Ayrılık

1.5K 114 16
                                    

"Koray !"

"Koraay!"

Tatlı uykumdan Sertaçın sesiyle uyanıp kafamı yastıktan hafifçe kaldırdım. Uyandırılmaktan nefret ettiğimi bildiği halde yaptığı için yatağımın başında sinsi bir sırıtmayla bana bakıyordu. Ama ben uyumak istiyordum.

Gözlerimi kısıp "beş dakika ya!" Diye sızlandıktan sonra muhtemelen bahsettiğim beş dakikadan fazla bir süre uyumak için kafamı tekrardan yumuşak yastığıma gömdüm. Çok güzel bir rüya görmüştüm. Hatta o kadar güzeldi ki bir daha uyusam da o rüyaya devam edemeyecek olmak beni kahrediyordu. O simsiyah hareleri artık sadece rüyalarımda görebiliyor olmak da aynı şekilde.

Gerçekte göremiyor olmanın verdiği mutsuzluk yetmiyor gibi rüyalarım sanki benimle dalga geçiyorlardı.

Bak işte bunları elinin tersiyle ittin. Adam ne güzel gelmişti sana ama sen, şımarıklık yapıp kaçtın, ne bekliyordun ki? Peşinden mi gelecekti. Sen ona bütün sevgini vermedikten sonra seni niye sevsin ki?

Bak şimdi, şu an bu gözlere bakarak uyanıyor olabilirdin. Bu saçları okşuyor olabilirdin. Bu adam tarafından seviliyor olabilirdin. Ama değilsin çünkü sen hiçbir şeyi haketmiyorsun. Bu cehennemde yaşamak zorundasın çünkü bunu sen istedin. Kendini bu duruma sen soktun. Saçma gururun olmasaydı şu an bu acıları çekmeyecektin.

Bu gözlere iyi bak, bu siyahlara iyi bak çünkü bir daha göremeyeceksin.

Sırtımda hissetiğim baskıyla bu girdiğim karanlık çukurdan kısa bir süreliğine çıktım. Bir anda sırtımdan ittirilip yataktan aşağı düştüğümde zaten yeni uyandığım için bulanık olan beynim iyice sarsılmıştı. Kahkahaları kulağıma gelen ama yatak yüzünden göremediğim orospu çocuğuna bunu ödetmek için düştüğüm yerden uzanıp yastığımı aldım.

Ben zar zor kalkıp peşine düşerken o çoktan salona ulaşmıştı. Hayır yani aynı evdeyiz, zaten eninde sonunda karşılaşacağız. Salonun kapısında göz göze geldiğimizde sırıttım ve "Sen şindik naneyi yimedin mi?" Diyerek masanın üstünden bir spiderman edasıyla üstüne uçtum.

İyice birbirimize saç baş dalmaya başlarken iki küçük çocuk gibi göründüğümüzden emindim, hadi ben minyon tipliyim fazla sırıtmıyor ama bu adamın sakalı var be!

bir öksürük sesiyle ikimizde durup birbirimize baktık, yutkunduk. Sonra yavaşça sesin geldiği salonun kapısına döndük.

Görüp görebileceğiniz en yargılayıcı bakışlarıyla bizi izleyen yusuf ikimizinde elimizdeki yastıkları bırakmamızı ve ayağa kalkıp üstümüzü başımızı düzeltmemizi sağlamıştı. Biz bunları yaparken Sakince kafasını onaylar biçimde salladı ve Sertaça dönüp " Sen dağınıklığı topla." Dedi. Daha sonra bana dönüp " Sen de git iki ekmek al gel ". Dedikten sonra hızlıca mutfaktaki işine geri döndü. İkimizde aynı anda offlarken dediklerini yapmak için işe koyulduk. Bu çocukta olmasaydı evin ahırdan farkı yoktu. Üstüme ince bir sweat, altımdaki eşofmanı ise hiç değiştirmeden kapıya çıktım.

Önce ayağımdaki çoraplara sonra terliğe sonra da karmaşık bağcıklarıyla beni uğraştıracak olan ayakkabıma baktım. Zaten sokağın aşağısı diyerek terliği ayağıma geçirip hızlı hızlı apartman merdivenlerini indim.

Sokağa çıktığımda gördüğüm manzarayla duraksadım. her taraf neşe saçıyordu resmen, mutlu amerikan filmleri gibiydi, köşede oyun oynayan çocuklar, bisikletiyle yanımdan geçen orta yaşlı abi, pencereden pencereye birbirine selam veren insanlar, ılık bir meltem eserken güneşin bulutların arasından size bakması. Herşey olması gerektiği gibiydi, benim çoraplarımla giydiğim terliğim hariç.

Bu manzaraya kendimi o kadar tezat, o kadar zıt hissediyordum ki, dıştan bakılınca pek bir sorun olmasa da, içimi yiyip bitiren şeyler vardı. Kafayı yiyordum. Her sabah uyanmak, ve onun içinde olmayacağını bildiğim bir güne başlamak cehennem gibiydi. Kendi kendime tekrar ankaraya dönmek için bahaneler kuruyordum. Arkadaşlarım anlamasın diye gülümsemek, şakalar yapmak, umursamıyormuş gibi davranmak o kadar zordu ki, o kadar yorgundum ki. Onu son gördüğüm günden beri sanki hiç uyumamış, hiç gülmemiş, hiç nefes almamıştım, sanki hiç yaşamıyordum. Ayrılık, beni gerçekten beklemediğim yerden vurmuştu. Ne hayallerle gittiğim Ankara mezarım olmuştu. Ve ben kendi ölümünden kaçan bir kaçak gibiydim. Eninde sonunda gelip beni bulacağını biliyordum.

Kendi kendimi susturup kafamı kaldırdım ve masmavi gökyüzüne baktım. Denizle benzer bir rengi vardı ama değildi de. Burukça bir gülümsemeyle sokağın sonundaki bakkala yürümeye başladım. Belki unutmak o kadar da zor değildi. Belki birkaç aydan sonra bu ayrılığı da atlatacaktım. Sadece dişimi sıkmam ve her gün yaptığım şeylere devam etmem gerekiyordu. Evet evet, bu da geçecekti, bundan emindim.

" Üç ekmek abi, kızarık olsun"

İbrahim abi ekmekleri hazırlarken gözlerim bakkal camının dışındaki bir şeye takıldı. Bir sokak arasında bir karartının hızlıca hareket ettiğini görmüştüm sanki. Aynı karartıyı birkaç defa çalıştığım kafede de gördüğümü hatırlıyordum. Muhtemelen benim kafamda kurmamdı. Umursamayıp ekmekleri aldım ve eve doğru yürümeye başladım.

Yusufun yaptığı mükemmel menemen ve dometes sosuyla güzel bir kahvaltı sonrası herkes işine dağılmıştı. Ben ve devran film izliyorduk. Sertaç yarım bıraktığı bir tabloyu tamamlamak için odasına geçmişti. Yusuf ise yapacak yeni tarifler bakıyordu. Cebimdeki telefonun titremesiyle gözümü filmden ayırmadan telefonu çıkarttım. Hamdi abi yarın gelip gelmeyeceğimi soruyor olmalıydı. Aslında işi sevmiştim, bu yüzden devam edecektim. Telefon ekranına baktığımdaysa..

Cafer adlı kişiden bir bildirim.


**

Aynen hesabın şifresi yeni aklıma geldi aynen... Bundan sonra düzenli atmaya çalışcam söz. Umarım bölümü beğenmişsinizdir biraz felsefe yaptım ama.

Manyiak BXB Where stories live. Discover now