EMANET AŞK (KİTAP)

By sumeyyelkoc

9.2M 108K 141K

Şarkılar yalan söylüyormuş Baran, kimse kimseyi öldürmüyormuş sevdadan... Şayet öyle olsaydı, girmez miydim b... More

I | Mutluluğun Kalbine Saplanan Kör Bıçak
II | Aşk Mezarına Dikilen Siyah Karanfil
III | Aşık Kadın Kalbi Tehlikeli Bir Çukurdur
IV | Herkes Bir Gün Evine Döner
V | Mayın Tarlasında Gözün Kapalı Yürümek
VI | Karanlıkta Büyür En Kıdemli Yalnızlıklar
VII | Kehribar Bakışlar ve Aldatıcı Adımlar
VIII | Gerçeğin Yarasını Yalanın Şifası İyileştirmez
IX | Sonbahar Akşamında Sen Canımı Yaktığında
XI | Atan Bir Kalp Ölürse Katil Kelimelerdir
XII | Veda Süsü Verilmiş Cinayetler Var Aramızda
XIII | Kaçak Hisler ve Tutuklu Nefretler
XIV | Yağmurlar Gibi Aniden Bastırdı Hüzünler
XV | Aşk ve Mantık İki Yaralı Düşmandır
XVI | Affetmek Büyüklük Affedememek Büyük Bir Yük
XVII | Zehirli Uykular ve Çıkmaz Sokaklar
XVIII | Yeni Yollar ve Eski Anılar
XIX | Akıldaki Şüphe Kalpteki Sevgiyi Kanatır
XX | Geçmişin Gölgesi Geleceğin Ensesinde Bekler
XXI | Doğrular ve Yanlışlar İç İçe
XXII | Candan Değil Camdanmış Aşk
XXIII | Ev Sandığın Çatı Mezarın Olduğunda
Emanet Aşk Ön Sipariş, Çekiliş, İmza Günü!
XXIV | Yokluğun ve Yok Oluşum

X | Kanatları Koparılan Kuşlar Bir Daha Uçamazlar

71K 5.9K 13.9K
By sumeyyelkoc

Merhaba, yeni bölüm geldi. Hepinize keyifli okumalar dilerim. Oy ve yorumlarınızı ihmal etmeyin lütfen. Bu konuda daha anlayışlı olmanızı rica ediyorum, emeğe saygı göstermek zor olmamalı. 🤍

Twitter'da #EmanetAşk hashtagiyle görüşlerinizi tweet atabilirsiniz. Hepsini tek tek okuyorum.

Twitter ve Instagram/sumeyyelkoc


EMANET AŞK

10

"Kanatları Koparılan Kuşlar Bir Daha Uçamazlar"

#Ufuk Çalışkan - Aşk Payı

Küçük kız, hafif bir esintiyle ırgalanan gül fidanlarının tomurcuklarına ufacık parmaklarıyla dokunuyor, arada bir parmak uçlarında yükselip boyunun yettiğince onları koklamaya çalışıyordu. Hayranlıkla bakıyordu her birine; nasıl da birbirinden güzel ve ihtişamlılardı, üstelik de rengarenk... Ama o en çok beyaz olanları seviyordu. Çünkü beyaz güller saflığı, masumiyeti ve sadakati temsil ediyordu.

Babası öyle söylemişti.

İç çekti. Onu çok özlüyordu...

Yüze kadar saymayı öğrenmişti ve bugün, babasız geçirdiği kırk dokuzuncu gündü.

"Bir süre sonra sensiz geçen günlerimi nasıl sayacağım baba?" diye mırıldandı küçük dudaklarının arasında. "Sayamayacağım kadar çok zaman geçtiğinde çıkıp gelir misin acaba?"

Mahzun sözlerinin ardından kafasını kaldırdı, masmavi bulutsuz gökyüzüne gözlerini kırpıştırarak baktı. Babası onu çok uzaklardan, sonsuzmuş gibi görünen mavi göğün arkasından izliyordu. Emin değildi, herkes öyle söylüyordu.

Yeşil gözlerini tekrar beyaz güllere diktiğinde, "Çok güzel değiller mi?" diye sordu Baran'a. Bir cevap alamayınca dönüp baktı ona. Tek dizini yere yaslamış vaziyette bilyelerini sayıyor, saydıklarını kavanoza dolduruyordu. İnatçı kahverengi saçları vardı Baran'ın, ne kadar geriye iterse itsin sonunda geri alnına dökülüyordu.

Ve Açelya, her seferinde o saçlara dokunup düzeltmek istiyordu. Pek tabii bu mümkün olmuyordu. Bir o kadar da çatık kaşları vardı Baran'ın. Neye kızıyordu da çatıyordu hiç anlamıyordu. Halbuki gülümsediğinde çok daha güzel oluyordu yüzü.

"Doksan dokuz, yüz, yüz bir, yüz iki, yüz üç, yüz dört, yüz beş..." Derin bir nefes alarak sustuğunda kehribar kahvesi gözleri parladı, Açelya hâlâ onu izliyordu. "Tamı tamına yüz beş tane bilyem var," dedi heyecanla. Sonra kafasını kaldırıp evin bahçesinden dışarı baktı. "Nerede kaldı bu çocuk ya?"

Açelya dudaklarını büzdü, Baran onu duymamıştı bile. Hep kendi gibi büyük çocuklarla oynuyor, Açelya'nın yüzüne bakmıyordu. Eğer Mehmet günlerdir hasta olmasaydı onunla oynardı ama fena üşütmüştü, yatağından çıkamıyor, sürekli öksürüyordu. Ne şanssızdı ama... Etrafta da arkadaş olabileceği bir tane bile kız yoktu!

"Bugünlük benle oynasan?"

Küçük parmaklarını birbirine dolayıp dudaklarını ısırdı. Fakat Baran onu yine duymadı.

Sesi mi çıkmıyordu yoksa Mehmet'le izlemeyi çok sevdikleri o hayalet Casper gibi görünmüyor muydu hiç bilmiyordu Açelya... Kaşlarını çattı. Çatıldığı zaman belli olmayan, varla yok arası sarı, seyrek kaşlarını.

Ve bir kez daha şansını denedi. Daha yüksek bir sesle.

"Bugünlük benle oynasan?"

Baran onu fark etsin diye neredeyse çığlık atmıştı ama duymuştu nihayet! Kafasını kaldırıp kendisine baktığında bedenini şirin bir tavırla bir sağa bir sola çevirmeye başladı. "Hı? Oynayalım mı? Körebe oynayabiliriz... Saklambaç da oynarız istersen?"

"Olmaz!" Baran kesin bir dille teklifini reddettiğinde yüzü düştü Açelya'nın. "Mert gelecek, misket oynayacağız biz. Hadi, sen git eve."

"Niye gidiyormuşum?" diye sordu neşeden uzak bir sesle. Öğretse gayet de oynayabilirdi o bilyelerle. O kadar da zor olduğunu düşünmüyordu.

"Kız oyunu değil çünkü bu," dedi Baran Açelya'ya bakmadan. Gözü yoldaydı, Mert nerede kalmıştı?

"Niye değilmiş?" İnce sesiyle itiraz etti. "Ben de oynayabilirim!"

"Olmaz dedim ya..." Baran ayağa kalkıp Açelya'ya tepeden bir bakış attı. "Sen git bebeğinle oyna."

"Sıkıldım ben bebeklerden." Dudaklarını bükerken omuzlarını silkti Açelya. "Dışarıda oynamak istiyorum."

Baran tam bir şeyler söylemeye hazırlanıyordu ki Mert'in sesini duydu. Elinde bilyeleriyle birlikte koşa koşa geliyordu. "Hah, geldim!" dedi soluk soluğa karşısında durup, ellerini dizlerine bastırdığında. "Bu sefer ben kazanacağım ve bilyelerimi senden geri alacağım."

Baran dudaklarını kıvırdı ve ardından Mert'e küçümseyici bir bakış attı. "Elindekilerden de olma sonra."

"Olmam," dedi Mert, kendinden emin görünüyordu. "Hadi başlayalım."

Açelya kollarını göğsünde birleştirmiş, öylece onları izliyordu. Ama izlemek değil, oynamak istiyordu. Belki çok konuşur ve durmadan oynamak istediğimi söylersem bir şansım olabilir, diye düşündü. Pes etmeyecekti.

"Ben de oynamak istiyorum."

Konuşuncaya dek onu fark etmeyen Mert'in bakışları üzerine çevrildiğinde tek ayağıyla ayakkabısının ucundaki toprağı eşeliyordu Açelya. Baran'sa yine yere tek dizini çökmüş, bilyeleri toprağın üstüne diziyordu. Fakat o an ikisi de Mert'in dudaklarından dökülen alaycı cümleyle durdu.

"Bu besleme nereden çıktı ya?"

Açelya'nın tebessümü soldu, Mert'in ne demek istediğini anlamamıştı ama o da Baran gibi kendisini istemiyor olsa gerekti. Yoksa neden alay eder gibi konuşacaktı ki? Bakışlarını Baran'a çevirdi, o an onun 'hadi eve git' demesini beklerken hiç ummadığı bir tepkiyle karşılaştı.

Baran Mert'e bakıyordu. Hem de kötü bir şekilde. Bazen Mehmet onu sinirlendirdiğinde baktığından çok, çok daha kötü bir şekilde.

"Ne dedin sen?" diye sordu bilyeleri dağıtıp ayağa kalkarken, sesi çok öfkeliydi.

"Yanlış bir şey mi dedim sanki?" Mert bakışlarıyla Açelya'yı işaret ettiğinde, "Annemle babam öyle söylüyor," dedi diklenerek. "Onun gibi çocuklara besleme denirmiş."

O an Baran birden Mert'in üstüne atlayarak onu kuvvetiyle yere devirdi. Açelya ise ellerini korkuyla aralanan dudaklarına kapattı. Baran yumruklarını bir bir Mert'in yüzüne geçirirken çok ürkütücü görünüyordu. Ve Açelya tüm bu olanlara bir anlam veremiyordu. Mert, Baran'ın en yakın arkadaşı değil miydi? Neden Baran sözlerine bu kadar sinirlenmişti?

Eve girer girmez soracaktı Selma annesine.

Besleme ne demekti?

🐚

Bir zamanlar severdi beni,
Ağladığımı görünce ağlatacak kadar.
Bir zamanlar, gerçekten de severdi beni...
Kimsenin kanatlarımı kırmasına izin vermeyecek kadar.
Şimdi kanatlarım yok, onları kopardılar.
Ve o bunu öylece seyretti.
Oysaki çok iyi biliyordu;
Kanatları koparılan kuşlar, bir daha uçamazlar.

Uykusuz bir geceyi ardında bırakmanın bitkinliğini en çok gözler yansıtıyordu, bir de koyu göz halkaları.

Hayatım boyunca hazmedemediğim tek şeydi insanların beni kimsesizliğimle vurması. Ve ailem dediğim insanlarla aramda kan bağı olmadığının acımasızca yüzüme haykırılması. Bunu yaptıklarında ellerine ne geçiyordu? Bana uykusuz bir gece bahşettikleri zaman kendileri nasıl uyuyorlardı? Vicdan konusuna hiç değinmiyordum bile, ama içlerinde ufacık bir sızı bile hissetmiyorlar mıydı?

Sabahın köründe kendimi evden dışarı atmış ve soluğu ilk defa geldiğim bir kuaför salonunda almıştım. Saçlarımın hali içler acısıydı ve benim bunu kimseler görmeden halletmem gerekiyordu. Neyse ki bugün yalnızca bir dersim vardı, o da öğleden sonra ikide başlıyordu.

Bir yandan dizlerimin üstüne koyduğum derginin sayfalarını karıştırıyor diğer yandan çalışan kadının hazırlıklarını bitirmesini bekliyordum. Her zaman gittiğim lüks salonlardan değildi burası, kendi halinde küçük bir yerdi. Şanslı sayılmalıydım çünkü henüz benden başka bir müşteri yoktu.

"Birazdan alacağım sizi." Kadın bana bakıp gülümsedi. Tezgahın üzerini siliyordu. "Bir şey içmek ister misiniz?"

Tebessüm ederek kafamı salladım. "Teşekkür ederim."

"Buyurun, oturun siz," dedi koltuğu çekerek. Elimdeki dergiyi bırakıp ayağa kalktım ve kadının çektiği koltuğa oturdum. Etrafa tedirgin bakışlar atıyordum, başkasını hiç alakadar etmese bile saçlarımın halinden utanıyordum.

