3) Yaralar ve Hatıralar

En başından başla
                                    

''Teyzecim ne diyorsun ya? Arkadaşıyım ben o kızın. Bir yere gitti iki haftalığına evini de bana emanet etti sadece. Hem...''

''Sana mı emanet etti? Heç başka arkedaşı yok muymuş? Başka bir kızceğiz olsa...'' aralık olan kapıdan gelen bir ses üzerine arkasını dönüp oraya da laf yetiştirmeye çalıştığı sırada hızla kapıyı açıp içeri girdim. Kafamı sağa sola sallayarak az önce yaşadığım saçma olayı unutup kendimi salondaki L koltuğa bıraktım ve yarım kalan mesajlarımı tamamladım. Ve tabii bir de Afra'nın her zaman dağınık olan evini elimden geldiğince –yani onun dağınık-toplu olan düzenini bozmayacak şekilde- toparlamaya başladım.

Aradan geçen yaklaşık 3 saat boyunca Afra ona attığım elli küsür mesaja cevap vermemiş ve uçaktan indiğini düşündüğüm için yaptığım aramalara da geri dönmemişti. İçimde iyice kabaran bir huzursuzluğun verdiği sinirle önümdeki kasayı sertçe kapadım.

''Yavaş lan!'' yerinde sıçrayan Burak'a ters bir bakış atıp sıradaki siparişi almak için müşteriye döndüm.

''Bir tane White Chocolate Mocha ve yanında da Tripple Chocolate Cookie lütfen...'' yüzündeki yoğun makyajın izin verdiği ölçüde bana gülümseyen kıza kısa bir baş sallamayla yetindim. Siparişini sisteme girip hazırlamak için oradan ayrıldığımda bir yandan da Burak'a kasayı işaret etmeyi unutmadım.

''Kırıldı galiba baksana bir...''

''Ya oğlum dikkatli olsana! Ne diyeceğiz şimdi o marula?'' marul dediği kişi patronumuz oluyordu. Yaşına nazaran oldukça gür ve kıvırcık saçları vardı ve biz de ona oldukça yaratıcı(!) olan bu lakabı takmıştık.

''O da kırılmayan kasa alsaymış...'' ciddiyetle hazırladığım kahvenin ardından  Defne de mekanik hareketlerle kızın istediği kurabiyeyi tabağa koyup elimdeki kahveyi kaptı. Ardından Burak'a doğru eğilerek, ''Onunla uğraşma şu sıralar... Afra'sı gitti onun. Ta İtalya'lara. Ondan böyle...'' dedi ve sırıtarak müşterilere döndü. Tam onlara laf yetiştireceğim sırada telefonuma gelen bildirim üzerine ışık hızında bildirimi açıp gelen mesajı okudum. Patronun gelip iş saatinde telefonumla ilgilenmem hakkında attığı kısa nutuktan sonra mesajı boş verip  direkt arama tuşuna bastım.

*

Afra...

Oldukça uzun bir süre otobüsün açık olan kapısının önünde öylece dikildikten sonra orta yaşlardaki şoförün benim olduğum tarafa doğru, ''Vieni signora?'' diye seslenmesinden sonra başımı hızla sallayarak otobüse bindim. Büyük otobüsün neredeyse tamamı doluydu ve Serpil Hoca'nın dediği gibi herkes eşleriyle birlikte oturmuştu. Benim de gözüm otobüse bindiğim andan itibaren Barış'ın üzerindeydi aslında ama o bana değil doğrudan pencereden dışarıya bakmayı sürdürüyordu. Derin bir nefes alıp duruşumu dikleştirdim. Sonuçta seni duymamış, suratımın halinden neler dediğimi az çok anlayabilmiştir ama, diye kendi içimde kendimi teselli etmeye çalışıyordum ama bu cümleyi kurduğum an kendimden tiksinmiştim. Bu yüzden de ondan kaçmak için bir yol arıyordum ki çalan telefonum sonrası alnıma bir tane geçiresim geldi. Kuzey! Tabii ya, ben bunu nasıl düşünemedim?

Çalan telefonu hızla açıp temkinli adımlarla da Barış'ın yanındaki koltuğa oturdum. Benim geldiğimi fark etmemiş gibiydi, hala camdan dışarıyı izliyordu.

''A...Alo?'' boğazımı temizleyip kısık olan sesimi yükseltmeyi denedim. Sesin kısık da olsa yüksek de olsa bir şey fark etmeyecek Afra... ''Kuzey, ben de tam seni aray...''

''Kızım neredesin sen? Deliye döndüm saatlerdir! Mesajlara cevap yok, aramaları açmak yok... İtalya'ya gittin diye unuttun mu beni ilk günden...'' Kuzey'in sinirle konuşmaya başlayan ses tonu gittikçe yumuşamaya başlayınca ben de oturduğum koltukta rahatça arkama yaslandım.

RENKLERİN SESSİZLİĞİHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin