4

28 10 9
                                    

Ocak 1

İrili ufaklı kar taneleri bir karmaşayı andıran dolgun, gri bulutların arasından süzülüp hafif soğuk ve rüzgar ile savrularak pencereye sessizce çarpıyordu. Dokunuşları öyle yumuşak, incitmeden bir araya gelmeleri öyle seriydi ki sadece birkaç saniyede camda yüzlerce tane birikebiliyordu. Az sonra rüzgarın biraz şiddetlenmesiyle pencere sarsıldı, cama tutunan tüm kar taneleri boşluğa düşüverdi ve o an genç adam başında korkunç bir ağrıyla gözlerini açtı. Parmaklarını alnında gezdirip kaşlarını çattı. Neden bu kadar çok acıyordu ki? Bir müddet yatağında kıpırdamadan uzanıp gözlerini tavana dikti. Belki biraz beklerse bu ağrının geçeceğini düşünüyordu. Ama hiç geçecek gibi değildi. Oldukça yavaş ve yorgun hareketlerle yatağından kalkıp yüzünü soğuk suyla yıkadı. Ellerini lavaboya yaslayıp aynadaki gözleri ince, kızıl damarlarla çizilmiş; şakaklarından çenesine doğru akıp yere damlayan buz gibi suyun ıslattığı kızarmış yüzüne baktı. Çok kısa bir an yüzünü böyle bitkin halde gördüğü için şaşırdı. Ama sonra dün gece çok az uyuduğu ve epey bitap düştüğünü anımsayınca bunun normal olduğunu kavradı.

Kendine sıcak, tatlı bir kahve hazırladı, terliklerini ayağına geçirdi. Ağır, tembel adımlarla parkelerin üzerinde tok sesler çıkararak pencerenin önünde durup kahveden yumuşak bir yudum aldı. Kar hiçbir şey görmesine izin vermiyor, o gözlerini kısmış gözlerini acıtan beyazlığa bakarken arkasındaki açık televizyonda spiker yoğun kar yağışından korunmak için evlerden çıkılmamasını tembih ediyordu.

Ayaklarını yerden neredeyse hiç ayırmadan sessiz iki adım atıp elini buğulu, ıslak cama koydu. Soğuk parmak uçlarından tüm vücuduna yavaş yavaş yayılıyordu. Gözlerini kapatıp alnını soğuk katı cama yasladı. Ateş gibi yanan vücudu biraz daha ferahlıyordu. Kızarmış, kuru dudaklarının arasından sıcak, sessiz soluğu camda beyaz bir iz bırakıp yanaklarını okşadı. Yanıyormuş gibi sımsıcak olan göz kapaklarını sıkıca bastırıp kirpiklerini birbirine doladı. Yanakları yanıyor, kızarıyor, tüm uzuvları sızlıyordu. Kötü bi’ şekilde üşütmüştü. Gözlerini aralayıp sığ kar kartenelerinin ardındaki donuk, cansız, kimsesiz evleri görmeye çalıştı. Rüzgar tekrar pencereyi sarstı, küçük aralıklardan sızan soğuk onu tepeden tırnağa ürpertti.
Kahvenin üzerinde artık duman tütmüyordu, çoktan ılımıştı. Ufak bir yudum alıp dalgınlıktan sesinin ne olduğunu anlamadığı bir uğultultuya dönüştüğü televizyonun karşısındaki kanepeye çöktü. Alnı soğuktan uyuşmuş ve hala ısalktı. Saçının birkaç teli alnına yapışmış, yanakları kızarmış, bedenini hafif bir battaniyeyle sarmış öylece sehpaya bıraktığı soğuk kahvesine bakıyordu. Başı ağrıyordu, çok yorgun hissediyordu. Spiker bir şeyler söylüyor, duyuyor ama hiç anlamıyordu. Gözlerini karanlık salonun içinde gezdirdi durdu. Kedisi köşedeki yumuşak minderinin üzerinde kıvrılmış sessizce uyuyordu. Televizyonun ekranına yansıyan her görüntüyle duvarların rengi de değişiyor, küçük salonu yalnızca pencereden sızan beyaz ışık aydınlatıyor, loş bir havaya bürüyordu.

Az sonra yarı açık gözleri televizyonun üzerinde durduğunda kanı dondu. Çünkü spiker konuşmaya devam ederken ekranın bir köşesinde gösterilen ”katile ait eşya” onun siyah, içi pamuklu deri eldiveniydi! Gözleri aniden irileşti. Birkaç eşyanın arasından uzaktan kumandayı bulmaya çalışırken elini bardağa çarpıp tüm kahveyi yere döktü. Elleri deli gibi titriyordu. İvedilikle ayaklanıp ne yapacağını bilemez halde etrafına baktı. Eldivenin teki paltosu ve atkısıyla birlikte koltuğun üzerinde duruyordu. Pencerenin yanına gitti, gözlerini beyaz, parlak kar tanelerinin üzerinde gezdirdi, küçücük salonun içinde ileri geri yürüyüp aniden duraksadı. Tırnaklarını dişliyor, yüzü ateşler içinde kalıyor, alnında boncuk boncuk ter birikiyordu. Titreyen parmaklarını saçlarından geçirip bir müddet düşünür gibi olduktan sonra tüm gücünü yitirmiş halde odasına gidip etrafını yokladı. Dolapları karıştırdı, yatağın üzerinden yorganı çekip ellerini yatağın üzerinde bir şey arar gibi dolaştırdı, komodindeki tüm eşyaları boşalttı, çantasını tersyüz etti ama hiçbir yerde yoktu. Eldivenin diğer teki kaybolmuştu.
Tekrar salona döndü. Nefes alamıyordu. Spikerin ağzından hep aynı sözcükler yükseliyor, kulakları ağırlaşıyor, gözleri bulanıklaşıyordu.

