18.Bölüm...

324 3 0
                                    

“bay park bay kwon’un küçük oğlu sizinle görüşmek istiyor…” dedi korumalardan biri hemen camın önünde ayakta dikilen adama. Bay park yavaş bir şekilde korumaya dönüp sakin bir şekilde “içeri alın…” dedi. Bir süredir Hye su’yun dönmesini bekliyordu.

Bu kovalamacanın bitmek üzere olduğunu biliyordu. Camdan biraz uzaklaşıp deri büyük koltuklardan birine kuruldu. İçeri giren genç adamla hafifçe gülümseyip hemen karşısında duran koltuğa buyur etti. Son demlerinde olduklarını biliyordu artık…

**

Hye su yavaşça bahçenin kapısını açıp kendini taşlık yola teslim etti. Kafası allak bullaktı. Deli gibi korkuyordu. Tanımadığı bir adamla evlenmek ve il sung’a bir şey olma ihtimali arasında sıkışıp kalmıştı. Taşlık yolda ayaklarını yere vura vura yürürken düşüncelerinden arınmaya çalışıyordu.

Ama il sung’un abisi tea hyun denilen azman düşüncelerine hücum ediyor bu yüzden de öfkeleniyordu. O kas yığını adam annesi ile ilgili gerçekler karşılığında kendisi ile kaçmayı teklif etmişti. Dişlerini sıkarak okkalı bir küfür savurdu. Ancak bu şekilde rahatlayabiliyordu.

Derin bir nefes daha alıp içine çektikten sonra taşlık yolun topraklı yola teslim etmeye hazırlandığı çizgide durdu. Çiftlik evinin sınırlarını belirliyordu adeta. Bakışları hemen ileride duran beyaz çitlere kaydı onlarda bir anda geri gönmüş gibi durduğu noktada bitmiş sol tarafa doğru kıvrılmıştı.

Sarı saçlarını tepesinde toplayıp geri döndüğü sırada arkasında dikilen adamla birkaç adım geriye sendelendi. Ne ara arkasında dikilmeye başlamıştı… En önemlisi ne zamandan beri peşinden geliyordu. Zorlukla kedine gelip “bir problem mi vardı bay…” diye başladığında tea hyun yine sözünü kesmiş ve inatla adını söylemesi için tekrar etmişti.

Hye su artık bu adamın diretmelerini önemsemiyordu. Başıyla selamlayıp hızla adamın etrafından dolanıyordu ki adam güçlü bilekleriyle kızın kolunu yakalayıp kendine doğru çevirdi. Hye su öylesine çelimsiz ve güçsüzdü ki enerji harcamadan kolaylıkla kendisine dönmüştü.

Kızın öfkeyle bakan gözlerine gözlerini dikip “karşında duran kişinin bir büyük olduğunu unutuyorsun…” dedi. Hemen sonra kızı zorla biraz daha kendine yaklaştırıp fısıltıyla konuşmaya devam etti.

“istersen sana bunu hatırlatabilirim.”

Hye su tüylerinin diken diken olduğunu hissetti bir anda… Bedeninden garip bir ürperti geçti. O adamın nefesi tenine değdiğinde garip bir korku kol geziyordu ve yine o korkuya esir olmuştu.

Kolunu adamdan kurtarmaya çalışarak “gerek yok tea hyun. Benden samimi konuşmamı istiyorsun fakat büyüklükten bahsediyorsunuz. Ben yalnız birini yapabilirim.”dedikten sonra hışımla kolunu adamın elinden kurtarıp birkaç santim uzaklaştıktan sonra sözlerini sürdürdü.

“bu yüzden ne istediğinize önce karar verin daha sonra bana bildirirsiniz. Müsaadenizle…”

Derin bir nefes aldığını hissetti o an hye su. Adamdan uzak kaldığı sürece bir problem yoktu. Ama o etrafında olduğunda bedeni koku ile kasılıyordu. O geldiği ilk an hissetmişti bu korku girdabını.

Adımlarını hızlandırıp arkasına bir saniye bile bakmadan kendini çiftlik evine attı. İçeri girdiği an rahat bir nefes aldığını hissetti. Bakışları il sungla buluştuğunda ise ölmeye hazır bedeni yeniden hayat bulmuş gibiydi. Hızla birkaç adımda il sung’un yanına gelip kollarını boynuna doladı.

Şu bir saat içinde nasılda özlemişti bu kendinden uzun yakışıklı adamı… Dudaklarını yavaşça adamın dudaklarına bastırıp onun gerçekten var olduğuna inanmak istedi hye su. Dudakları il sung’un dudaklarına değdiğinde her şeyin gerçek olduğu bir doğruydu. Kollarını adamın boynundan çekerken fısıltı ile “kaçalım…” dedi.

Artık sadece bunu söyleyebiliyordu. Onu gördüğü an kendisini terk eden annesini aramaktan vazgeçmişti. Bir gerçek vardı bu birbirine kenetlenmiş olayların içinde ama şimdi hiç bir şey umurunda değildi. İl sung’un hayretle açılan gözlerine bakıp sözlerini yineledi.

“hadi kaçalım… Sadece senin ve benim olacağımız bir yere…”

İl sung hafifçe başıyla onayladı kızı. Abisinin ani çıkışından bu yana endişeliydi ama ağzını dahi açamıyordu. Gözlerinin önünde bir şeyler gerçekleşiyordu ama onun ne olduğunu bile sorgulamıyordu. Sadece doğru anı bekliyordu. Kızın ellerini kavrayıp hızla kapıya doğru sürükledi kızı. Gitmeye hazırdı. Abisinin ve peşlerinde olan bir sürü insanın o saniye canı cehennemeydi.

**

“ağabey…”

Young jea endişe ile etrafına bakındı. Chin ho buralarda bir yerde olmalıydı ama nerede? Luna parkın içinde bir sağa bir sola dönüyordu çaresizce. Chin ho’nun buraya girdiğini görenler olmuştu. En son duyduğu şey omzundan yaralı olduğu ve zaman geçtikçe çok fazla kan kaybettiğiydi. Ellerini ağzına götürüp yeniden “Ağabey…” diye bağırdı.

Kalabalığın içinde olduğu için sorun teşkil etmiyordu. Arada bir insanlar deli mi bu adam dercesine bakıyor sonra önemsemeden eğlenmelerine deva ediyordu. Bu dünya böyleydi işte. Bir grup insan kendi eğlencelerine bakarken bir grubu yaşamak için çaba harcıyor diğer grubu ise saklanmak için çırpınıyordu. Hayat kimseye adil değildi bu dünyada. Herkes kendi kaderin yaşıyordu. Young jea aynen böyle düşünüyordu.

Elini ağzından çekip çaresizce fısıldadı. “Neredesin abi…”

Bölüm sonu…

KAÇAK GELİNHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin