Benimle beraber Senga'ya gelecek olan nedimeler arasında Mary, Elizabeth ve Anna vardı. "Neyse ki başkentimiz ve sınır arasında yaklaşık birkaç saat var. Daha sonra arabacının söylediğine göre Shin'e de altı yedi saatte varılabilirmiş."

"Gemi yolculuğu yapmayacağımız için şanslı hissediyorum.." diye mırıldandım. Deniz beni feci şekilde tutuyordu bu yüzden gemi yolculuklarından nefret ediyordum. Ben ve oraya gidecek olan nedimelerim küçük yaştan beri Senga dilini öğrenme mecburiyetindeydik. Bu yüzden ana dilim gibi konuşabiliyor ve kültürlerini büyük ölçüde biliyordum. Ancak orada kesinlikle kültürlerinin çoğuna uymayacak ve Conall kültürünü de onlara aşılamaya çalışacaktım. Onlarda kadınların çoğu hanbok denilen yöresel bir kıyafet giyerken, burada herhangi bir yöresel kıyafet giyme zorunluluğu yoktu. Bu yüzden kesinlikle elbiselerimi törenler haricinde değiştirmeyi düşünmüyordum.

Elizabeth ve Anna da odaya girince kıyafetimi giyinmiş ve yolculuk için hazırlanmıştım.

Bir uşak kapıyı tıkladı ve içeri girerek "Efendim arabanız hazır. Kral ve kraliçe sizi bahçede beklemektedir." diyerek vaktin geldiğini işaret ederek ilerledi. Daha kahvaltı bile yapmamıştık ancak akşama varılıp da ormandaki hırsızlar tarafından yağmalanmak istemediğimiz için erkenden çıkıp erkenden varmalıydık.

Uşak odadan çıktıktan sonra biz de odadan çıktık ve sarayın bahçesine kadar ilerledik. Kalbim küt küt çarpıyordu ve nefes alamıyor gibi hissediyordum. Korkuyordum, hem de hiç olmadığım kadar... Yalnız olacaktım, hem de hiç olmadığım kadar...

Bahçe kapısında at arabasının etrafını çevrelemiş ailemi ve Vioana halkını gördüğümde gözlerim doldu fakat bunu hemen bertaraf ettim. Güçlü gözükmeliydim, ölüme gitmiyordum... Ben, bunun için planlanmış bir asker gibiydim ve görevimi yerime getirmeliydim.

Sahi, görevim neydi? Jeon Jungkook'a eş olmak mı? Hiç zannetmiyordum. Şu son birkaç aydır kuzenim Catherine'in aklıma soktuğu birkaç gurur kırıcı düşünce vardı ve ben daha gitmeden ön yarglıydım. Sengalılarda çok eşlilik yaygındı ve peki ya Jeon Jungkook... O, on dokuz yaşında genç bir prensti ve eminim benim gibi balolarında odaya falan kitlenmemişti. Bizzat o baloları onun verdiğini Catherine aklıma sokmuş ve bana şunu söylemişti: "Asla kendini ezdirme. O, yerine bir başkasını mı geçirmeye çalışıyor? Bunun nasıl bir şey olduğunu sen de ona yaşat. Çünkü sen ona büyük bir gözdağı vermezsen o devam edecektir." demişti.

Bense ona hiçbir cevap vermemiştim. Kötülüğe kötülükle karşılık vermek, bir ders değildir diye düşünüyordum fakat o psikolojiyi yaşamadan da konuşmak istemiyordum. Umarım da yaşamazdım...

Ailemin yanına kadar geldiğimde neredeyse dizlerim yere gelene kadar eğilmiştim fakat bu tamamen zaman kazanmak için yaptığım bir hareketti. Babam kollarımdan beni tutarak yerden kaldırdı ve kollarını ince belime doladı. "Rosie..." diyerek saçımı okşadığında büyük bir duygu karmaşası yaşadığını anlıyordum. Babam, hayatımda gördüğüm en duygusal ve en merhametli insan olabilirdi... Bir kral için bu zayıflık olarak düşünülse de, bir baba için sahip olunacak en güzel şeylerdi.

Babamla zar zor ayrıldıktan sonra anneme sarıldım ve ondan da bir dünya öpücük alarak geri çekildim. Sıra hayatta en çok kavga ettiğim insan, abime gelmişti... Beni o kadar çok sinirlendiriyordu ki... Fakat şimdi tüm o tartışmaların kül olup gittiğini hissediyordum.

"Gidiyorsun diye arkandan balo düzenleyeceğim." diyen abimin dolu gözlerini görmesem kesinlikle inanırdım fakat şimdi bana dolu dolu gözleriyle bakarken... Nasıl gidecektim öyle?

Abimden sonra kız kardeşim Elsie ve Henry'le dolu dolu sarılıp koklaşmıştım. İkisini de neredeyse ben büyütmüş sayılırdım ve paçalarıma tutunmuş Henry'i nasıl atlatacaktım bilmiyordum.

"Rosie, gitmesen olmaz mı?" diye soran Henry'e başımı iki yana olumsuzca sallayarak karşılık verdim. "Bu dünyada herkesin bir görevi vardır, Henry ve benim görevim bu."

"Peki benim görevim ne Rosie?" dediğinde güldüm ve onun boyuna eğilerek yanaklarına öpücük kondurdum. "Ablanı kimsenin canını yakmadan beklemek, küçük adam." dediğimde tıpkı bir asker gibi elini alnına koydu ve "Söz veriyorum, Rosie." dedi.

Saçını karıştırıp ayaklandım ve bana ağlayarak bakan aileme burukça gülümsedim. "Lütfen beni unutmayın ve sık sık bana yazın." dediğimde abim yine gıcıklık yaparak "Tanrı aşkına Rosie neredeyse on saat uzaktasın! " dedi.

Babam, "Kızımı bırak on saat, iki saatlik yola göndersem canım acır benim. Şimdi ömrünü geçireceği bir yere yolluyorum onu." dediğinde huysuzlanmaya başlamıştı ki annem onu sakinleştirmek adına birkaç şey mırıldandı.

O sırada bir uşak yanımıza gelerek, "Gitme zamanı majesteleri." diyerek son saniyelerimi vurguladı. Herkese dolu gözlerimle el salladım ve ilerideki arabaya doğru ilerlemeye başladım. Biraz uzaklaşmıştım ki babam adımı seslendi ve hızlı adımlarla yanıma geldi. Omuzlarımdan tutup beni kendine çevirdiğinde kulağıma, "Eğer canını yakarlarsa her şeyi bir kenara bırak ve evine dön. Conall, Senga ile sensiz de baş edebilir. Her şeyi omuzlama olur mu Rosie?" diye fısıldadı.

Yemin ederim o an boğazım öyle bir kurudu ki, değil bir bardak su bir kuyu su bile olsa boğazımdan kalbime doğru uzanan çöl havzasını asla geçmezdi.

Shin: Senga İmparatorluğunun başkenti.

a queen and her tearsWhere stories live. Discover now