Makası küçük bir çocuğun eline versem daha iyi keserdi saçımı.

Neyse ki hâlâ ensemde ufak bir topuz yapabileceğim kadar saçım vardı.

Kadın içeri gitti, bense derin bir nefes alıp elimi saçlarıma attım ve tokayı çekip çıkardım. Saçlarımın haline aynadan bir kez daha bakarken yüzüm asıldı. Aylardır uzatmak için türlü yöntemler denediğim saçlarımı bir anlık öfkeyle mahvettiğime inanasım gelmiyordu.

Tam da istediğim uzunluğa ulaşmışken.

Kuaför salonunun kapısı birden açıldı ve içeriye otuzlu yaşlarının başında gibi görünen, alımlı bir kadın girdi. Aynadan kısa bir an göz göze geldiğimizde bakışlarımı kaçırdım. Kadın çantasını bekleme koltuğuna bıraktığı gibi bu tarafa yürüyüp diğer boş koltuğa oturdu. Bu kadar rahat davrandığına göre buranın daimi müşterilerinden biri olmalıydı.

Yanılmadım.

"Figen!" diye seslendi içeriye doğru. "Ben geldim canım. Çay demlediysen bir bardak alırım."

"Ah Sanem!" Adının Figen olduğunu öğrendiğim kuaförün cevabı gecikmedi. "Demleniyor, getiririm hemen."

Sanem denen kadının bakışları üzerime çevrildiğinde tekrar gözlerimi kaçırdım. Saçlarıma bakıyordu, hem de büyük bir dikkatle.

"Aşk mı?"

Bana mı söylüyordu?

Yüzümü ona çevirdiğimde anlamadığımı belirten bir bakış attım.

"Aşk mı?" Sorusunu yinelerken bakışlarıyla saçlarımı işaret etti. Ne diyeceğimi bilemeyerek kadının suratına bakakaldığımda hızlı bir nefes alarak sessizce mırıldandı. "Başka bir sebep bu hale getiremezdi zaten."

Kaşlarım çatıldı. Belki canım sıkıldığı için kesmiştim saçlarımı, nereden biliyordu? Belki de arkadaşımla girdiğim bir iddiayı kaybettiğim için bu haldeydim. Nasıl bu kadar emin konuşuyordu?

"Aşk falan değil," dedim sert bir ses tonuyla. Tüm hıncımı tanımadığım bir kadından çıkaracak kadar doluydum. Ama kadın bozuntuya vermedi. Aksine, gülümsedi.

"Kendini mi kandırıyorsun?" diye sorduğunda kavisli kaşları havaya kalktı. "Ben yemem de bunları..."

"Nereden vardınız böyle bir kanıya?" Kadını kısaca süzdüm. Kızıl, dalgalı saçları omuzlarındaydı, oldukça koyu ve iri gözlere sahipti. "Saçlarımın hangi sebepten bu halde olduğu alnımda yazmıyor sonuçta."

"Halinden." Parmağını yüzüme doğrulttu. "Gözlerinden." Cevap vermediğimde kendi kendine devam etti. "Aslında, sana bakınca kendimi gördüğümden."

Yine cevap vermedim, susarsam daha fazla konuşmaz diye düşündüm. Ama bir an sonra merakıma yenik düştüm. "Sen de mi kesmiştin saçlarını?"

Çekingen bir tavırla ona baktığımda tekrar gülümsedi. "Daha fenasını yaptım ben..." Ellerini öne doğru uzatıp bileklerini gösterdiğinde gözlerim büyüdü. İki bileğinde de kesik izleri vardı.

"Ne zaman yaptın bunu?" diye sordum hayretle. Sonra birden elimi dudaklarıma kapattım. "Özür dilerim, eğer yeniyse..."

"Ziyanı yok. Yeni değil, yıllar oluyor. Senin gibi toy bir genç kızdım." Gülümsemesini sürdürdü ama dudaklarının kıvrımlarında bir burukluk yeşerdiğine şahit oldum. "Çok saftım, çok aptaldım..."

İç çeker gibi bir nefes aldığında, "Canından canını, ruhundan ruhunu söküyorlarmış sanırsın," diye devam etti. Bakışları duvara kaydı. "Çektiğin acının dünyada bir eşi benzeri yokmuş gibi kahırlanır, kimseye bir şey demeden çekip gitmeye kalkışırsın."

Bir müddet sustu ve sonra kopkoyu gözleriyle gözlerimin içine baktı. "Çünkü onun bir başkasına aşkla bakan gözleri, senin cehennemindir."

İçimi ürperten bu cümle hafızama kazındı, kalbimin duvarlarını hırpaladı. Yarama dokundu, canımı yaktı.

"Ama bitiyor biliyor musun? O uğruna ölmeyi isteyeceğin kadar acı veren aşk da ıstırabı da bitiyor... Her aşk günün birinde kendi cenazesini kaldırıyor..." Üst üste kafasını salladı. "O zamanlar hiç inanılır gibi gelmiyor ama inan, bitiyor..."

Güçlükle yutkundum. "Geriye ne kalıyor peki?"

"Kimseye eyvallahı olmayan bir yürek," dedi Sanem yan bir gülüşle. Koltuğunu bana yaklaştırıp elini uzattı, avuç içini kalbimin üstüne bastırdığında hiç çekinmedim. "Merak etme, uslanıyor günün birinde... Henüz çok körpe."

Geri çekilirken saçlarını kulaklarının arkasına sıkıştırdı. "Yani lafın kısası, yapma güzelim. Hiçbir aşk buna değmez."

"Sadece aşk değil ki," dedim bakışlarımı ellerimi düşürerek. "Benimki çok başka."

"Ne peki?" Sorusuna cevap beklemeden devam etti. "Ne kadar oldu bilmiyorum ama sadece birkaç aydır veya birkaç senedir tanıdığın bir adam saçlarından daha kıymetli olmamalı."

Bu defa gülümseyen bendim.

Sadece birkaç aydır veya birkaç senedir.

"Düşün ki çok sevdiğin biri var ve sen onu tüm sıfatlarla seviyorsun," dedim yüreğimin kilidini kırarak. "Onu kimseyle paylaşamıyorsun, çünkü en güzel anılarının sahibi olmuş. Sana koşmayı, düştüğünde ayağa kalkmayı, satranç oynamayı, topa daha iyi vurmayı, uçurtma uçurmayı öğretmiş. Birlikte yıllarınız geçmiş... Sonra araya yollar girmiş. Bu sefer de hasretiyle sınanmayı öğrenmişsin. Hiç kimse onun gibi olamamış, başkalarının gülümsemeleri bile onun sana dümdüz bakması kadar sahici hissettirmemiş. Sen de yıllarca geçmişin hatıralarına tutunarak beklemişsin onu. Ama o geri döndüğünde sana bir yabancı olmuş. Bir zamanlar seni koyduğu yere bir başkasını koymuş."

Sesim titrediğinde sustum. Kalbimin üstüne bir kova kezzap dökülmüş gibi hissediyordum.

"Ben tam da bunu kaldıramıyorum," dedim dudaklarımı birbirine sıkıca bastırdığımda. "İçimde öyle illet bir his var ki... Kimselere anlatamıyorum." Sanem bana afallamış bir şekilde bakıyordu. "Sadece aşktan değil yani... Çocukluğum kayıyor ellerimden, tutamıyorum."

Sohbetimiz kuaförün gelmesiyle son buldu ve ben önüme döndüm. Bazı insanlar kitap gibiydi, onlardan ya bir şeyler öğrenirdin ya da sana okuduğun bazı romanlarda var olmuş karakterler gibi buruk hissettirirdi. Sanem'in hikâyesi neydi bilmiyordum, nasıl bir kadındı ve neler yaşamıştı... Belki birbirimizden çok farklıydık ama ortak bir noktamız vardı.

Kuaför kadına sadece saçlarımı düzeltmesini, boyunu daha fazla kısaltmaktan mümkün mertebe kaçınmasını söylemiştim. Öyle de yapmıştı, hiç bilmediğim sıradan bir yere gelirken çok tereddüt etmiştim ama kadın onlarca para döktüğüm pahalı mekânlardaki kuaförlerden daha iyiydi.

Saçlarımı tam omuzlarımın üstünde kalacak şekilde kesmeyi bitirdiğinde oyalanmadan oturduğum koltuktan kalktım, kesim parasını fazlasıyla bıraktım ve oradan ayrıldım. Çıkmadan önce sanki bir daha karşılaşacakmışız gibi, "Görüşürüz," demişti Sanem. Adımı bile bilmiyordu oysa.

Civarda bulduğum taksilerden birine atlayıp evin yolunu tuttum. Çok sürmeden taksi kapının önünde durduğu sırada telefonum çalmaya başladı. Arayan Selma annemdi. Saat onu geçiyordu ve sanırım evdeki yokluğum anlaşılmıştı. Kimselere görünmeden eve girip odama çıkmayı planlıyordum ama zaten saçlarımı gördüklerinde kuaföre gittiğim ortaya çıkacaktı.

Ne dert ama... Köy yanarken saçını tarayan deli misali, evdeki herkes dünün tedirginliğini taşırken ben kuaföre gitmiştim. Kesin bana kızacaklardı.

Aramayı reddedip telefonumu pantolonumun arka cebine attım. Demir kapının önünde durup şifreyi girdikten sonra, avluyu koşar adımlarla yürüyüp kapının önüne vardım ve zile bastım. Saniyeler içinde kapıyı açan Emine Abla'nın hemen arkasında elinde telefon, kaşları çatılı vaziyette annem belirdi.

Emine Abla hiçbir şey demeden mutfağa yürüdü.

"Neredesin Açelya?"

Annem kızgındı, tam tahmin ettiğim gibi. Bakışları omuzlarımın üzerinde duran saçlarıma takıldığında kaşları daha fazla çatıldı. "Sabahın köründe kuaföre mi gittin sen?"

Kızmakta haklıydı, üstümüzdeki tehditten henüz kurtulamamışken evden bir başıma çıkmam mantıksızdı. Fakat dünden sonra Murat Yıkılmaz'ın daha da ileriye gideceğini sanmıyordum. Özellikle de polislerin gözü üzerindeyken...

"Randevum vardı." Suçlu bir tavırla bakışlarımı yere eğdim. "İptal edemezdim çünkü önümüzdeki günlerde derslerim çok yoğun olacak."

"Saçlarını kestirmek de nereden çıktı?" diye sordu şüpheyle. Saçlarımı kestirmeyi asla düşünmediğimi iyi biliyordu.

"Değişiklik olsun istedim."

Bana inanmamış gibi baktı lakin üstelemedi. "Bunu daha sonra konuşacağız," dedi başıyla salonu işaret ederken. "Misafirimiz var. Babanın arkadaşıymış, bir polis."

Rıdvan Amir'den mi bahsediyordu?

"Önemli bir şeyler söyleyecekmiş. Gel hadi."

İçeri geçip kapıyı kapattım, annem önde ben arkada salona ilerlediğimiz sırada Baran'ın da evde olmasından endişe ediyordum ki düşündüğüm şey oldu. Babamla aynı koltukta yan yana oturuyorlardı, Rıdvan Bey de hemen karşılarındaki koltuktaydı.

Annemle berjerlere geçip oturduğumuzda bakışlarım yerdeydi. Sabah sabah evdeki yokluğum telaş yaratmış olacak ki babam da annemden farklı davranmadı. Fakat kızgınlığını sadece bakışlarına yansıttı, evimizde yabancı bir adam varken bunu dile getirmedi.

Gözlerimi babamın hiddetli bakışlarından kaçırıp fark etmeden Baran'a çevirdim. Bana dikkatle bakıyordu, daha doğrusu saçlarıma.

Fark etmişti, fark etmemesi mümkün değildi dün geceden sonra.

Gözlerini ağır ağır yüzüme kaldırıp gözlerime baktığında bakışlarımı kaçırmadım. Artık ne hissettiklerimden kaçacaktım ne de korkularımdan. Ben kötü olan hiçbir şey yapmamıştım. Bunu o da biliyordu. Yoksa şu an bana bakan gözlerinde o suçluluk hissi olmazdı.

En çok da bu yakıyordu canımı.

Baran bana ne yaşattığını çok iyi biliyordu.

"Rıdvan'ın bize söyleyeceği önemli bir şeyler var." Babamın gür sesi bakışlarımızın arasında keskin bir makas görevi gördü. "Hepimizi ilgilendiriyor."

