Veda

114 12 9
                                    

Kaleden adeta koşarak uzaklaştım. Kafam allak bullak olmuştu. Kafa kurcalayan tüm olaylar gözümün önünden geçti...

Nether'a gitmek istediğimde Notch'un takındığı şüpheci tavırlar, portalı kırmaya çalışan kişi, bana saldıran yaratığı ıslıkla uzaklaştıran "şey", gittiğimde tamamlanmış olan portal, yön gösteren tabelalar, kırmızı taş meşaleleri, Herobrine'ın canavarları yollamadığını iddia etmesi, Kral-Tanrı, diğer varis, bulutların üzerindeki diyar, Herobrine'ın Alex'ten bahsetmesi, Alex'in gördüğü kabus, mağaraya gizlenen iskelet, boynuz şeklinde yaralar, onunla sarılmamız, iblis... "Tehlikedesin, Steven..." "Yakında neyin doğru neyin yanlış olduğuna karar vereceksin... Sana tapan insanlar değil, Notch değil, askerler değil, sen yapacaksın bunu." Karar, taraf...

Tüm bunları düşünürken portala kadar geldiğimi fark ettim, ama bir sorun vardı. Portal çalışmıyordu, alttaki bloklardan biri kırılmıştı. Envanterimi açıp bir umut obsidyen aradım, yoktu... "Düşün Steve, şimdi ne halt yiyeceksin?" Dedim kendi kendime. Geriye dönüp kaleye giden yola baktım. "Yok artık." Diye mırıldandım, "Herobrine'dan yardım isteyecek değilim." Dedim. İyi de, başka ne yapılabilirdi ki? Çaresiz bir şekilde etrafta dolanmaya başladım. Bir yandan da içimden "Kim yaptı bunu, kim yapmış olabilir?" Diyordum. Herobrine yapmış olabilir miydi? Buna ihtimal veremiyordum. "Tam bir geri zekalısın Steve." Dedim kendime. Dün öldürmek istediğim şeytana bugün büyük bir güven duyuyordum. Belki biz orada konuşurken askerlerine haber vermişti, onlar da portalı kırmıştı. O da şimdi gelecek, ve beni bir celsede öldürecekti... "Tehlikedesin, Steven..."

"YETER!" diye istemsizce bağırdım. Saçma sapan bir duruma sokmuştum kendimi. Ne olurdu Herobrine için Nether'a gelmesem? Ne olurdu hiç sorgulamadan Herobrine'a düşman kalsam? Hâlâ onu öldürmek istesem ne olurdu? "Artık onu öldürmek istemiyorum..." diye düşündüm, gerçekten bunu yapamazdım. Bu hisse karşı koyan bir şey vardı, bir bariyer. Umutsuzlukla portalın yanına çöktüm. "Lanet olsun." Diye fısıldadım, umutsuzluk son seçeneğim olmasına rağmen yavaştan umutsuzluğa sürükleniyordum. Bir şeyler yapmam gerekiyordu ama kafamdaki sesleri susturamadığım için odaklanamıyordum.

"Misafirliğin kısası makbuldür." Diyen bir sesle kendime geldim. "Herobrine? Ne işin var senin burada?" Diyerek ayağa kalktım. Yanıma gelmişti, iyi de niye? "Asıl senin ne işin var burada? Burası benim krallığım, aptal ucube. Git demedim mi ben sana?" Dedi Herobrine. Ellerini beline koymuş, yüzünde alaycı bir ifadeyle bana bakıyordu. Gözleri dibinde oturduğum portala kaydı, "Nasıl becerdin portalı kırmayı?" Diye sordu. "Ben geldiğimde kırılmıştı zaten." Diye cevap verdim, ayağa kalktım ve Herobrine'ın yanına geçtim. Herobrine'ın elleri hâlâ belindeydi ama yüzündeki alaycı ifadenin yerini ciddiyet almıştı. Bir şeyler düşündüğü belliydi, "Kalleş kardeş." Diye mırıldandı. "Bana mı dedin?" Diye sordum, ama bu soru öylesine sorulmuş bir soruydu, varisten bahsettiğini anlamıştım. Herobrine iki elini de portala uzatıp birkaç kelime fısıldadı. Portaldaki kırılan taşın yavaşça düzeldiğini ve portalı yanmaya başladığını gördüm. Herobrine ellerini cebine sokup bana döndü, "Git. Kimseye de bir şey anlatma. Yoksa..." dedi. "Söz veriyorum, aramızda kalacak." Dedim. Herobrine gülümsedi ve bir anda kayboldu, az önce durduğu yerden kıvılcımlar saçılıyordu etrafa... Hayretle etrafa bakındıktan sonra portala yaklaştım ve girdaba kapıldım. Eve gitme vakti gelmişti.

"Sen bana aitsin..." (Herobrine X Steve)Where stories live. Discover now