26. Bölüm

17.3K 1.1K 97
                                    

Ne kadar da narindi ve ne kadar ince, ne kadar savunmasız!... Sırtının zarif kavisi, başını dizlerine dayadığı için iyice belirginleşmişti. Ellerinin arasında, ipek çilesi gibi yumuşacık bir his bıraktığını çok iyi hatırladığı gece siyahı saçlarını; beline doğru inen kalın bir örgünün içine hapsetmişti.

Sebastian, hayatı boyunca, kimseyi gördüğüne bu kadar sevinmemişti. Her ne kadar, İsabella'nın gidecek başka yeri olmadığı için buraya gelmiş olabileceğini tahmin etmiş olsa da yanılmış olabileceği ihtimali, yol boyunca, her şeye baskın gelmiş; içten içe onu yiyip bitirmişti. Şu anda, korktuğuna uğramamış olduğu için, içinden Tanrı'ya şükrediyordu.

Yine de ona kapıyı açan yaşlı kadının öksürüğü, İsabella'nın ayaklarını yere indirmesine neden olurken; Sebastian, midesindeki kasılmaları engelleyemiyordu. Yeniden onun o güzel yüzünü görecek olmanın beklentisi, dehşet verici bir heyecana dönüşüp içini burkuyordu.

Arkasında duran yaşlı kadına içten içe kızıyordu: Neden biraz daha sessiz kalmamıştı ki? Biraz daha sessiz kalıp odanın sıcaklığıyla ellerine ve ayaklarına hücum eden kan yüzünden alışılmadık ve rahatsız edici karıncalanmaya rağmen, İsabella'yı izleyebilmesine neden izin vermemişti ki?

İsabella ona döndüğünde, bu loş ışıkta rengi tam olarak seçilemese bile, kadının masmavi gözlerinin şokla irileştiğini görebilmişti. Ve sonra, daha Sebastian ne olduğunu anlayamadan, güçlü bedenine çarpan sıcak ve yumuşak vücutla sarmalanmıştı. Kollarını kaldırıp da elleriyle İsabella'yı kendine daha da çok bastırmaya çalıştığında, neredeyse donmanın eşiğinden dönmüş parmakları ona ihanet etti: Beyninin verdiği komuttan habersiz; hissiz ve kımıltısız İsabella'nın sırtında durdular... Öylece... Gözlerini sıkıntıyla kapatırken, içinden isyanlar yükseliyordu. Bir adam sevdiği kadını bile kucaklamaktan acizse, ona ne denilebilirdi ki?

Yol boyunca, o bir günü neden boş yere harcayıp durduğunu sorgulamıştı. Kendine o zamana kadar kimsenin ağzına dahi almamış olduğu küfürler etmişti. Ve gerçekte, biliyordu ki, bu küfürleri sonuna kadar hak etmişti.

Zaman o kadar değişken ve göreceliydi ki, o kadar kaypak... Yirmi dört saatin dört güne bedel olduğunu söylese, kim inanırdı? Kim inanırdı ki, o dört gün de bir ömre bedeldi? Ama öyleydi işte!

Daha Mathilda İsabella'nın notunu verir vermez; bunun hiç de normal olmadığını, İsabella gibi olmadığını anlamış olsa, her şey ne kadar da kolay olacaktı. Oysa o ne yapmıştı? Bir ahmak gibi sevdiği kadın hakkında yargılamadan hüküm vermiş, üstelik ona en ağır cezayı biçmişti: ebediyen lanetlenmek ve unutulmak... Onu hiçbir zaman unutamayacağını bilerek İsabella'ya verdiği bu ahmakça ceza; kendi canını, her şeyden çok, acıtmıştı.

Mathilda'nın yanından ayrıldıktan sonra bir şişe viskiyi devirip sızması, sonra da gecenin bir yarısı uyanarak sabahlaması; ertesi gün ne Stone'a ne de Samuel'e anlamsızca gerçekleştirdiği direnişi açıklayamazdı. Sanki beyni, zaten karmakarışık olan düzeneğindeki en önemli ayrıntı atlanmış ve bu yüzden tüm sisteminin çalışmamasına neden olmuş bir usturlaptan farksızdı.

Drako ve Samuel ne derse desinler, dikkatini ne kadar farklı noktalara çekmek isterlerse istesinler; sonucu değiştirememişlerdi. Sebastian'ı, önünde kırmızı örtü sallanmış bir boğa gibi, tek bir noktaya odaklanmaktan alıkoyamamışlardı. Taa ki...

Taa ki Lawson olaya hiç umulmadık şekilde müdahale edip, mantıklı düşünebilmiş olsa, kendisinin de çok önceden bulabileceği gerçeği söylediğinde, gözünün önündeki perde kalkmıştı: Düşes!... Kilit oydu, her zaman o olmuştu!

Lawson, araya girip de, düşesi İsabella'nın hem iş yeri hem de evi olan mekandan çıkarken gördüğünü söylediğinde; önce şaşırmış, ardından da hemen Tanrı'nın cezası kocaman bir aptal olduğunu anlayıvermişti Sebastian.

SENDEN UZAKTAWhere stories live. Discover now