönmeyi tercih ederdi; öyle ki, Angélus'ü, ne zaman işine gelirse o zaman çalardı. Zaten vaktinden önce çalmanın, köyün çocuklarına, din dersinin saatini haber vermek gibi bir faydası da vardı.

  Çocukların birkaçı gelmiş, mezarlığın taşları üzerinde bilye oynuyorlardı. Birkaçı da duvara çıkıp ata biner gibi oturmuş, bacaklarını sallıyor, son kabirlerle duvar arasında yetişmiş iri ısırganları çarıkları ile biçiyorlardı. Mezarlıkta yalnız orada yeşillik vardı; üst tarafı hep taş dolu ve kilisenin süpürgesi bulunmasına rağmen daima ince bir tozla kaplıydı.

  Ayaklarına kalçınlar giymiş çocuklar orada, sanki sırf kendileri için döşenilmiş bir parke üzerinde gibi koşuyor, bağrışmaları da çanın uğultusu arasından duyuluyordu. Ta kulenin tepesinden sarkıp bir ucu yerde sürünen kalın halatın titreşimi hafifledikçe uğultu da kesiliyordu. Kırlangıçlar hafif hafif bağrışarak geçiyor, kanatları ile havayı bıçak gibi kesiyor ve hemen, duvarın kırmızı kiremitli çıkıntısı altındaki sarı yuvalarına giriyorlardı. Kilisenin ta dibinde bir lamba, yani tavana asılmış bir şişe içinde ufacık fitilli bir kandil yanıyordu. Bunun ışığı, uzaktan, yağın üzerinde titreyen beyazımtırak bir lekeye benziyordu. Kilisenin ön tarafını kaplayan uzun bir güneş ışını, aşağı tarafların köşelerini büsbütün karartıyordu.

  Çocuklardan biri, çok geniş bir delik içinde duran turnikeyi sarsıp oynuyordu, Madam Bovary, ona:

  — Papaz nerede? diye sordu.

  Çocuk:

  — Şimdi gelir, dedi.

  Çok geçmedi, papazın evinin kapısının gıcırdadığı duyuldu ve rahip Bournisien gözüktü; çocuklar çil yavrusu gibi kaçıp kiliseye girdiler. Papaz ağzının içinden:

  — Bu yumurcaklar işte hep böyle! diye söylendi.

  Ayağı bir din dersi kitabına çarpmıştı; eğilip kaldırdı ve:

Madam BovaryWhere stories live. Discover now