"Açelya da geldiğine göre..." Annem sabırsızca araya girdi, babam birazdan duyacaklarımızı biliyor olmalıydı. Çünkü annem gibi meraklı görünmüyordu. "Dinliyoruz Mahir, hepimiz."

"Evet." Rıdvan Bey boğazını temizledi. Meraklı gözlerimiz onun üstündeydi. "Dün gece Murat Yıkılmaz'ı tutukladık."

Beklemediğim bu haber karşısında gözlerim büyüdü ve bakışlarım doğruca babamın yüzüne tırmandı, neler olmuştu bilmiyordum ama yüzünden düşen bin parçaydı. Böyle bir habere sevinmesi gerekmez miydi?

"Ah!" Annem şaşırdı, elini göğsünün ortasına bastırırken, "Nasıl oldu?" diye sordu. "Dün tutukladığınız o adam mı itiraf etti her şeyi?"

"Aslında evet," dedi Rıdvan Bey, sesinde anlam veremediğim bir tereddüt vardı. "Düşündüğümüz kadar bizi zorlamadan itiraf etti Murat Yıkılmaz'ın adamı olduğunu. Biz de bu itirafın üzerine Murat Yıkılmaz'ı tutukladık. Ama tuhaf bir durum var."

Sözlerinin ardından duraksadı ve babama baktı. O sırada Baran araya girdi. "Devam edin lütfen."

"Otuz yıllık mesleki tecrübeme dayanarak rahatlıkla söyleyebilirim ki Murat Yıkılmaz'ın bir suçu yok. Artık bir insanın gözlerine bakınca bile anlar olduk yalan söyleyip söylemediğini. Dün akşam karakola getirildiğinden beri olayla bir ilgisi olmadığını söyleyip duruyor ve bunu yaparken de hiç yalan söylüyormuş gibi görünmüyor."

"O değilse kim o zaman?" diye sordu Baran, onun da babam gibi yüzü asılmıştı duyduklarından sonra. "Elbette olayla bir ilgisi olmadığını söyleyecek, suçunu kabul edecek hali yok, işin içinden sıyrılmak isteyecek."

Baran'ın sözlerine hak veriyordum fakat içime bir şüphe düşmüştü. Zaten dünden beri aklımı kurcalıyordu bu mesele.

"Neye dayanarak söylüyorsunuz bunları?" Annem daha sakin bir sesle araya girdi, babam ve ben sessizce dinliyorduk. "Sonuçta bir bildiğiniz olmasa konuşmazsınız böyle, değil mi?"

Rıdvan Amir kafasını salladı. "Dünkü saldırının her detayı önceden planlanmışa benziyor," diye devam etti sözlerine. "Saldırganların sadece iki kişi olması, saldırıyı sıradan bir mahallenin sokağında yapmaları, saldırmadan önce Murat Yıkılmaz'ın adını vermeleri ve oyunları anlaşılmasın diye biri kendini ele verirken diğerinin kaçıp gitmesi..."

Derin bir nefes alarak sustuğunda gözlerini tek tek hepimizin üzerinde gezdirdi. Annem afallamıştı, Baran yarı öfkeliydi, babamsa dümdüz bakıyordu.

"Ben anlamıyorum," diyerek bozdum sessizliğimi. "Yani tüm bunlar..."

Baran sözlerimi yarıda kesti. "Birisi oyun oynuyor ve suçu da Murat denen herifin üzerine atmaya çalışıyor. Söylemeye çalıştığınız bu mu?"

"Evet, oğlum. Tam olarak bundan söz ediyorum. Aksi ihtimal düşünülemez bile. Eğer birisi size gerçekten zarar vermek isteseydi bunu göz önünde yapmazdı, bunu sadece iki adamla yapmazdı, o adamlar da öyle ha deyince yakalanmazlardı. Özellikle Murat Yıkılmaz'ın adını hele, hiç vermezlerdi." Tek eliyle koltuğun kenarından tutarak oturduğu yerde dikleşti Rıdvan Bey. "Zaten başından beri aklıma yatmamıştı Murat Yıkılmaz'ın böyle bir şey yapacağı. Evet, aranızda bir husumet oldu ama bitti, gitti. Zaten o da aldı dersini. Niye bu kadar zamandan sonra birden ortaya çıkıp açsın ki kapanmış mevzuyu?"

Rıdvan Bey'in sözlerinde mantıksız bir şey yoktu. Tüm bunları nasıl düşünemediğimi aklım almıyordu sadece, Azra aptalı dün gece zihnimi o kadar meşgul etmişti ki saldırının detaylarını irdelememiştim bile. Şimdi yerli yerine oturuyordu her şey. İçimdeki kuruntu ve aklımı kurcalayan tüm düşünceler.

Adamlar bize bile isteye yenilmişti, zaten bu kadar çabuk pes etmeleri akıl alır gibi değildi.

"Kim yapmak ister bunu Mahir?" Annem korku dolu ve çaresiz gözlerle babama baktı. "Var mı senin şüphe duyduğun birisi?"

Bakışlarım babama çevrildi, nutkum tutulmuş gibi dudaklarımı kıpırdatamıyor, konuşamıyordum. Ama babam susuyordu, sanki bir şey biliyor da bizden gizliyormuş gibiydi. Rıdvan Bey'le bakışıyor ve ağzını bıçak açmıyordu.

"Bundan sonrasıyla bizzat, ben ilgileneceğim," diyerek kestirip attı. Bu ne demekti?

"Nasıl yani?" diye sordu annem gözlerini kısarak. Aklından neler geçirdiğini tahmin edebiliyordum. Şüphe ettiğin biri varsa bizden neden gizliyorsun Mahir?

Babam anneme dümdüz baktı, bir an sonra bakışları değişti ve bakışlarındaki imayı anlayan annem üstelemedi. Yüzü birden değişmişti.

"Diyeceklerim bu kadardı," dedi Rıdvan Bey, ardından ellerini dizlerine bastırarak ayağa kalktı. Babamla ikisinin bildikleri bir şey vardı, ama bize söylemiyorlardı. "Elbette olayın peşini bırakmayacağız ama size tavsiyem şikayetinizi geri çekmeniz yönünde olacak." Baran'a ve bana bakarak konuşuyordu. "O adam suçsuz, bu işin arkasında bir başkası var."

Babam Rıdvan Amir'i yolcu etmek için ayağa kalktı, birlikte salondan çıkıp uzaklaştıkları sırada bakışlarım Baran'a çevrildi. Anneme şüpheyle bakıyordu.

"Babam kimden şüpheleniyor?" diye sordu parmaklarını çenesinde gezdirirken. "Bakıştıktan sonra sustuğunuzu fark etmedim sanma, söyle."

Annem önce bana, ardından Baran'a ters bir şekilde baktı. "Ne bileyim oğlum ben? Babanın üsteleme deme bakışıydı o. Benim de bildiğim bir şey yok."

Babamın şüphelendiği ismin kim olduğunu annem de mi bilmiyordu yoksa anlamıştı da bize mi söylemiyordu anlayamadım. Her şey karman çorman olmuştu, ne düşünmem gerektiğini bilmiyordum.

"Emin misin?" Baran konuyu kapatacak gibi görünmüyordu. "Babamla yüz göz etme beni, biliyorsan söyle. Bizden gizlemeyi aklına koymuşsa sittin sene söylemez çünkü."

"Aaa bilmiyorum dedim ya Baran..." Annem bir hışımla oturduğu berjerden kalktı ve kapıya doğru yürüdü. "Kahvaltı etmedik, kahvaltı! Sonra konuşuruz bunları."

Annem kapıdan çıkar çıkmaz Baran'la birbirimize baktık istemsizce. Evet, annem de bir şeyler biliyordu.

Ve bildiği her neyse, bizimle paylaşmamaya kararlı görünüyordu.

Baran'la konuşmamak için ayağa kalktım ve salondan çıkıp merdivenlere yürüdüm. Kahvaltıya oturmadan önce ellerimi yüzümü yıkayacaktım, ve okulda giyecek kıyafetlerimi ayarlayacaktım. Tabii bunları yaparken deliler gibi düşünecek ama işin içinden çıkamayacaktım.

Böyle bir şeyi kim, neden yapardı?

Babam bizden ne gizliyordu?

Kahvaltı masasına dört kişi oturmuştuk, Mehmet hâlâ yoktu. Kasvet dolu bir sessizlik içinde karnımızı doyururken Baran konuyu tekrar açmaya yeltenmiş ama sert bir şekilde geri çevrilmişti. Babam çok huysuz, çok huzursuzdu. Bildiği her neyse, şüphe duyduğu her kimse bunu bizden gizlemesindeki amaç ne olabilirdi bilmiyordum.

Kendisiyle alakalı bir durum mu vardı orada?

Bir kabahat işlemişti de bizim öğrenmemizden mi çekiniyordu?

Sırf bunu düşünerek sormuyordum ne olduğunu, haddimi ve yerimi bilmem gerekiyordu.

Kahvaltıdan sonra odama çıkıp ağır ağır hazırlanmış ve ders saatim yaklaşıncaya dek bugün işleyeceğimiz konuların üstünden geçmiştim. Saat bire yaklaştığında çantamı omzuma astım ve boy aynamdan kendime son bir kez baktım. Üstüme buz mavisi, askılı bir crop bluz ve ince, gri renkte salaş bir hırka geçirmiş, altıma İspanyol paça mavi bir kot giymiştim. Kısa saçlarıma henüz alışamasam da fena değildim.

Ve bugün, makyajı biraz abartmıştım.

Oysa koyu bir ruj gizleyemezdi dudaklarıma yuva yapmış mutsuzluğu, ya da kat kat sürülmüş rimel saklayamazdı bakışlarımın ardındaki ruhsuzluğu.

Odamdan çıkıp aşağı indiğimde annem salondaydı, hararetli bir şekilde telefonla konuşuyordu. Bölmemek için yanına uğramadan direkt evden çıktığımda avluda Baran'ı gördüm. Babamla birlikte gittiğini sanıyordum ama buradaydı.

Beni okula Cemil Amca bırakacaktı, tedbir amaçlı arkamızdan bizi takip edecek polisler de olacaktı ama adam ortalarda gözükmüyordu. Yavaş adımlarla ilerleyerek avlunun ortasında durdum, Baran'dan ne kadar uzak durursam o kadar iyiydi benim için.

Ama o aynı şeyi düşünmüyor olsa gerek, gözünü üstüme dikmiş bana bakıyordu.

"Ne?" diye çemkirdim sonunda. "Cemil Amca'yı bekliyorum, sen işine bak."

Elindeki telefonu cebine attı ve arabasının kaputuna yaslanırken ellerini de kaputa bastırdı. "Benim işim sensin," dedi ciddi bir tavırla. "Seni okula bırakacak, oradan da babamın yanına geçeceğim."

Dalga geçer gibi görünmüyordu, zaten ikimizde de öyle bir hal kalmamıştı.

"Neden sen bırakıyormuşsun beni?" Tedirgin bir şekilde müştemilata doğru baktım. "Cemil Amca! Cemil Amca!"

"Bağırma boşuna, işi varmış adamın. Konuşacaklarımız var zaten, gel hadi."

Onu duymazdan gelerek müştemilata doğru bakmaya devam ettim ama Cemil Amca gelmeyecekti, bu kesin Baran'ın işiydi. Sonunda pes ettim ve Baran'ın mavi Audi'sine doğru yürüdüm. Derse geç kalacağım bir durum yoktu ama amfide birkaç sıra arkaya oturmak bile benim için büyük bir kayıptı. Irmak ya da ben, hangimiz önce varırsak en önü kapmaya çalışıyorduk.

Arabaya binip emniyet kemerimi taktım ve arkama yaslanıp telefonumu elime aldım. Baran konuşuncaya kadar da ağzımı açmayacaktım.

Evden uzaklaştıktan dakikalar sonra Baran beklemediğim bir soru sordu.

"Azra sana ne söyledi?"

Konuşacağımız konunun sabahki mevzuyla alakalı olacağını sanıyordum. Azra nereden çıkmıştı?

Bakışlarımı telefon ekranımdan kaldırmadan, "Ne alaka şimdi?" dedim ilgisiz bir ses tonuyla. "Ayrıca neden Azra'ya sormuyorsun ki?"

"Ne dedi sana?" diye üsteledi Baran. Kafamı sola çevirip ona baktığımda göz göze geldik ve kaşlarım çatıldı. "Hiçbir şey! Bana değil, yola bak."

Baran bakışlarını yola çevirdi ama cevabım onu tatmin etmemişti. Yüzü anında gerilirken bakışları da sertleşti. "Saçlarını neden kestirdin?"

