26

294 8 11
                                    

Léon, Emma'yı görmek için Yonville'e gittikçe, ekseriya eczacılarda yemeğe kalırdı. Bir seferinde kendisinin de nezaketen eczacıyı davet etmesi gerektiğini düşündü.

  Mösyö Homais:

  — Hay hay, dedi. Zaten benim de insan yüzü görmeye ihtiyacım var. Burada adeta küfleniyordum. Beraberce tiyatroya, lokantaya gideriz, papaz uçururuz.

  Madam Homais, kocasının atılmak istediği belirsiz tehlikelerden ürkerek şefkatle:

  — Ah dostum, diye mırıldandı.

  — Ne varmış, canım? Eczaneden durmadan sızan zehirler arasında yaşamakla sağlığımı yeter derecede mahvetmiyor muyum sanki? İşte, zaten kadınların huyu böyledir: bilimi kıskanırlar, sonra da en masum, en meşru eğlencelere de karşı koyarlar. Ne olursan olsun, bana güvenin; bugünlerde Rouen'a geleceğim. Birlikte artık vur patlasın, çal oynasın.

  Eczacı, eskiden böyle bir deyim kullanmaktan pek çekinirdi; ama şimdi zamanenin geçer akçesi saydığı o delişmen ve Parisli üslubuna bayılıyordu ve tıpkı komşusu Madam Bovary gibi, noter kâtibini Paris âdetleri hakkında merakla sorguya çekiyor, hatta burjuvaları afallatmak maksadıyla, örneğin gidiyorum yerine kirişi kırıyorum kabilinden argo kelimeler kullanıyordu.

  Böylece, bir perşembe günü, Emma Mösyö Homais'ye Altın Aslan mutfağında rast gelince şaşırdı kaldı. Eczacı, yolcu kıyafetindeydi, yani sırtında nereden çıktığı belli olmayan kocaman bir palto, bir elinde bavul, öbür elinde de eczanesinde ayaklarını ısıtmak için kullandığı kürklü bir tandır vardı. Kasabadan ayrılması halkı meraka düşürmesin diye yola çıkacağını kimseye açmamıştı.

  Gençliğinin geçtiği yerleri tekrar görmek düşüncesi onu pek heyecanlandırmış olmalıydı ki, o uzun yolculuk boyunca durmadan konuştu durdu; sonra, şehre varır varmaz hemen arabadan atlayarak Léon'u aramaya koyuldu. Noter kâtibinin direnmesine rağmen, delikanlıyı Grande-Normandie kahvesine sürükledi. Umumi bir yere girince şapka çıkarmayı taşra âdeti sayarak, kahveye şapkası başında daldı.

  Emma, Léon'u üç çeyrek saat bekledi. Sonunda noterliğe koştu ve aklı türlü ihtimallerle perişan, Léon'u kayıtsızlıkla itham ederek, zaafını da kendi başına kakarak, alnı pencere camlarına dayalı saatlerce bekledi.

  Berikiler, saat ikide henüz kahvede, sofra başındaydılar. Büyük salon boşalıyordu. Sobanın palmiye biçimindeki borusu, beyaz tavanda yaldızlı bir sorguçla nihayetleniyordu. Yanlarında, camekânın arkasında, tam güneşin alnında, küçük bir fıskıye bir mermer havuza şıpırdayarak dökülüyordu. Havuzda, maydanozlarla kuşkonmazlar arasında, sersemlemiş üç ıstakoz, kenarda üst üste konmuş bıldırcınlara doğru uzanıyordu.

  Homais'nin keyfine diyecek yoktu. Ziyafetten çok lüksten mest olmuştu, ama Pommard şarabı da melekelerini biraz tahrik ediyordu. Nitekim, romlu omlet gelince, kadınlara dair ahlaka aykırı düşünceler ortaya attı. Onu en fazla büyüleyen şey, şıklıktı. Güzel döşenmiş bir dairede zarif bir tuvalete bayılıyordu. Vücut güzelliğine gelince, iyi parça'ları da hor görmüyordu tabii.

  Léon, ümitsizlik içinde duvar saatinden gözlerini ayırmıyordu. Eczacı ise içiyor, yiyor, konuşuyordu.

  Birdenbire:

  — Siz, dedi! Rouen'da, yoksunluk içinde olmalısınız. Gerçi sevgiliniz pek uzaklarda oturmuyor ama...

  Léon kıpkırmızı kesilince de:

  — Haydi, haydi, dedi; samimi olalım. İnkâr mı edeceksiniz, Yonville'de?..

  Genç adam kekeledi.

Madam BovaryWhere stories live. Discover now