twenty six

365 67 24
                                    

babamın hayatımdan gidişinin bir dönüşü olmadığını fark ettiğimde henüz 8 yaşındaydım.

çok ilgili bir baba değildi ve o zamanlar asıl normal olanın bu olduğunu düşünüyordum. günlerce eve gelmediği olurdu, belki de babalar böyle yapar derdim. yemeğini bizimle yemek istemezdi, tek başına mutfakta yerdi ve annem yanına gitmemem gerektiğini söylerdi, belki de babalar yalnız yemek yemeli diye düşünürdüm. bana kızardı, bağırırdı, belki de babaların böyle şeyler yapmaya hakkı vardı diye içten içe onu savunurdum.

ama babam bizi bırakıp gittiğinde bir daha eve gelmeyeceğini çok iyi biliyordum.

bunun için yıllarca kendimi suçlamıştım. diğer çocuklar kadar iyi bir evlat olmadığıma inanıyordum ve babam gittikten sonra annem de gitmesin diye elimden geleni yapmıştım. derslerime çalışıyor, elimden geldiği kadar odamı ve oyuncaklarımı düzenli tutuyor, paramızın yetmediği hiçbir için ısrar etmiyordum. hatta öyle ki, hayatımın yörüngesinin şaştığı o tatsız kazaya kadar okulda düzenlenen hiçbir geziye gitmemiştim bile. ona gitme sebebim mijeong'un, en yakın arkadaşımın, ısrarları sonucu gelişmişti.

şimdi düşündüğümde nereye gideceğimizi hatırlamıyordum bile. günler öncesinden yalvarmaya başlamıştı. öyle hevesliydi ki gitmemek için bahane üretmeye bile çalışmamıştım. her şeyi kontrol edemeyeceğimi o gün kabul etmiş ve bu hisle savaşmaya başlamıştım. çocuktum ancak kazananı belli olmayan bir savaş için mücadele veriyordum.

mijeong beraberinde bütün anılarımızı götürmüştü. belli başlı olaylar dışında o günlere dair hatırladığım şeylerin sayısı çok azdı. acıyı hatırlıyordum. canımın nasıl yandığı ve tenime değen yağmur damlalarının bir neşter etkisi bırakışı ilk anki canlılığındaydı. benim günlerim o andan beri her zaman yağmurluydu.

beni gecenin bir saatinde uyandıran şey de yağmur olmuştu. günlerdir şehirdeki bütün günahları yıkayıp silmeye gücü yetebilecemiş gibi yağan yağmurun şiddeti akşam saatlerinden sonra artmıştı. gök yarılırcasına gürlüyor, onun peşine ise bütün gökyüzünü aydınlatan şimşek içimdeki korkuyu deşmek istercesine kendini gösteriyordu.

ne olduğunu anlayamadığım kabusumdan kapalı gözlerim arasından bile fark ettiğim aydınlıkla uyandım. nefeslerim bir maraton koşmuşcasına hızlanmıştı ve içgüdüsel olarak kulaklarıma kadar örttüğüm kalın yorgan yüzünden terlemiştim.

o an yerimden kalmaya korktum ve olduğum yere sindim. geri uyuyabileceğimi düşünmüyordum aslında, hatta emindim. yastığımın kenarında duran telefondan saati kontrol ettim.

03.46

taehyung ne zaman gelmişti bilmiyordum ama odasının kapısı doğru çevrilen bakışlarım eve geldiğini doğrular gibiydi. hatırladığım tek şey bundan birkaç saat önce uykuyla uyanıklık arasında üstümü örtüp, alnıma hafif bir öpücük kondurduktan sonra yanımdan ayrılmasıydı.

varlığının güvende hissettiriyor oluşu yalan değildi. sesini duymuyor oluşum, ellerinin tenime uğramıyor oluşu onu hissetmediğim anlamına gelmiyordu çünkü biliyordum ki ona ihtiyacım olsa yardımıma koşardı. bazen gözlerimin içine öyle bir bakıyordu ki bütün dünyayı ayaklarımın altına sermek istediğini düşünüyordum. belki de bir başıma oluşum onun içindeki acıma duygusunu harekete geçiriyordu. beni koruyup kollamasi gereken biri olarak görüyordu.

onun sorumluluğunda olduğuma inanıyordu.

beni yiyip bitiren sessizlik sağır edecek seviyeye ulaştığında hemen önümde duran masanın üzerindeki kumandaya uzanıp televizyonu açtım. sesi sadece benim duyabileceğim kadar açıktı ve ben sırf zaman öldürmek için kanal kanal atlarken en son bir haber kanalında durdum. yorganıma iyice sarılıp kısa saçlı kadın spikerin düz ancak kusursuza yakın telaffuzuyla anlattığı haberlere kulak kesildim. yeni çıkan yasalardan, hırsızlık haberlerinden ve hava durumundan bahsediyordu.

You've reached the end of published parts.

⏰ Last updated: May 14 ⏰

Add this story to your Library to get notified about new parts!

in my feelingsWhere stories live. Discover now