Dudaklarım kıvrılırken sessizliğe sığındım. Dün geceden sonra seni ilgilendirmez diyerek kestirip atamazdım ama söyleyecek bir şeyim de yoktu.

"Açelya..." diye soludu Baran. "Hallettiğimizi zannediyordum." Ve o an ipler bende koptu.

"Neyi hallettiğimizi sanıyordun ya?" Kendimi tutamayarak bağırdım. "Neyi? Her şey senin istediğin gibi oldu işte! Olmak istediğinin yanındasın, özgürsün, sana karışan, adına kararlar veren yok. Saygı duyuyorum, sırf sen mutlu ol diye susuyorum ama ben içimde hiçbir şeyi halledemiyorum Baran." Öyle öfkeli ve öyle doluydum ki sesim titriyordu. "Senin aksine!"

Baran benim gibi bağırmadı ama ses tonu sakin değildi. "Seni bu hale getiren ben değilim. Ben sana hiçbir şey yapmadım." Kırmızı ışıkta sert bir frenle durduğunda direkt bana baktı, gözlerinde bir yıl aradan sonra onu ilk kez gördüğüm o akşamki öfkenin aynısı vardı. "Sen ne yaptıysan, kendine yaptın."

"Evet." Dudaklarımı birbirine bastırırken yavaşça kafamı salladım. "Ben ne yaptıysam, kendime yaptım. Sorduğun soruya hâlâ bir cevap bekliyorsan söyleyeyim; Azra benden hoşlanmıyor, sürekli yan yana olmamızdan da... Ama kız haklı, ben olsam ben de tahammül edemezdim böyle bir duruma."

Baran çenesini sıkmış, bomboş gözlerle öylece yüzüme bakıyordu. Derdi ben değildim ki... Belki de sevgilisinin canını sıktığımı düşünerek beni uyarıyordu.

"Ama sen de bundan sonra kendi üzerine düşeni yapacaksın Baran." Parmağımı üzerine doğrulttuğumda bakışları parmağıma çevrildi. "Benden uzak duracaksın."

Bir cevap vermesini beklemeden trafiğin ortasında kapıyı açıp arabadan indim ve diğer arabaların arasından sıyrılarak kaldırıma ulaştım. Saniyeler içinde yeşil ışık yandı ve arabalar devam etti, Baran hariç... En sol şeritte öylece durdu ve arkasından korna çalmalarına rağmen bir müddet hiç kıpırdamadı.

İşine gelmeyecek hiçbir şey söylememiştim halbuki.

Belki de onu, omuzlarındaki bir yükten daha kurtardığımın farkına varmıştı.

Böylesi ikimiz için de iyi olacaktı.

🐚

Rıdvan Bey'in sözüne itibar etmiş ve ertesi gün şikayetimizi geri çekmiştik.

Bize saldıran şahıs değilse bile Murat Yıkılmaz serbest kalmıştı.

Bu tezgahı kuran kimdi ve neden suçu Murat Yıkılmaz'ın üstüne yıkmaya çalışmıştı bilmiyordum. Fakat amacına ulaşamamıştı, sadece kimliğini gizlemeyi başarmıştı. Günün birinde kim olduğu ortaya çıkar mıydı şimdilik muammaydı çünkü babam hâlâ susuyor, bildiğini gizliyordu.

Aradan üç gün daha geçmişti, saldırıya uğradığımız akşam günlerden pazartesiydi, bugünse cuma. İlk hafta olmasına rağmen yoğun, ders dolu beş günü ardımda bırakmış halde yeni arabamla eve dönüyordum. Fakat arabayı ben değil, babamın benim için ayarladığı koruma kullanıyordu. Adı Onur'du, otuzlu yaşlarında, kalıplı, uzun boylu bir adamdı. Bu durumdan hiç hoşnut olmasam da itiraz etmiyordum çünkü bir süre böyle olması gerekiyordu.

Rıdvan Bey'in evimize uğradığı gün Mehmet babamın zoruyla eve dönmüştü, akşamında da kendini odasına kilitlemişti Baran'dan dayak yememek için. Ertesi gün odasından çıkmak içinse Baran'ın evden gitmesini beklemişti ama Baran gider gibi yapıp geri dönünce Mehmet'i inletene kadar dövmüştü. Bu sefer annem bile alamamıştı elinden.

Baran'la mecburi haller dışında konuşmuyordum, ona gülmüyor ve hatta göz göze bile gelmiyordum. Onu yolun ortasında bırakıp gittiğim günden sonra öyle bir geri çekmiştim ki kendimi, sanki o hiç geri dönmemiş gibi, evde öyle biri yokmuş gibi davranıyordum. Artık saklamıyordum hislerimi, ne düşündüğü de umurumda değildi.

Azra'yla dilediği kadar mutlu olabilirdi.

Kulağımda kulaklık, müzik dinleyerek eve vardığımda Onur Bey'in kapımı açmasını beklemeden arabadan inip iyi akşamlar dileyerek eve yürüdüm. Yemeğe bir saat kalmıştı ama henüz kimse dönmemişti, babam Arzen Mimarlık'la ilgileniyor, Kahraman Bey'le birlikte yeni anlaşmalara imza atıyordu. Haliyle çok yoğunlardı, Baran ise babamın dört yıl önce giriştiği ama bir türlü büyütemediği e-ticaret sitesini baştan yaratmak için kollarını sıvamıştı.

Takvimler 21 Eylül'ü gösteriyordu ve beş gün sonra Baran Amerika'dan döneli bir ay olacaktı, daha fazla dinlenmek istemiyor gibi görünüyordu.

Okul beni epey yormuştu, yemek saati gelene kadar dinlenmek için yatağıma uzanmıştım ama annem odama girince toparlandım. Son günlerde çok üstüme düşüyor ve neden bu halde olduğumu sorguluyordu ama ben her seferinde okulun yorgunluğunu bahane ederek konuyu kapatıyordum.

"Yorulmuş gibisin," diyerek yatağımın karşısındaki küçük, lila koltuğa oturdu. "Tok gelmemişsindir umarım, Emine yine enfes bir lazanya pişirdi."

"Hayır açım." Kollarımı dizlerime sarıp sırtımı geriye yasladığımda elimi pat pat karnıma vurdum. "Ayrıca aç olmasam bile lazanyaya asla hayır demeyeceğimi biliyorsun."

"Bilmez miyim..." Annem gülümsedi. "Zeytinyağlı sarma da var."

Gülümseyecek gibiyken duraksadım, bu evde zeytinyağlı yaprak sarmasını en çok Baran severdi. "Emine Abla sahiden de döktürmüş."

Annem kafasını salladı, canı sıkkın gibi görünüyordu. "Ne oldu?" diye sorduğumda bana çekingen bir bakış attı.

"Bugün Gülçin'le beraberdim. Konuşurken konu konuyu açtı ve pek hoşuma gitmeyen şeyler öğrendim." Konuşmamızın seyri birden değişince içime ufak bir korku çöreklendi. Annem Gülçin Hanım'la hoşuna gitmeyecek ne konuşmuş olabilirdi ki? Yoksa Yağız'la mı ilgiliydi?

"Ne konuştunuz ki?" Tereddüt ederek sordum. "Ne öğrendin?"

Annem bakışlarını tavanda gezdirirken bıkkın bir nefes alıp verdi. "Azra hakkında."

Konunun ben ve Yağız olmaması bana rahat bir nefes aldırsa da içim anında öfkeyle doldu. Azra'dan nefret ediyordum, öyle nefret ediyordum ki hakkında iyi veya kötü hiçbir şey duymak istemiyordum. Fakat bunu dile getiremedim, kimseye aramızda ne olduğunu anlatmak istemiyordum. Anneme bile.

"Ne olmuş Azra'ya?"

"Bir şey olduğu yok aslında," dedi ve iki parmağıyla kahverengi saç tutamını yüzünden usulca çekti. "Gülçin bana biraz bildiklerinden bahsetti. Azra'nın anne ve babası evliyken hiç anlaşamazlarmış. Hiçbir zaman birbirlerini sevmemişler ve bu durum en çok Azra'ya yansımış. Oradan oraya sürüklenmiş, ne annesinin yanında huzur bulabilmiş ne de babasıyla doğru düzgün yaşayabilmiş. Zaten annesi yıllardır alkolikmiş, Azra'yla doğru düzgün hiç ilgilenmemiş. Üniversite için Amerika'ya gitmesi de bu yüzdenmiş, babası göndermiş."

Bir an duyduklarım yüzünden Azra'ya üzülecek gibi oldum ama onu son gördüğümde bana söyledikleri aklıma gelince kalbim buz tuttu. Benden bu yüzden mi nefret ediyordu? Onu kendi anne babası bile sevmemişken, onlar senin hiçbir şeyin değil dediği insanların beni sevmesini mi kaldıramıyordu?

Bu bencillikti.

"Babası madem kızını umursamıyormuş ne diye evimizi basıp kızını kolundan tuttuğu gibi götürmüş öyleyse?"

Annem bilmiyorum der gibi büktü dudaklarını. "Azra'yla anlaşamazlarmış fakat hayatına hep müdahale etmiş. Otoriter bir adammış. Okuduğu okullara, üniversitede seçtiği bölüme kadar hep o karar vermiş. Ayrıca biz o zamanlar Azra'nın babasının Çetin Adalı olduğunu bilmiyorduk ama o bizi tanıyormuş. Çetin Bey'in kızı Mahir Demirdağlı'nın evinde kalıyor, oğlunun sevgilisiymiş diyecekler diye korkmuş olmalı, itibarına her şeyden çok önem veren biriymiş."

"Otoriter bir baba olduğu kesin," diye mırıldandım. "Azra gibi bir kıza bile sözünü geçirebiliyor. Hiç anlaşamadıkları halde kızını dizinin dibine oturttu."

"Ne dizinin dibinden bahsediyorsun?" diye sordu annem. Kaşları havaya kalkmıştı. "Azra babasıyla yaşamıyormuş ki. Bebek'te tek başına ultra lüks bir daireye yerleşmiş."

Günlerdir kendimi frenliyor olmama rağmen bunu duymak tüm tadımı kaçırdı. Azra tek başına yaşıyorsa Baran rahatlıkla onun evine girip çıkabiliyor demekti bu.

"Ama benim esas aklımı kurcalayan şey..."

"Ney?" diye sordum yüzümün düştüğünü belli etmemeye çalışarak.

"Babası. Gülçin çok kafamı bulandırdı."

"Anne, çıkar ağzından şu baklayı."

"Çetin Bey yalnız yaşıyormuş," dedi absürt bir durumdan söz eder gibi. "Bir adam neden kendi öz kızını bile istemez ki evinde? Koskoca evde! Üstelik Gülçin'in dediğine göre hayatında hiç kadın olmazmış. Karısından boşandıktan sonra bir daha hiçbir kadınla beraber olmamış." Duraksayıp kaşlarını çattı. "Eşcinsel falan olmasın bu adam?"

"Anne ya," diye söylendim kafamı sol omzuma yatırırken. "Gerçekten işiniz gücünüz yok da bunları mı konuşuyorsunuz bir araya gelince? Öyleyse bile bizi ne ilgilendirir ki?"

"Öyle deme Açelya. Azra bir tuhaf, babası ondan daha da tuhaf... Huzursuz oluyorum gün geçtikçe."

Dudaklarıma alaycı bir tebessüm kondu o an. "Baran halinden gayet memnun görünüyor. Hem neden ona sormuyorsun ki? Azra ona her şeyi anlatmıştır. Gülçin Hanım'ın anlattıkları kulaktan kulağa aktarılmış dedikodulara benziyor."

"Dedikodu değil," dedi annem kendinden emin bir şekilde. "Kahraman yıllardır arkadaşmış Çetin Bey'le."

"Belki de adam günübirlik ilişkiler yaşıyor, hayatına giren bir kadın ertesi gün olmuyor. Nereden bileceksiniz ki? Hemen de gay ilan ettiniz adamı."

Annem birden gülmeye başladı, sinirleri bozulmuş gibiydi. "Hepsi Gülçin'in yüzünden, o soktu bu düşünceyi kafama."

"Belli belli." Birden esnediğimde parmaklarımı dudaklarıma kapattım. Uykum gelmişti. "Neyse, düşünme sen bunları. Hem bakarsın yarın bir gün Baran Azra'yla evlenir. Sonra utanırsın böyle şeyler düşündüğün için."

