2. Bölüm

11.2K 288 19
                                    

NOT: Görseldeki Emma :D Bu hikayemde Cennet'ten farklı olarak iki ana karakterin ağzından yazacağım. 

Nehir roman tarzını bilirsiniz. Bir roman, hikaye vs yazarsınız, o romanda yan karakter olanlar ikinci eserinizde baş kahraman olur. Birini okumazsınız çok fazla şey kaybetmezsiniz ama daha fazla fikriniz olur.

Max, Cennet'te Inna'nın ailesinin bir parçası, Logan'ın ağzını yüzünü dağıtan atarlı gencomuz :D Planda onu yazmak yoktu, o yüzden bazı mantık hatalarına rastlamanız mümkün. Çok takılmayın lütfen. 

Cennet'i okumak zorunda değilsiniz dedim de içinizdn gelirse kendinizi engellemeyin yani, sonra bu hikkoyu unutmayın ama kırarım ağzınızı yüzünüzü fsdsdf Şaka şaka :D

Nys, yorum ve beğenilerinizi bekleyore :*

Emmaline

    “ Sözlerinde ipeğin uğultusu varken yola düş

       Dilini ihanetin tuzuyla silahla…

   Kapının ani açılışı üzerine sıçrayarak şiir okumayı bıraktım ve hızla yorganımın içine girdim. Kalbim yerinden çıkacakmış gibi hızla atarken, kitabımı sıkıca göğsüme bastırıp gözlerimi kapattım. Derin bir nefes aldım, ardından uyanık olduğumu belli etmeyecek kadar yavaş bir şekilde kitabımı kaygan yastık kılıfımın içine soktum. Ayak seslerini dinleyerek içimden dua etmeye başladım. Lütfen gelen o olmasın…

   Gelen kişi yorganı ani bir şekilde üzerimden çekti. “ Küçükhanım, uyumadığını biliyorum.”

   Gözlerimi açıp onu görmeden önce kulağıma ulaşan tatlı sesi gülümsememe sebep oldu. Rahat bir nefes alıp sırıttım ve gözlerimi açarak ona baktım. Kalın, kara kollarını beline dayamış, kahverengi iri gözlerini kısmış olan Ivy’ye “ Demek sendin,” dedim. Dudaklarından beni onaylamadığını belli eden bir ses çıkartan Ivy, kendi kendine söylenerek perdeleri açmaya gitti.

   “ Beni çok korkuttun,” dedim ayaklarımı yataktan aşağı sarkıtırken. “ Neden özel işaretimizi yapmadın?”

   Özel işaretimizden kastım kapıyı çalış biçimiydi. Dört dörtlük bir ritim.

   Ivy homurdanmasına devam ederek pencereleri de açtı. Dışarıdan içeriye giren gri ışık, her şeyi kendi rengine boyarken iç geçirerek gözlerimi kapadım. Londra’yı seviyordum, şu zamana dek bildiğim tek yerdi. Gri sisin içinde parıldayan neon lambalar, uzaktaki yaşamları ve insanları hatırlattığında kendimi yalnız hissetsem de, beni bir düş âlemine sürüklüyordu. Sık sık pencerenin önüne oturur, kendime değişik renkte bir ışık seçer ve onun hikâyesini düşünürdüm. Bazen yalnız bir adam olurdu sarı ışığın ardındaki, kaybettiklerini arayan; bazen de mutlu bir aile yaşardı beyaz ışığın altında…

   Fakat rüyalarımın puslu gerçekliğinde sürekli başka bir yerdeydim. Orada yağmur yoktu. Sadece güneş vardı. Her şeyi aydınlatan ve ısıtan, güven veren bir güneş… Güneşin altında bambaşka bir dünya vardı. Tıpkı güneş kadar sarı saçları olan bir kadın ve deniz gibi gözlere sahip bir adam… Sürekli onların kollarındaydım. Bunu detaylı hatırlamıyordum. Hatırlayamıyordum. Sadece çok mutlu olduğumu hatırlayabiliyorum. Çok ama çok mutluydum…

   İçeri dolan is kokusu yüzünden burnumu kırıştırdım. Oturduğum yerden uyandığım sabaha baktım. Londra bugünde sisliydi. Havada her an yağmur yağacakmış izlenimi uyandıran, neredeyse siyah renkli bulutlar vardı. Işıklar her zamankinden soluk, yollar her zamankinden ulaşılmaz görünüyordu. Uzaklarda bir yerlerde belli belirsiz bir gök gürültüsü duyuldu.

Kır Zincirlerimi (ASKIDA)Where stories live. Discover now