Kapının önünde durduklarında içeriden gelen sahte kahkahalar, yüzlerindeki hüznü bir nebzede olsa sildi. Tıpkı o sahte gülümsemeler gibi gülümsediler, bir doktorun ameliyathaneye girmeden önce taktığı maskelerden birini takıyorlarmış gibi.

Kapı açıldığında içeriye ilk giren Bade hanım oldu. Elinde kocaman bir ayıcıkla sohbet eden kızının gözlerine değdi puslu bakışları. İkisinin gözleri çakışır çakışmaz, gökyüzü gözleri doldu Balının. Sabahtan beri kahkahalarla gülen minik kız, annesini görür görmez ağlamaya başladı aniden. Tıpkı çalıkuşu gibi...

"Anneyy!" çığlığı tüm herkesi sarsarken, Bade hanım ağlamaklı haliyle yatağın üstünde hastane kıyafetleriyle ayağa kalkan kızına koştu. Kolunda bitmesine yarım saat kalmış bir serum, alnında ve bacaklarının açık kısımlarında görünen bandajlar ve morluklar hiç yakışmamıştı ona. Titreyen ellerini kızına doğru uzattı. Odada bulunan hiç kimseyi gözü görmüyordu. İki kolu sıkı sıkı kızını sarmalarken, ikisinin gözlerinde bitmek bilmeyen gözyaşları tekrar can bulmuştu.

"Annen geldi çiçeğim, daha önce gelemediğim için özür dilerim, binlerce kez özür dilerim..." hıçkırarak burnunu, minik kızının sapsarı saçlarına gömdü. Öpüp kokluyor, arada özür dileyerek ağlıyordu. Dakikalar sonra, hızlı ama zarar vermeden ayrıldı kızından.

"Bak annen sana ne aldı." Sahici bir gülümsemeyle, büyük çantasına attığı iki pamuk şekeri çıkarttı. Biri pembe biri maviydi. Tıpkı annesini son kez gördüğü günkiler gibiydi. Kaşları çatıldı, minik avuçları yumruk yumruk olurken duran ağlaması tekrar başlamıştı. Aklına doluşan sesler, etrafının kararmasına sebep oluyordu.

"Annemi iştiyolum! Anneey!" çığlık çığlığa bağırdı küçük kız, demir kapılı oda soğuk, rutubetli izbe bir yerdi. Yerde kirli bir kilim, tavandan damlayan kirli su, arada bir kulağına gelen fare sesleri midesini bulandırıyor, bayılacak gibi yapıyordu onu. Yanıp sönen, soluk renkli beyaz bir lamba korku filmlerini andıran bir ürkütücülükle etrafı aydınlatmaya çalışıyordu.

Sindiği duvar köşesinden hiç ayrılmadan bir saat öylece beklemişti. Minik karnı açıkmıştı ve böbrekleri susuzluktan neredeyse çatlayacaktı. "Baba!" dedi bu kez bağırarak. Ne demişti babası ona, seni hep koruyacağım... Korurdu onu şimdi bu kötü adamlardan değil mi?

"Yilit lüften gel! Çok koykuyorum" dudakları titrerken, kelimeler çatlamış dudaklarından zar zor dökülüyordu. Daha ne kadar bu iğrenç yerde beklemek zorundaydı? Daha doğrusu neden buradaydı?

Birden bire bir "Tık" sesi kapladı etrafı. Demir kapının ardından gelen homurtularla, iri yarı bir adam kapıyı açıyordu. En sonunda açmayı başarınca içeriye açılan kapıdan vuran ışık gözlerini kamaştırdı. Hızla ayağa kalkarak ovuşturdu gözlerini. Sonunda onu buradan çıkaracaklardı. Koşarak adama yaklaşınca, adamın eğilerek kollarından sıkı sıkı tutması bir oldu.

İğrenç gözleri küçük kızın tüm vücudunda gezindi bir süre. "Bana bak ufaklık, eğer biraz daha bağırır ve beni rahatsız edersen patronu dinlemem seni burada gebertirim. Duydun mu!? Annen gibi öldürürüm seni!" minik kızın dudakları titredi, söylemek istediği tüm kelimeler tek tek dizildi boğazına. Ölüm kelimesi, annesinden kalan korkunç yegane hatıraydı. Birinin bir daha hiç gelmeyecek olması onun için ölüm demekti.

Adamın parmakları arasından zorla kurtularak minik ayağını, adamın siyah kumaş pantolonuna vurdu. "Yalancı! Gelecek! Ölmedi!" tane tane ama hıçkırarak haykırdı karşısındaki adama. Kendisini gülerek izleyen adam, omuzlarını silkti. "Büyükler yalan söylemez, şaka da yapmaz. Annen öldü, bir daha hiç gelmeyecek. Şimdi burada uslu uslu dur, patron gelince seni de onun yanına göndeririz." Göz kırpıp kahkaha atarak geldiği gibi çıktı odadan. Balın hızla arkasından koşup kapıya tekmeler savurdu hırçınca. Kapının kilit sesi tekrar odada yankılanınca dahada hırslandı. Yorulana dek inkar etti adamın dediklerini, ardından olduğu yere yığılarak uzandı pis zeminde. Pis, ıslak ve soğuktu. Tıpkı giden adamın yüreği gibi...

BalınTahanan ng mga kuwento. Tumuklas ngayon