Hiçbir şeyi umursamıyormuşum, her şeye alışmışım ve normal görüyormuşum gibi davranıyordum artık. Öyle olması gerekiyordu çünkü. Baran ve Azra'dan bile rahatlıkla söz edebiliyor, konuları açıldığında yüzümü düşürmemeyi başarıyordum. O gece çok canım yanmıştı, öyle çok yanmıştı ki beraberinde geriye kalan ne varsa kül olmuştu.

"Ne evlenmesi?" Annem kızar gibi konuştu. "Deme öyle şeyler, Baran evlenmez Azra'yla."

Bomboş gözlerle baktım annemin yüzüne. Bu konu her açıldığında bana acıyan gözlerle bakıyor olmasından ve sırf bu yüzden inkâr etmeye çalışmasından nefret ediyordum. "Azra olmazsa bir başkası olacak," dedim buz gibi bir sesle. "Ama o ben olmayacağım. Biz birbirimizin hayatından çoktan çıktık. Merak etme, ben artık bunları aştım."

Annem bir şeyler söyleyecek gibi oldu ama sustu, çünkü biliyordu artık yalan vaatlere karnımın tok olduğunu. Böyle olmasını o da istemezdi. İkimiz adına da üzgündü fakat elinden hiçbir şey gelmiyordu.

"Azra'yı istememe sebebim yalnızca sen değilsin güzelim," dedi odamdan çıkmadan önce. "Saf, iyi kalpli ve masum bir kız değil o. Henüz bunu kanıtlayabileceğim bir şey yok elimde ama öyle hissediyorum, yanılmadığımı zamanla Baran dahil herkes görecek."

Hiçbir şey söylemedim, haklısın demedim, Azra gerçekten de kötü bir kalbe sahip demedim. Halbuki ağzımı açsam ve yalnız kaldığım an Azra'nın bana neler söylediğini anneme anlatsam yeterli olurdu eline kanıt vermem için. Ama yapmadım, yapmayacaktım. Belki de Azra'nın kötümserliği yalnızca banaydı, ortalığı karıştıran ben olmayacaktım.

Sebebi Azra'dan korktuğum için değildi, merdivenlerden düşmediğimi, kendimi bilerek attığımı Baran'a söyleyecek olma ihtimalinden hiç değildi. Savaşmaya gücüm olmadığındandı, zaten ortada uğruna savaşılacak bir şey de kalmamıştı.

Yarım saat sonra aşağı indiğimde yemek masası hazırdı, babamla Mehmet de eve dönmüştü. Baran yoktu, işi uzadığı için yemeğe yetişemeyecekti. Günler sonra ilk defa diken üzerinde hissetmeden bir akşam yemeği yiyeceğim için mutluydum fakat öte yandan aklımda soru işaretleri dönüyordu.

Belki de işinin uzaması bahaneydi ve şu an Azra'yla beraberdi.

Bebek'teki evinde, bir başlarına...

Düşünmemem gerekiyordu.

Çorbamı çabucak bitirip tabağıma lazanya servis etmeye başladığım sırada masadaki sessizliği babam dağıttı. "Yarın akşam Kahraman'lara yemeğe davetliyiz."

Lazanya dolu tabağımı önüme bırakıp otururken anneme baktım, annemse şaşırmış bir şekilde babama bakıyordu. "Nereden çıktı ki bu? Biliyorsun, ben bugün Gülçin'le beraberdim. Bana öyle bir şeyden hiç bahsetmedi."

"Gülçin'in de haberi yeni olmuştur muhtemelen," dedi babam, parmaklarını uzamış sakallarında gezdirirken epey yorgun görünüyordu. "Aslında daha çok kendi aramızda bir iş yemeği olacaktı ama Kahraman eve davet etti, işin içine sizi de katınca reddedemedim."

"Gülçin'e emrivaki yapmış resmen," dedi annem. "Neyse... Sadece ikimiz mi gidiyoruz yoksa çocuklar da olacak mı?" Sorusunun ardından göz ucuyla bana baktı, Yağız'la bir araya gelme fikrimden pek hoşlanmamıştı.

O sırada Mehmet araya girdi, geldiğinden beri sessizdi. "Ben gelmem. Şimdiden söyleyim de."

Babamın yorgun görüntüsünün altında başka bir şey saklıydı sanki, Mehmet'i hiç umursamadan bana tereddütle baktıktan sonra, "Çocukları da davet etti," dedi. Ardından bakışlarını anneme çevirdi. "Çetin Adalı da orada olacak."

Annemle kısa bir an çarpıştı bakışlarımız, tam da adamın dedikodusunu yapmamızın üzerine bu haber ikimize de iyi gelmemişti. Bu ne demek oluyordu? Öyleyse Azra da mı olacaktı yarınki yemekte?

"Neden ki?" diye sordu annem keyifsizce. "İşle alakalı mı?"

"Karlı bir anlaşmaya imza atacak gibi görünüyoruz kendisiyle." Babam bu sözleri memnuniyetsizce dile getiriyordu. "Yarınki yemekte detayları konuşacağız, İzmit'e bir otel açmayı düşünüyor. Anlaşırsak projeyi biz alacağız."

Annemin yüzü düştü, bakışları değişti. "Ne güzel bir anlaşma," dedi iğneleyici bir sesle. "Sonra da düğün için sıvarsınız kolları, baya iyi anlaştınız bakıyorum da."

Bu sözleri Baran'ın yokluğundan istifade söylemişti ama babamı sinirlendirmeye yetmişti.

"Ne düğünü Selma?" dedi neredeyse bağırarak. "İşle özel mevzuları karıştırma Allah aşkına! Ben ne diyorum sen ne anlıyorsun!"

"O zaman işle alakalı durumların içine bizi sokma," diye karşılık verdi annem de. Mehmet ve ben afallamış bir şekilde ikisini izliyorduk. "Ne o adamdan ne de kızından hoşlanmıyorum dedikçe burnumuzun dibine dibine giriyorlar."

"Eğer senin oğlun o adamın kızını koluna takıp getirmeseydi hiçbir problem olmayacaktı."

"Senin de oğlun Mahir," dedi annem sert tavrını sürdürürken. "Ve onu bu hale getiren sensin."

Babam kaşlarını kaldırdı, annem damarına bastıkça basıyordu ve biliyordum ki bu tartışma birazdan oldukça alevlenecekti.

"Tartışmayın lütfen," diyerek araya girdim. Tüm tadım kaçmıştı, zaten Lazanya yemek bana haramdı. "Olacakların önüne asla geçemeyeceğinizi hâlâ öğrenemediniz mi de birbirinizi böyle hırpalıyorsunuz? Alt tarafı iki saatliğine yemek yiyeceğiz ve bitecek, büyütmeyin."

Babama hak vermediğim, darıldığım bir durum yoktu. Sırf Azra'nın babası diye kârlı bir işi geri çeviremezdi. Üstelik Kahraman Bey'le ortak çalışıyordu, tek başına karar veremezdi. Ayrıca Azra ve Baran'ın arası gayet iyiyken böyle bir teklifi sırf beni düşünerek mi yok sayacaktı? Bu delilikti. Babam sadece işini yapmaya çalışıyordu.

Keyifsiz bir şekilde noktalanan yemeğin ardından annem suratı asık bir şekilde yukarı çıktı, babamsa eline kumandayı aldığı gibi televizyon karşısına geçmişti. Genellikle belgesel ya da politika içerikli programlar seyrederdi fakat bugün ne izleyeceği bilmiyormuş gibi habire ekranı değiştiriyordu. Onun da tadını kaçırmıştı bu mesele.

Baran Amerika'dan dönmeden önce annemle babamın kavga ettikleri anlar çok nadir olurdu ve uzun sürmezdi. Babam bir şekilde annemin gönlünü alır, annemse konuyu uzatmaz ve babamla barışırdı. Fakat şimdi, neredeyse bir aydır sürekli tartışıyorlardı ve bu durum gittikçe hoş olmayan bir boyuta uzanıyordu. Onları böyle görmek can sıkıcıydı, sırf bu sebepten ben hiç kimseye yansıtmamaya çalışıyordum derdimi, sıkıntımı. Bir de benim için tartışmalarına katlanamazdım.

Çalışma masamın başında uyukladığımı fark ettiğimde ayağa kalktım, önce elimi yüzümü yıkadım ve sonra odamdan çıkıp merdivenlere yürüdüm. Kendime sert bir kahve yapacaktım, başka türlü açılmazdı uykum.

"Açelya?"

Merdivenlerdeyken Mehmet'in sesini duymamla duracak gibi oldum ama basamakları inmeye devam ettim. Mehmet'e hâlâ kızgındım ve yüz vermiyordum. Bir daha öyle korkunç bir eşek şakası yapmaması için bir süre daha sürdürmem gerekiyordu bu tavrımı, iyi bir derse ihtiyacı vardı.

"Duymuyor musun beni?"

"Sinek vızıldıyor sanki," diye mırıldandım sessizce. Aşağı kata ulaşıp mutfağa yürüdüğümde Mehmet de arkamdan geliyordu.

"Daha yaratıcı hakaretler bekliyorum senden," dedi, neden bilmiyorum ama keyfi yerinde gibiydi. "Baydı bu espiri."

Mutfağa girdiğimde kapı kapanmadan arkamdan yetişip kapıyı tuttu. "Ne zamana kadar küs kalacaksın ki bana?" Tek omzunu dolabın kenarına yaslayıp durduğunda kollarını da göğsünde birleştirdi.

"Bilmem," diyerek dudaklarımı büktüm. Kahve makinesinin fişini takmadan önce durup Mehmet'e baktım, otuz iki diş sırıtıyordu. "Hiç uğraşma boşuna, sevimli değilsin."

"Sevimli değilim, seksiyim," dedi özgüvenli bir bakış atarken.

Dil çıkardım. "Kıçımın seksisi."

"Ee barıştık mı öyleyse?" Omzunu dolaptan ayırdı ve masaya yürüyüp sandalyelerden birine oturdu.

"Hayır," dedim soğuk tavrıma geri dönerek. "İhtimal bile değil."

"İyi, sen bilirsin. Ben de böyle kuyruğun gibi dolanırım peşinde. Sen barıştık diyene kadar da pes etmem. Ders falan çalışamazsın."

Kahve içeceğim kupayı seçerken durup duvara baktım. Yapar mıydı? Mehmet'ti o, pekâlâ yapardı. İnatlaşmak sorun değildi fakat ders çalışacağım zamandan eksiltemezdim.

"Oldu olacak tuvalete de gel benle." Durup omzumun üzerinden ona baktığımda kaşlarım çatıktı. "Git başımdan Mehmet. Seni babama şikayet etmek istemiyorum."

"Yok. Cıks. Ihıh. Gitmem." Çocuk gibi omuzlarını kaldırıp indirmeye başladı. "Hadi bir şey iste benden de yapayım."

Gözlerimi devirdim. "Ben senden ne isteyebilirim ki?"

"İste bir şey işte," diye mırıldandı. "Kırk yılda bir gelir bu fırsat ayağına, kaçırma."

Mehmet'e ilk defa bu kadar uzun küs kalıyordum ve o benim onunla konuşmama hiç dayanamazdı.

Dalga geçer gibi güldüm. "Sanki istediğim şeyi koşulsuz şartsız yapacaksın da..."

"Yapacağım. Söz ağızdan bir kere çıkar."

"Peki..." İşaret parmağımı dudağıma ritmik bir hareketle vururken bakışlarımı tavanda gezdirerek düşünme moduna geçtim. Tam da o an aklıma fena bir fikir geldi. "Ağzına yumurta kırmak istiyorum," dedim parmağımı şıklatarak.

Mehmet yüzünü buruşturdu. "Ağzıma ne kırmak ne kırmak?" dedi yüksek bir sesle. "Yumurta mı? Kızım bu nasıl bir istek ya?"

Ellerimi iki yana açarken, "İşine geliyorsa," diyerek kafamı salladım. Mehmet suratıma alık alık bakarken ciddiyetimi korumak çok zordu, az değildim vallahi... Nereden aklıma gelmişti?

"Ee yutacak mıyım ben o yumurtayı?"

"Yok gargara yapıp çıkaracaksın geri... Herhalde yutacaksın."

Mehmet durdu, düşünüyor gibiydi. Sonunda olumsuzca kafasını salladı. "Yok, sevmedim ben bu işi."

"Hani söz ağızdan bir kere çıkardı Mehmet Efendi?" dedim alaycı bir şekilde. "Demek ki o kadar da sözünüzün eri değilmişsiniz."