Ekrana yansıyan, dün gece öldürülen üç kişinin fotoğrafı onun arkadaşlarına aitti. Bunlar onlardı, arkadaşları ölmüştü, dün gece! Hayır, orada gösterilen eldiven kendisine ait olamazdı. O da arkadaşlarıyla beraberdi ama nasıl olurda hiçbir şey hatırlamıyordu? Sakin olmalıydı. Ama bu asla mümkün olmadı. Tüm düşünceleri allak bullaktı. Ona bir katil gözüyle mi bakılıyor, dostları gerçekten öldü mü? Hayır, hayır onlar ölmüş olamaz. Şu an çok yorgun ve ölen kişiler tanımadığı insanlar, sadece yorgun olduğu için yanlış anlamış olmalı. Peki eldiven? Ah, eldivenini arkadaşında unutmuş olmalı. Evet, mutlaka böyle olmuş olmalı.
Bocalayan adımlarla, aceleyle paltosunu sırtına geçirip atkısını boynuna doladı. Tüm bu tahminleriyle kendini kandırıyordu. Aslında deli gibi korkuyordu. İçin için kendini tüketiyordu. Kapıyı açıp çıkmadan önce son kez arkasını dönüp koltuğun üzerinde duran eldivene baktı. Kapıyı ,içinde cayır cayır yanan kötü bir hisle, çekip çıktı.

Kar öylesine şiddetliydi ki gözlerini açamıyordu. Kirpiklerinde ufak kar taneleri birikiyordu. Korkudan bembeyaz kesilen yüzüne çarpan soğuk yanaklarını pembeleştiriyor, gözlerini yakıyordu. Bu sert, keskin soğuğa rağmen bedeni sımsıcak, yanıyor gibiydi. Daha birkaç adım atabilmişti ki tüm gücü çekiliverdi. Etrafına baktı; sadece kar vardı, çok fazla kar. Görünürde hiç kimse yoktu, hiç araba da yoktu. Beklemeden yürümeye koyuldu. Pencerlerinde kar tanelerini seyreden bir iki kişi ona tuhafça baktı, kim böyle bir havada dışarı çıkardı ki?

Ne zamandan beri yürüdüğünü kestiremiyordu. Baş ağrısı giderek ağırlaşıyor, yorgunluk omuzlarına çöküyordu. Niçin evinden çıktığını bile anımsamıyordu. Yolun ortasında kıpırdamadan duruyor, kar taneleri etrafında uçuşuyor, omuzlarında ve saçlarında birikiyordu. Yüzüne doğru esen hafif bir rüzgar saçlarını geriye doğru itti, alnında biriken ter kuruyup kayboldu. Parlak, küçük kar taneleri kirpiklerine takılıp kaldı. Ansızın dolan gözlerinden art arda yaşlar döküldü. Kızarmış parmaklarını hafifçe oynattı, kar taneleri ıslak yanaklarına çarpıyor, bakışlarını karşısındaki polis arabasına binmemekte direnen adamdan ayırmıyordu. Adamın boğuk çığlıkları gri göğe yayılıyor, polisler onu kontrol etmekte zorlanıyordu. Bir an için adamla göz göze geldiğinde içini bir korku kapladı. Bu en yakın dostunun eşiydi. O kibar, düşünceli adamadan eser kalmamıştı. Gözlerinde delirmiş gibi ürkünç bakışlar vardı. Adam onu görünce boğazı yırtılırcasına bağırdı, isyan etti. Polislerin elinden kurtulup genç adamın yüzüne sert bir yumruk indirdi, genç adam yere yığılıverdi. Parmaklarını kanayan dudağına götürüp eline bulaşan kıpkırmızı kana baktı. Adam hiç durmadan defalarca yüzüne yumruk attı. Başı feci şekilde ağrıyordu. Tüm bedeni uyuşmuş, acıyı hissedemiyordu. Kendi bedeninde olan o değildi, çoktan kendinden geçmiş, duyularından sıyrılmıştı. Kan içinde kalan yüzüne aldığı her yumruk onu biraz daha rahatlatıyordu, belki içindeki suçluluk hissini öldürmeye çalışıyordu. Bu yüzden hiçbir şey yapmadan adamın onu hırpalamasına izin veriyordu. Kar, genç adamın burnundan fışkıran kanın üzerini örtmeye yetmiyordu. Adam öylesine kendinden geçmiş haldeydi ki polisler onu durdurmaya güç yettiremiyordu. Genç adamın yakasına yapışıp onu art arda sarstı. ”Seni adi katil! Nasıl kıydın, ona bunu nasıl yaptın!?” diye bağırıyordu. Kar taneleri her ikisini de sarmalıyordu. En sonunda polisler adamı onun üzerinden çekti, polis arabasına dayayıp kollarını zorlukla birleştirip kelepçeledi. Adam hala bağırarak hakaretler savuruyordu. Az sonra yüzündeki öfke siliniverdi, gözlerine dolan yaşlar yanaklarını ıslattı. Öyle aciz görünüyordu ki. ”Onu benim öldürdüğümü söylüyorlar, senin yüzünden!” dedi bağırarak. ”Onu sen öldürdün.” dedi sesi kısılarak. Göz yaşları dudaklarından çenesine doğru süzülüp kar tanelerine karıştı.

Polis arabası uzaklaşıp gitti. Genç adam etrafını saran kar taneleriyle yolun ortasında, gözlerini parçalayan sıcak yaşlar ve yüzündeki kurumuş kanla kalakaldı.

Dün, Bugün ve Yarın Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin