7.

559 20 12
                                    

Yeni-Zaman işi olan İtalyan tarzındaki şato, çıkıntılı iki kanadı ve üç taş merdiveni ile üzerinde birkaç inek otlayan koca bir çimenliğin eteğinde, öbek öbek uzun ağaç kümeleri arasına yayılmıştı; kumlu, kıvrılan yolun üzerinde de, katmerli zakkum, yabani yasemin ve kartopu fidanları irili ufaklı yeşil kubbeler meydana getiriyordu. Bir köprü altından bir ırmak geçiyordu; hafif meyilli, üstleri korularla kaplı iki küçük tepenin çevrelediği çayıra serpilmiş, saman örtülü binalar, akşam karanlığında hayal meyal seziliyordu; arka tarafta, sık ağaçlıklar arasında, karşı karşıya sıralanmış arabalıklarla ahırlar vardı ki, bunlar yıkılan eski şatodan kalmıştı.

  Charles'ın arabası orta merdivenin önünde durdu, hemen uşaklar çıktı; Marki de geldi, hekimin karısını koluna aldı ve hep birden avluya girdiler.

  Burası mermer döşeli, gayet yüksek bir yerdi; ayak patırtıları, konuşulan sözler orada, bir kilisedeymiş gibi akisler uyandırırdı. Tam karşıda düz bir merdiven vardı; sol tarafta, bahçeye bakan bir koridordan geçilip gidilen bilardo salonunda, fildişi yuvarlakların birbirine çarpıp çıkardığı ses, ta kapıdan duyuluyordu. Emma, salona girmek için o koridordan geçerken masanın etrafında, yüzleri vakarlı, gerdanları yüksek yakalar üstüne oturtulmuş, hepsi de rütbeli nişanlı, istekaları dürterken sessiz sessiz gülümseyen adamlar gördü. Duvarın koyu tahta kaplaması üzerine asılmış yaldızlı büyük çerçevelerin altlarında, siyah harflerle yazılmış isimler vardı. Emma bunlardan birini okudu: "Jean-Antoine d'Andervilliers d'Yverbonville, Vaubyessard Kont'u ve Fresnaya Baronu; 20 Ekim 1587'de Coutras cenginde ölmüştür." Birini daha okudu: "Jean-Antoine-Henry-Guy d'Andervilliers de la Vaubyessard, Fransa amirali ve Saint-Michel şövalye nişanı. 29 Mayıs 1692'de Hougue-Saint-Vaast savaşında yaralanıp 23 Ocak 1693'te Vaubyessard'da ölmüştür." Sonrakiler pek iyi seçilemiyordu; çünkü bilardonun yeşil çuhası üzerine indirilmiş lambaların ışığı, geniş odayı dalga dalga saran gölgeyi giderememişti. Işık, ufki levhaları kaplayan karanlığı biraz hafifletiyor, parçalanıyor, ancak cilanın çatlaklarına değince ince hatlar teşkil edebiliyordu; ve bütün o yaldızlı, siyah çerçevelerdeki resimlerin yalnız açık renk boya vurulmuş kısımları, mesela uçuk bir alın, insana bakan bir çift göz, kırmızı elbiselerin pudra dökülmüş omzu üzerine yayılan perukalar veya etli, yuvarlak bir baldırın yukarısında bir dizbağı tokası görülüyordu.

  Marki kapıyı açtı; hanımlardan biri (konağın hanımefendisi) ayağa kalkıp Emma'yı karşıladı, iki kişilik bir kanepeye yanına oturttu ve sanki çoktan ahbabıymış gibi onunla dostça konuşmaya başladı. Kırk sularında, omuzları güzel, burnu kemerli, ağır ağır, düzenli bir sesle konuşan bir kadındı; o akşam başına sadece bir dantel örtü örtmüş, bunun ucunu çaprazvari arkasına atmıştı. Yanında, uzun arkalıklı bir iskemlede sarışın bir taze oturuyordu; göğüslerine çiçek takmış beyler, şöminenin etrafında hanımlarla konuşuyorlardı.

  Saat yedide yemeğe çağrıldılar. Erkekler avluya kurulan büyük sofraya, onlardan azlık olan kadınlar ise, Marki ve Markiz ile beraber, yemek odasında küçük sofraya oturdular.

  Emma, içeri girince, kendini sıcak bir havanın sardığını hissetti; bu, çiçek, iyi cins çamaşır, et ve kuzumantarı kokularının birbirine karışmasından oluşan bir şeydi. Şamdanlardaki mumlar, gümüş yemiş kâseleri üzerine alevler uzatıyordu; donuk bir buğu kaplamış kesme billur kadehlerin pırıltıları birbirine aksediyordu, sofranın boyunca çiçek demetleri konmuş, geniş kenarlı tabakların içine, piskopos başlığı biçimi konmuş peçetelerin iki katı arasına birer beyzi francala yerleştirilmişti. Istakozların kırmızı kırmızı bacakları tabaklardan dışarı çıkıyor, ajurlu sepetlerde iri iri yemişler kat kat yükseliyordu; bıldırcınların tüyleri üzerindeydi; dumanları tütüyordu; ipek çoraplı, kısa külotlu, beyaz boyunbağı, gömleği işlemeli, bir hâkim gibi vakarlı maître d'hôtel, hazır kesilmiş yemekleri misafirlerin omuzları arasında dolaştırıyor ve herkesin beğendiği parçayı, kaşığının bir değmesi ile, tabağa aktarıveriyordu. Bakır çemberli bir çini sobanın üzerinde, çenesine kadar tüllere bürünmüş bir kadın heykeli, bu insan dolu salona hareketsiz bakıyordu.

Madam BovaryWhere stories live. Discover now