"Mehmet Efendi deme bana ya..." Tek bacağını diğer bacağının üzerine atarken eliyle kendini gösterdi. "Kahve markası mıyım ben?"

"Konuyu kapatmaya çalışıyorsun şu an. Hemen de yan çiz zaten."

"İyi de çiğ yumurta yutmak nedir, kusarım kızım ben. Az insaflı ol ya, vur dedik öldürdün!"

"İnsaf mı?" Dalga geçer gibi sordum. "Senin bize o akşam yaşattığın korkunun yanında nedir ki çiğ yumurta yutmak? Valla sen bilirsin, çiğ yumurta içmezsen seni affetmem, yüzüne de bakmam."

"Tamam ya..." Elini yüzüne kapattığında kısa bir anlığına ciddiyetimden ödün vererek sırıttım. Tamam demişti ama her an vazgeçecek gibi duruyordu, o yüzden koşar adımlarla buzdolabına yürüyüp yumurtalardan birini kaptığım gibi Mehmet'in başında dikildim.

"Yumurta ses tellerine iyi geliyormuş," dedim alaycı bir sesle. "Sana iyilik yapıyorum, şapşal."

Mehmet bana o kadar ters bakıyordu ki yumurtayı elimden alıp kafamda kırmasından endişe ettim. "Sönö öyölök yöpöyöröm şöpşöl!"

Boş elimle kafasına hafifçe geçirirken, "Sözünde dur," dedim diklenerek. "Alt tarafı bir yumurta, zehir değil ya amma abarttın."

"Üstüne kusarsam kusmuğumdan mesul değilim ama..." Aklınca beni vazgeçirmeye çalışıyordu ama yemezdim ben bunu.

"Kusmak yasak. Kusarsan içmiş sayılmazsın." Yumurtayı hafif bir şekilde masanın kenarına vurup çatlattım ve sonra dikkatli bir şekilde araya işaret parmağımı sokup üstten büyükçe bir delik açtım. Neyse ki dengesizce kırmamıştım da yumurta hala içindeydi. Yere falan akmamıştı. "Şimdi kocaman aç ağzını."

Mehmet elimdeki yumurtaya gözlerini büyüterek baktı. "Bu şart mıydı ya? Babam uyurken burnuna kürdan sokardım, abime eşek şakası yapar yine dayağını yerdim, vazolardan birini kırar annemin hışmına uğrardım ya da hava serin falan dinlemez bir saat havuzda kalırdım!"

"Ben senin bunu yutmanı istiyorum," dedim elimdeki yumurtayı göstererek. "Sonuç olarak senin değil, benim ne istediğim önemli, öyle değil mi?"

"Allah kimseyi senin eline düşürmesin." Sözlerinin ardından gözlerini sıkıca kapattı. "Şimdi ağzımı açacağım, sen de yumurtayı dökeceksin ve hop diye yutacağım, tamam mı?"

"Tamam," dedim gülerek.

Mehmet ağzını açar açmaz pişman olup kapatmasına fırsat tanımadan yumurtayı dudaklarından içeri döktüm ve sonra elimi de ağzına kapattım. Saniyesinde açılan gözleri yuvalarından fırlayacak gibiydi. "Yut," dedim geri çıkarmasına izin vermeden. "Hadi, yut."

Yutmak bir tarafa midesi fena halde bulanmış gibiydi. Elimi iterek ayağa kalktı ve elini ağzına kapatarak mutfak kapısına koştu. Fakat mutfak kapısını aralar aralamaz Baran'la çarpıştı ve daha fazla dayanamadı, yumurtayı öğürerek Baran'ın üstüne boşalttı.

Gözlerim korkuyla büyürken elimi dudaklarıma kapatıp çığlık atmamı engelledim. Baran daha beş dakika önce evde yoktu, ne ara gelmişti? Mehmet'in üstüne kusacağını fark ettiği an kaçmaya yeltense de başaramamıştı.

"Lan ne yaptın?" diye bağırdı evi inleterek. Bakışlarını mahvolmuş tişörtüne ve batmış pantolonuna indirdiğinde gözlerini kapattı, yüzünde tiksinti dolu bir ifade vardı. "Ben de kusacağım şimdi at kafası, çiğ yumurta mı yedin sen?"

O sırada salondan babamın sesi duyuldu. "Ne oluyor orada?"

"Bir şey yok baba!" diye bağırdı Mehmet, sonra Baran'a dönüp korkuyla baktı. "Abi vallahi Açelya yaptı!" Her an bir kez daha öğürecek gibi dururken parmağını üzerime doğrulttu. "Ağzıma zorla yumurta kırdı!"

"Zorla mı?" dedim kaşlarımı kaldırarak. "Sen istedin, sen kabul ettin! Benim suçum ne?"

Baran'ın bakışları üzerime çevrildiğinde korkuyla yutkundum. "Mehmetli omlet mi yapacaktın?" diye sordu. "Bu neyin kafası?"

Bana da fena halde kızmıştı fakat buna rağmen kendimi tutamayarak güldüğümde bağırdı. "Gülme! Şu halime bak! Ne abuk subuk şeylerle uğraşıyorsunuz siz, büyüyün artık lan, büyüyün!"

Dağılmış yumurta sarısı olduğu gibi tişörtüne, akı ise pantolonuna sıvanmıştı. Baran arkasını dönüp mutfaktan çıktığında Mehmet dönüp bana baktı.

"Bunun için de beni dövecek, mutlu musun?"

Ellerimi teslim olur gibi havaya kaldırdım. "Hiç boşuna bana kabahat bulma, kendin ettin kendin buldun."

Mehmet de söylene söylene mutfaktan çıkıp gittiğinde çoktan pişmiş kahvemi kupama keyifle doldurup mutfaktan çıktım. Neyse ki annem duymamıştı. Merdivenlerden çıkarken sessiz sessiz kıkırdıyordum, kabak yine Baran'ın başına patlamıştı.

Odama girip masama oturduğumda kahvemden bir yudum alıp not çıkardığım defterime uzandım. O sırada telefonum mesaj sesiyle titredi. Sahra gruba mesaj atmıştı.

Ee, yarın akşam ne yapıyoruz?

Kızlarla günler öncesinden sözleşmiş ve cumartesi akşamı buluşmaya karar vermiştik ama sürpriz yumurtadan çıkar gibi gelişen yemek daveti tüm planımızı bozacaktı.

Yanıt yazmadan önce üzgün surat emojisi yolladım.

Açelya: Kızlar üzgünüm ama... Benim yarın akşama işim çıktı, isterseniz gündüz bir şeyler yapalım.

Irmak: Ne işin çıktı Açi? Gündüz olmaz, ablama alışverişinde eşlik edeceğime söz verdim.

Açelya: Yemeğe davetliyiz. Bizimkilerle olacağım yani.

İstersem o yemeğe gitmezdim, bunun için ne annem zorlayabilirdi beni ne de babam. Bilakis anlayışla karşılarlardı. Hatta gitmemem benim için daha iyi olurdu, Azra ikiyüzlüsüyle karşılaşmaz ve hiç moralimi bozmazdım. Ama hayır, o yemeğe gidecek ve kendimi hiçbir şeyden geri çekmeyecektim.

Sahra: Ne yemeği? Kime davetlisiniz?

Bu bilgiyi onlarla paylaşmam benim için ne derece doğru olurdu bilmiyordum. Normalde asla gizlimiz saklımız yoktu fakat söz konusu Yağız olunca beni gıcık ediyorlardı. Yağız'ın Instagram'dan attığı mesajı Irmak görmüş ve diline düşürmüştü. Bundan pek hoşlanmıyordum.

Açelya: Kahraman Bey'in evine. Siz tanımazsınız.

Yani, tanımamalarını umuyordum. Irmak'la Yağız'ı tanıştırırken direkt olarak Kahraman Bey'in oğlu demiştim. Aptal kafam.

Irmak: Yoo, ben tanıyorum. Yağız'ın babası değil mi Kahraman Bey?

Sahra: Ne? Öyle mi? Siz şimdi yarın Yağız'ların evine mi gidiyorsunuz yemeğe?

Açelya: Evet. Benim şimdi ders çalışmam lazım.

Irmak: Bir dur, kaçma hemen. Ne giyeceksin?

Sahra: Kader sizden yana diyorum da kızıyorsun.

Açelya: Sahra!!!

Sahra: Ne? Ben hemen gelinin kız kardeşi olarak düğününde ne giyeceğime bakmaya gidiyorum.

Irmak: Deli bu kız...

Açelya: Hem de zırdeli.

Irmak: Ee ne giyeceksin Açi?

Açelya: Çuval giyeceğim canım, oldu mu?

Irmak: Güzele ne yakışmaz ki? Eniştemiz seni öyle de sever.

"İmdat ya!" Telefonumu bir kenara fırlatıp elime kalemimi aldım ve not alma işine kaldığım yerden devam ettim. Kızlarla mesajlaşırken bitirdiğim kahvemi bir köşeye itip kafamı gömdüm ve aralıksız bir saat boyunca not çıkardım. Sonunda kolumun ağrımasıyla pes ederek geriye çekildim, sırtımı sandalyeme yasladım ve dönmeye başladım.

Saat dokuz olmuştu ama dersi bırakmam için henüz çok erkendi, haftasonunu ders çalışmadan geçirebilmem için gece yarısına kadar ineklemem gerekiyordu. Odamda bunaldığımı hissettiğimde ayağa kalkıp pencereme yürüdüm ve dışarıya baktım, yağmur yağıyordu ama öyle dalmıştım ki farkında değildim.

O an aklıma misafir evi geldi. Annem orayı şahane bir şekilde dizayn ettirmişti. Misafir evi olabilirdi ama neden ders çalışmaya orada devam etmiyordum ki? Şömineye odun atar, dışarıdaki yağmurun sesini dinlerken daha konsantre bir şekilde çalışabilirdim.

Odamdan çıkıp merdivenlere yürüdüm, üst kata çıktım ve annemi Mehmet'in kafasından aşağı su döktüğümüz balkonlu odada buldum. Elinde tablet, film izliyordu. Fakat hâlâ babamla tartışmanın verdiği asabiliği taşıyor olsa gerek keyifsiz görünüyordu.

"Anne?"

"Gel canım," dedi bakışlarını ekrandan ayırmadan. "Ne oldu?"

"Misafir evinin anahtarları nerede?" diye sorduğumda filmi durdurup bana baktı. "Ne yapacaksın ki?"

"Şömineyi yakıp romantik bir şekilde ders çalışacağım." Annem beni ciddiye almamış gibi gözlerini kıstığında, "Şaka yapmıyorum," diye mırıldandım. "Odamda çok sıkıldım, biraz da orada takılayım."

"Sen bilirsin tabii de sakın orada uyuya kalayım deme, geç olmadan dön geri." Kafamı salladığımda, "Telefonunu da yanına al mutlaka," diye ekledi. Zaten alacaktım ama sanki fizana gidiyordum, elimde olmadan gülümsedim. Alt tarafı arka bahçedeki diğer evde olacaktım. "Anahtarlar kilerdeki beyaz dolabın içinde asılı."

Odama dönüp notlarımı, telefonumu ve çikolatamı aldıktan sonra alt kata inip kilerdeki dolaptan anahtarları kaptım. Evden çıkıp doğruca arka bahçenin yolunu tuttuğumda bahçe aydınlatmasına rağmen etrafın karanlığı içimi ürpertti. Adımlarımı hızlı tutarak tek katlı, küçük misafir evine vardığımda kapıyı çabucak açıp kendimi içeri attım.

Burası sahiden de harika olmuştu, yalnızca bir odadan ve koca bir salondan ibaret olmasına rağmen insan burada rahatlıkla kafa dinleyebilirdi.

Elimdekileri koltuğun üzerine bırakıp şömineye yürüdüm ve şöminenin içinde hazır bulunan odunları düzelttim. Birkaç dakika içinde şömineyi yakmayı becerdiğimde derin bir nefes alıp yere uzandım.

Alevlerin sesini ve odunların çıtırtısını dinledim.

Öte yandan camlara vuran yağmurun melodik sesini.

Gözlerim yorgunlukla kapandı.

Sonra o kadının sesi can buldu kulaklarımda. "Canından canını, ruhundan ruhunu söküyorlarmış sanırsın. Çektiğin acının dünyada bir eşi benzeri yokmuş gibi kahırlanır, kimseye bir şey demeden çekip gitmeye kalkışırsın."

