çünkü yalandı.

ne olursa olsun taehyung'u bir daha göremeyecek olma düşüncesi beni dehşete düşüyordu ama ben buydum. tutamayacağım sözler verir, bir anlık öfkeme yenilir ve belki de asla gerçek olmasını istemediğim şeyleri bağıra bağıra, eğer tam tersi olursa dünyam başıma yıkılacakmış gibi bütün evrene duyururdum.

'ilişki konularında en önemli olan şey netliktir jungkook.' jimin'in sesi zihimde yankılandı o an. benim sorunum buydu. bir yanım belirsizlikten nefret eder ve korkardı. sonunu göremediğim deniz gibi ürküyordum belirsiz durumlardan. her durum için bir kaçış planına, bu planı kurgulamak için de detaylı bir haritaya ihtiyaç duyuyordum çünkü. çıkmaz sokakları görmek ve kaçınmak zorundaydım. diğer yandan da korkularım bir cevap bulup sonuca ulaşırsa ve geri dönüşü olmazsa diye o çıkmaz sokakta saklanmak istiyordum.

taehyung'u ikinci kez terk etmiş gibi hissederken ise beni en çok endişeye düşüren durum artık yolun sonuna ulaşmış olma ihtimaliydi çünkü taehyung bunu yapardı. hatta yapmalıydı. tıpkı ona dediğim gibi o uçağa binip gider, bir daha da ülkeye ayak basmazdı.

bunu ona söyleyen benken şimdi neden gerçek olmasından ölesiye korkuyordum?

"kafayı yiyeceğim," dedim kendi kendime. gerçekten de öyle hissediyorum. içimdeki yangını söndürmesi adına buzdolabından çıkardığım şişeyi kafama dikip birkaç büyük yudum aldım. dün akşamdan beri hiçbir şey yememiştim ve midemi suyla dolduruyor olmak hiç de iyi bir fikir değildi ancak canım hiçbir şey istemiyordu.

yarısına geldiğim şişeyi öylece tezgaha bırakıp odama doğru ilerledim. uyumaya niyetim yoktu bu yüzden hiç düşünmeden penceremin önündeki sandalyeye kurulup etrafı izlemeye başladım.

sokak lambalarının küçük gövdeleriyle aydınlanan sokağa bakarken sanki benim içimdeki öfkeyi kusuyorum gibi parlayan gökyüzüne baktım. bütün odamı aydınlatan şimşeğin ardından gök yarılırcasına bir gürültü kopmuştu ve sanki mümkünmüş gibi yağmur daha da şiddetlenmişti. pencerenin kenarında duran sigarama uzandığım sırada sokağın kenarından gelen yansımalar dikkatimi çekti ve bir süre sonra bunların bir arabanın farları olduğunu anladım.

ama hayır, herhangi bir araba değildi bu. taehyung'un arabasıydı.

bir anlığına rüyamdan uyanmadığımı ve şahitlik ettiğim görüntünün onun bir parçası olduğuna inanmıştım çünkü taehyung şu an italya'da olmalıydı. otelinin balkonundan şehri izliyor olabilir, yakınlardaki bir kafeden kendine bir bitki çayı söylemiş olabilir ya da günün yorgunluğundan kurtulmak adına tembellik yapıp uyuyor olabilirdi ama kapımın önünde olmasına bir anlam verememiştim.

kontağı kapatıp alnını direksiyona yaslayışını izledim. arabanın içine baktığımda görebildiğim tek şey buradan bile fark ettiğim, omuzlarında kilolarca yük taşıyormuşcasına kambur duran sırtıydı. tavan ışığı yanmadığı için suratını göremesem de ağır ağır aldığı nefesi benim göğsümde kocaman bir yer kaplıyordu.

taehyung kafasını kaldırıp benim durduğum pencereye bakana kadar hiçbir şey yapmadım. yağmur öyle şiddetli yağıyordu ki baksa da beni göremezdi zaten.

birkaç dakikanın sonunda dizlerimde güç bulup eski sandalyemi terk edip kapıya doğru ilerlerken aklımdan geçen tek düşünce taehyung'un yanına gitmek ve hesap sormaktı.

neden gitmemişti? onu affetmeyecek olmamı nasıl göze almıştı?

yanıma sadece anahtarlarımı alıp evden çıkarken zihnimin bütün kıvrımlarına tünemiş olan endişe ve merak beni içten içe yemeye başlamıştı. ona karşı söyleyebileceğim hiçbir şey yoktu aslında. evde değilmişim gibi davranıp aramızdaki duvara bir tuğla daha koyabilirdim ama yanına gitmemi söyleyen fısıltılara sağır olamamıştım.

how did it end?Where stories live. Discover now