Saçlarıma kıydığım gece bir söz vermiştim kendime. Kalbimi ellerimle sökmek zorunda kalsam bile daha da ileriye gitmeyecek, değmeyecek bir aşk için ödün vermeyecektim hiçbir şeyimden. Artık savaşım yalnızca kendimleydi, tek derdimse bu savaştan en az yarayla kurtulabilmekti.

Uzun olacaktı.

Çetin olacaktı.

Çok canımı yakacaktı...

Ama en sonunda kazanan ben olacaktım.

Ne kadar sürdü bilmiyorum, biraz olsun dinlenmiş hissederek ayağa kalktığımda koltuğa oturdum. Önce notlarımı okudum ve ses kaydını çıkardım. Ardından pazartesiden bu yana kayıtlarını aldığım notları dinlemeye başladım. Pazartesi akşamı, yani saldırıya uğradığımız ve saçlarımı kestiğim o akşamki kayıt diğerlerinden daha uzundu.

Sanırım en çok o gün dersim olduğundan kaynaklanıyordu.

Kendi sesimi dinlerken bakışlarım camdaydı, cama vuran yağmur damlalarını izliyor ve notlarıma konsantre olmam gerekirken olmayacak şeyler düşünüyordum.

On yedi dakika boyunca dinlediğim ses kaydını kapıya birinin vurmasıyla durdurup ayağa kalktım. Kapıya yürüdüm. Dışarıda bizimkilerden başka birinin olmayacağını bilmenin rahatlığıyla tahta kapıyı araladığımda karşımda suratım asıldı.

Karşımda Baran duruyordu.

Onu hiç beklemediğim için şaşırdım, öte yandan yine elim ayağıma dolaştı. Kapıyı içeriye giremeyeceği şekilde aralık tutarken kafamı dışarı hafifçe uzattım. "Yumurta yüzünden kızmaya gelmiş olamazsın değil mi?"

Yağmur hızlı yağmıyordu fakat Baran evden buraya gelene kadar ıslanmıştı. Uzun, ince parmaklarını saçlarına atarak ıslaklığı silkelerken bana ters bir bakış attı. "Keşke çekilsen de içeri girsem önce. Islanıyorum da."

"Ders çalışıyorum." Bu ona nazikçe git deme şeklimdi.

"Fazla kalmayacağım zaten," dediğinde isteksizce geri çekildim. Onu beklemeden içeri yürüyüp koltuğa oturduğumda kapı sertçe kapandı.

Bir süre sonra diğer koltuğa oturup bacaklarını iki yana açtı, dirseklerini dizlerinin üstüne yaslarken parmaklarını da birbirine kenetledi. Ona değil, boydan boya cama vuran yağmur damlalarına bakıyordum fakat bakışlarını yoğun bir şekilde üzerimde hissediyordum.

Üstünde siyah bir tişört ve eşofman vardı. Yumurta sadece kıyafetlerini batırmasına rağmen sırf kokusundan kurtulmak için duş almış gibi görünüyordu çünkü şampuanının kokusu bu mesafeden bile burnuma ulaşıyordu.

"Evet," dedim konuşması için. Ne söyleyecekse söyleyip bir an önce gitmeliydi. Dikkatimi dağıtıyordu.

"Azra..." Lafı eveleyip gevelemeyi hiç sevmezdi neyse ki. "O akşam sana ne söyledi bilmiyorum ama sen o günden sonra değiştin."

Onu arabasında bırakıp gideli tam üç gün oluyordu ve biz üç gündür hiç konuşmazken bu mevzu yine neden açılıyordu?

"Derdin ne Baran?" diye sordum bakışlarımı ona çevirdiğimde. "Azra mı? Onu üzmüş olmamdan endişe ettiğin için mi bu ısrarın?"

"Derdim sensin." Güzel, kehribar gözlerine anlam veremediğim, sıcak bir ifade çöreklendiğinde kalbim tekledi. "Seni üzecek bir şey söylemiş olmalı, yoksa sen bana yüz çevirmezdin."

Sen bana yüz çevirmezdin.

Kendimi tutamayarak birden gülmeye başladığımda Baran'ın kalın, hafif kavisli kaşları çatıldı.

"Benim sana yüz çevirmem neden sorun oluyor?" Sinirlerim öyle bozuktu ki gülmeden konuşamadım. "Bir şeyi daha merak ediyorum, neden gidip sevgiline sormuyorsun?"

"Sana sormak istiyorum çünkü." Parmaklarını birbirinden ayırdığında sol elini kaldırıp çenesini sıvazladı. Hafif, kirli sakalları vardı. "Seninle konuşmak istiyorum bu mevzuyu, onunla değil."

"Neden?" diye sordum alaycı bir sesle. "Azra ona sorduğun sorulara doğru yanıt vermez diye mi korkuyorsun? Ne biçim bir ilişki bu?"

Baran derin bir nefes alırken bakışlarını tavana kaldırdı. "Söylüyor musun söylemiyor musun?"

Daha ona sorduğum sorulara cevap vermekten acizken benden bir cevap bekliyor olması çok komikti.

"Senin muhatabın ben değilim," dedim bakışlarımı ondan uzaklaştırırken. "Bu konu benim için konuşmaya değer bir konu değil, hiçbir zaman da olmadı."

Git demeden ve gitmesini beklemeden elime telefonu alıp durdurduğum ses kaydını açtım, aramızdaki sessizliği benim sesim doldurunca telefonumu bir kenara bırakıp arkama yaslandım.

Benim için çok zordu, o böyle karşımdayken ve gözlerimin içine bakıyorken ona yüz çevirmek kalbimi inanılmaz ağrıtıyordu. Kendi içimde ağır bir savaş veriyordum, gözlerine bir saniye daha uzun bakabilmek kalbime baharlar getiriyorken ben uzaklara bakıp içimdeki ateşi daha da harlıyordum.

Çünkü hiçbir şey değişmeyecekti.

Olan yine, yalnızca bana olacaktı.

Baran ayağa kalktı ve kapıya doğru yürüdü. Bir an olsun gözlerimi baktığım noktadan ayırmadan gitmesini bekledim. Dinlediğimden de bir halt anladığım yoktu zaten. Yine aklımı kurcalamayı ve dikkatimi dağıtmayı başarmıştı.

Öyle dalgın bir vaziyette gitmesini bekliyordum ki ses kaydında kendi sesimin sustuğunu, devreye Azra'nın sesi girene kadar fark edemedim. Kısa bir an ne olduğunu idrak edemedim ama sonra beynimde şimşekler çakmaya başladı.

O akşam kayıt alırken kaydı açık unutmuş olmalıydım.

"Evime gidiyorum, gitmeden önce sana bir uğrayayım dedim."

Hızlı bir şekilde telefonuma uzandım ve kaydı durdurmaya çalıştım, devamında konuştuklarımızın da duyulacak olmasının korkusu beni öyle bir sarsmıştı ki ellerim titredi, çok kısa bir an bocaladım. Ses kaydı durduğunda oturduğum koltukta arkama doğru dönüp Baran'a baktım.

Hâlâ içerideydi, bir eli kapının kulpunda duruyordu ama Azra'nın sesini duyunca aşağı indirmemişti. Telaşa kapıldım çünkü Baran bana bir açıklama bekler gibi bakıyordu. Bakışları sorgulayıcı, kaşları havaya kalkıktı.

"Pazartesi günü," diyebildim güçlükle. Kahretsin, sesim titriyordu! "Ders notlarımın kaydını alırken... Sanırım açık kalmış."

Daha fazla bir şey söyleyemedim, Baran gitmekten vazgeçmiş gibi bu tarafa doğru yürüdüğünde telefonumu avuçlarımın arasına hapsedip kıracakmış gibi sıktım. Tam karşımda durduğunda kalbim göğüs kafesimi parçalayacakmış gibi sertçe çarpmaya başladı.

"Aç," dedi emir verir gibi. "Devamını dinlemek istiyorum."

Dinleyemezdi, dinletemezdim. Bu ses kaydında sadece Azra'yı yakacak şeyler yoktu, ben de yanardım çünkü Azra o akşam kendimi merdivenlerden bilerek attığımı hatırlatmıştı bana.

"Ne?" Dudaklarım itirazla aralandı ama hızla soluk alıp vermekten başka bir şey yapamadım.

"Aç diyorum, ses kaydını aç." Baran telefonumu işaret ettiğinde telefonumu refleksle kendime çekip göğsüme bastırdım. "Neden bu kadar telaşa kapıldın? Ne gizliyorsun benden?"

"Telaşa falan kapılmadım!" diye bağırdım öfkeyle. "Özelimi seninle paylaşacak değilim, saçmalıyorsun şu an!"

"Özelim dediğin şey Azra'nın sesi," dedi Baran. Benim aksime oldukça sakin görünüyordu ama onu tanıyordum, sağı solu belli olmazdı. "Aç şunu."

Telefonumu tek elimle arkama alırken birden ayağa kalkıp karşısına dikildim. Bu kadarı çok fazlaydı, bana böyle emir veremez, istediğini zorla yaptıramazdı.

"Baran, hemen git buradan. Sen gitmezsen ben..."

Bana doğru bir adım atarak aramızdaki mesafeyi sıfıra indirdiğinde sustum. Bir adım geriye gittiğimde bacaklarım koltuğa çarptı ama Baran yeniden bir adım atarak mesafemizi yok etti.

"Ne yapıyorsun Baran?" diye sordum. "Uzaklaşsana!"

"Bir şey gizliyorsun," dedi kendinden emin bir şekilde. Gözlerime büyük bir dikkatle bakıyor, bakışlarımdan geçen her ifadeyi yakalamaya çalışıyordu. "Öğrenmeden gitmeyeceğim."

"Bir şey gizlediğim falan yok. Yeter! Gider misin artık!"

"Gitmem," dedi kısık bir sesle. Yeterince telaşa kapılarak kendimi ele vermiştim, bir de gözlerimi gözlerinden kaçırarak korktuğumu belli etmek istemiyordum fakat bu yakınlık çok fazlaydı. Yüzü yüzüme öyle yakındı ki nefesi şakaklarıma vuruyordu.

"Ben giderim o zaman." Nasıl gidecektim ki? "Çekil."

"Çekilmem." Baran yavaşça kafasını salladı, dudaklarında benim için tehdit sayılabilecek bir tebessüm saklıydı.

"Ne yapıyorsun sen ya?" diye sordum dişlerimi sıkarak. "Delirdin mi?"

"Az kaldı." Benim de çığlık atmama çok az kalmıştı. "Üçe kadar sayıyorum, o telefonu bana verdin, verdin..."

"Saçmalama!" diye bağırarak kestim sözünü. Bakışlarımı telaşla etrafta gezdirdim, koca cüssesiyle ve uzun boyuyla önümü öyle bir kesmişti ki kaçacak hiçbir yerim yoktu.

"Bir, iki..."

"Üç dediğinde telefonu elimden zorla mı alacaksın?" diye sorduğumda diğer elimi de arkama alıp telefonumu iki elime birden hapsettim. Baran hiçbir şey söylemeden elini arkama uzattı, sahiden de telefonumu benden zorla alacaktı. Onu durduramayacağımı bilsem de tek elimi göğsüne bastırarak itmeye çalıştığımda dengemi kaybederek koltuğa sırtüstü düştüm.

Telefonum hâlâ elimde ve belimin altındaydı. "Telefonumu sana asla vermem!" diye bağırdım. "Git başımdan!"

Baran gözünü çoktan karartmıştı, beni duyduğu yoktu. Kalkama fırsat tanımadan koltuğa eğildiğinde dizlerini iki yana açıp bedenimi bacaklarının arasına aldı. İnanılır gibi değildi ama üstündeydi, biri bizi şu halde görse durumu nasıl açıklardım hiçbir fikrim yoktu.

Vakit kaybetmeden elini koltuğun altına sokup telefonuma ulaşmaya çalıştığında korkudan bayılmak üzereydim. O an hiç düşünmeden diğer elinin bileğinden tuttum ve kafamı kaldırıp dişlerimi bileğine geçirdim.

Evet, bunu gerçekten yaptım.

Baran elini telefonumdan çekmeden, dişlerimi üstünden çekmeyecektim.

"Ah!" diye bağırdı Baran yüzünü acıyla buruştururken. "Ne yapıyorsun Açelya?" Doğal olarak cevap veremedim sorusuna. "Pitbull musun kızım sen? Acıyor lan!"

Baran pes ederek elini telefonumdan uzaklaştırdığında bileğini de hızla geri çekti, kısa bir an acısıyla baş başa kalmasından istifade hızla ayağa kalkıp kapıya doğru koştum. Telefonum hâlâ bendeydi.

"Oh olsun sana!" diye bağırdım arkama bakmadan. "Seni babama söylemeye gidiyorum şimdi!"

Elbette söyleyeceğimden değildi, zaten ne söyleyebilirdim ki? Amacım sadece Baran'ı durdurabilmekti.

Ama Baran durmadı, iki saniye zaman farkıyla kendini toparladığı gibi peşime düştü. Kapıyı telaşla açıp dışarı çıktım ve hızlanmış yağmura aldırmadan, dipleri çamurlaşmış çimlere bata çıka eve doğru koşmaya başladım.

Baran bana çabuk yetişti, onun da sabrı kalmamıştı ve öfke duygusu zirvedeydi. Sanki bunun için bana öfkelenmeye hakkı varmış gibi davranıyordu ve bunu beni delirtiyordu. Elleri hiç ummadığım bir şekilde belime yerleşerek beni kendisine doğru çektiğinde ayağım ıslak çimlerin üstünde kaydı, yeri boylamama ramak kalmışken beni kollarıyla sararak sırtımı göğsüne yapıştırdı.

"Bırak," dedim nefes nefese kalmış bir halde. "Bırak beni Baran, ne yaptığını zannediyorsun? Biri bizi böyle görse ne olacak hiç mi düşünmüyorsun?"

Bedenimi ahtapot gibi saran kollarından kurtulmak için debelenirken çenesini saçlarımın üstünde hissettim. Bir elini usulca serbest bıraktı ve hâlâ sıkı bir şekilde telefon tuttuğum avucumu sardı.

"Yapma," diye mırıldandım çaresizce. O ses kaydını dinlerse biterdim, mahvolurdum. "Baran, yapma!"

Parmaklarıyla parmaklarımı bir bir açtığı sırada kendimi hiç olmadığım kadar çaresiz hissettim. Bir an sonra telefon avucumdan çekildi ve Baran ıslanan ekranı üstüne silip kuruttuktan sonra orta tuşa parmağımı bastırıp ekranın kilidini açtı.

Sonra beni serbest bırakıp arkasını döndü, misafir evine geri gidiyordu. Peşinden gitmeye, onu durdurmaya çalışmaya takatim yoktu.

"Dinlersen seni bir daha asla affetmem!" diye bağırdım arkasından. "Yemin ederim bir daha yüzüne bakmam!"

Baran bana cevap bile vermedi, aralık halde duran kapıdan içeri süzüldüğü an kapıyı sertçe kapatıp beni dışarıda bıraktı. Bense olduğum yerde dizlerimin üzerine çökmüş bir halde kalakaldım, yağmur damlaları üstüme yıldırım gibi düşüyordu. Hem üşüyor, hem yanıyordum. Hem kaskatıydım hem de titriyordum.

O gün Azra'yla konuştuğumuz her şey net bir şekilde, harfi harfine zihnimin içindeydi.


"Geçmiş olsun. Gerçi ben sana hangi konuda geçmiş olsun diyeceğimi de şaşırdım. Bir ayılıyorsun, bir bayılıyorsun, yetmiyor başına belalı adamları sarıyorsun..."

"Sana ne? İster ayılırım, ister bayılırım. İstersem de bombalar patlatırım. Sana ne?"

"Tam da senden beklediğim cevap."

"Hak ettiğin cevap... Sana karşı yeterince kibardım ben."

"Bir şeyi merak ediyorum. Zaten hiçbir şeyi değilsin bu insanların, başlarına sürekli dert açmaktan gocunmuyor musun? Durup düşünmüyor musun hiç..."

"Çıldırıyorsun değil mi? Bu evde sen değil de ben varım diye, Baran'a istediğin şekilde yakın olamıyorsun diye... Meğer sen ne kadar kötü kalpli bir kızmışsın Azra."

"Kötü kalpli? Ben mi?"

"Şu konuda bir anlaşalım tatlım. Ben sana karşı başta gayet iyiydim. Ama sen başından beri sinsiydin; yaptıklarından hiç bahsetmeyeceğim. Beni Baran'la yan yana gördüğünde değişen bakışların bile yetiyor her şeyi açıklamaya. Bu hikâyenin kötüsü sensin, araya sızmaya çalışanı, ortalık karıştıranı ve..."

"Benimle bu şekilde konuşamazsın Azra! Haddini bil, ben istemezsem sen bu eve giremezsin bile."

"Sana bir sır vereyim mi? Ben bu eve gireceğim, bakalım o zaman sen nereye gideceksin."

"Defol. Çık odamdan. Derhal."

"Niye? Doğruları konuşuyoruz şurada."

"İkiyüzlü... Baran'ın yanında melek gibisin ama benim karşımda... Baran benimle böyle konuştuğunu duysa senin yüzüne bakmaya devam eder mi sanıyorsun?"

"Tehdit etti beni kendini merdivenlerden bile isteye atan kız..."

"Söyle. Git Baran'a söyle hadi, anlat her şeyi. Beni bu şekilde korkutabileceğini mi zannediyorsun sen?"

"Anlatırım. Hatta anlatayım ilk fırsatta. Benim için daha iyi olur. Baran senin ne mal olduğunu görsün ki senin için hissettiği şu gereksiz acıma duygusundan kurtulsun."

"Dilediğini yapmakta özgürsün. Bu saatten sonra muhatabım değilsin, beni görünce ne selam ver ne de tek bir kelime et."

"Bana uyar. Son bir şey söylemek istiyorum. İyi geceler, besleme."



Baran birazdan hepsini duyacaktı.

Ve sonrasında ne o beni affedecekti, ne de ben onu.

Bir daha birbirimizin yüzüne bakamayacaktık bile.

Neden yapmıştı ki bunu?

Dudaklarım acıyla aralandığında elimde olmadan kuvvetli bir şekilde hıçkırdım. Artık onu durduramazdım, yapabileceğim hiçbir şey kalmamıştı. Bir kez daha her şeyin mahvoluşunu ve buna bizzat sebep oluşumu seyrederken kahırdan ölecektim.

Çaresizce akan gözyaşlarıma yağmurlar karışırken ayağa kalktım, yüzüme kapanan kapıya son bir kez bakıp arkamı döndüm, eve doğru yürüdüm. Baran ses kaydını dinledikten sonra, aslında merdivenlerden düşmediğimi, kendimi bilerek attığımı öğrendikten sonra ne tepki verecekti hiç bilmiyordum.

Azra'yla olan ilişkisi nasıl bir boyuta sürüklenecekti, hiç bilmiyordum.

Ama çok iyi bildiğim bir şey vardı. O da bu saatten sonra Baran'ın yüzüne bakmayacağımdı, onu asla affetmeyeceğimdi.

Çamurlara bata çıka arka bahçeyi aşıp taş zemine ulaştığımda bir kez daha hıçkırdım. Sesim duyulmasın diye elimi dudaklarıma kapatırken önümde tüm heybetiyle duran büyük eve baktım. Evimize... On altı yıl boyunca bana yuva olmuş çatıya... Artık beni istemiyor gibi, her gün yeni bir tuzak kuruyordu sanki.

Adımlarımın yönünü değiştirdim. Yapamazdım, hiçbir şey olmamış gibi o kapıdan içeriye giremezdim.

Belki de Baran soluğu annemle babamın yanında alacak ve yaptığım kötülüğü onlara da anlatacaktı. O zaman ne yapacaktım? Yüzlerine nasıl bakacaktım?

Git gide hızlanan adımlarla yürüyüp avluyu geçtim ve demir kapıdan dışarı çıktım. Nereye gideceğimi bilmeyerek sokağın sonuna dek yürüdüm. Bir sonraki yol ayrımında hangi yöne sapacaktım? Üstümde incecik bir bluzdan ve siyah tayttan başka bir şey yoktu. Onlar da sırılsıklam olmuştu.

"Açelya!"

Uzaktan bir ses duydum, Baran'ın sesiydi. Kısa bir an durdum ve geriye baktım. Ben evimizin bulunduğu sokağın sonundaydım, aramızda bir hayli mesafe vardı. O ise kapının önündeydi ama onu rahatlıkla görebiliyordum, koşar adımlarla bu tarafa doğru yürüyordu. Demir kapıyı mı açık unutmuştum? Evden çıktığımı nerden anlamıştı?

Yapamayacaktım, onunla yüz yüze gelemeyecek ve gözlerine bakamayacaktım. Bana hesap sormasına izin veremezdim, yüreğim bunu kaldıramazdı.

Önüme dönüp koşmaya başladım, bir yandan sıktığım yumruğumu dudaklarıma bastırıyor ve ağlamamaya çalışıyordum, öte yandan etrafta bir taksi bulabileceğim umuduyla yollara bakıyordum.

"Açelya!" Baran bir kez daha bağırdı. "Nereye gidiyorsun? Nereye?"

Sesinde öyle büyük bir öfke vardı ki korku bıçağını boğazıma yasladı. Durmadım, koşmaya devam ettim. Keşke yer yarılsaydı da içine girseydim. Keşke ölseydim ama bugünü hiç görmeseydim.

Korku dizlerimi titretiyor, hızıma ket vuruyordu. Bir zaman sonra yavaşlasam da durmadım, bayılacak olsam yine durmazdım ama Baran beni ikinci kez yakaladı. Kolumdan tutup beni kendisine çevirdiğinde ufak bir çığlık attım, sert bir duvara toslamışım gibi hissettirdi bedeninden hızla uzaklaştım.

Bana parmaklarının ucuyla bile dokunacak olmasına tahammülüm yoktu.

Başım öne eğikti, ıslak saçlarım yüzümü kapatmıştı. Öylece, ince bir yol oluşturmuş yağmur birikintilerine bakakaldığımda göğsüm hızla inip kalkıyordu.

Sıfır noktasındaydım.

"Sana o kelimeyi kullanmasına nasıl izin verdin?" diye sordu Baran. Afalladım. Cevap vermediğimde bağırdı. "Nasıl izin verdin Açelya?"

Birden kafamı kaldırıp yüzüne baktığımda bakışlarında gördüğüm öfke kanımı dondurdu. Öfkesi kimeydi?

"Neyden bahsediyorsun sen?" dedim anlamazdan gelerek. Biz küçükken başka çocuklar benimle besleme diye dalga geçtiklerinde buna en çok Baran tahammül edemezdi. Şimdi bu kelimeyi bana Azra'nın kullanmış olmasına öfkelenmişti?

"Sen neyden bahsettiğimi çok iyi biliyorsun!" diye kükredi Baran. Onu karşımda böyle, öfkeden deliye dönmüş bir halde görmeyeli uzun zaman olmuştu. "Kullandırma bana o kelimeyi."

"Çok mu kızdın?" Dudaklarım ağlamakla gülmek arası bir ifadeyle kıvrıldı. "Hangimize daha çok kızdın Baran? Azra'ya mı? Bana mı?"

Baran dudaklarını birbirine bastırdı, öfkeden titriyorlardı.

"Gelip sana mı söyleyecektim?" Titreyen parmaklarımla saçlarımı yüzümden çektiğimde kendimi tutamadım, ağlamaya başladım. "Sana mı şikayet edecektim sevgilini? Çocuk değilim ben, büyüdüm! Artık o kelime canımı yakmıyor ki!"

"Söyleyemez!" Baran çıldırmış gibi bağırdı. "Hiç kimse, sana öyle bir şey söyleyemez."

"O söylemedi zaten." Aramızda iki adımlık mesafe varken bir adım daha geriye giderek uzaklaştım. "Sen söyledin," dedim parmağımı suçlar gibi üzerine doğrulturken. "Sen söylettirdin! Sen onun yanında beni aşağıladın, küçük düşürücü sözler söyledin. Beni istemediğini, o eve ait olmadığımı ima ettin! O sözlerin hepsi senindi, Azra'nın bir kabahati yok ki!"

Şimdi ne söyleyecekti? Yüzüme vuracağı tek bir kabahatim kalmıştı ama onu da kendi kabahatlerine kefaret sayıyordu.

"O yüzden bana hiçbir şey sorma." Parmaklarımı yüzüme bastırıp gözyaşlarımı sildim. "Ben ne yaptıysam sevdiğimden yaptım, sense nefretinden."

"Hiçbir şey bildiğin yok senin." Bana doğru bir adım attı, sonra durdu. Dudaklarını araladı ama konuşmadı, konuşamadı. "Bak," dedi aynı şekilde parmağını üzerime kaldırdığında. "Sadece sen acı çekmiyorsun, tamam mı? Sadece sen mahvolmuyorsun! Bir gün olsun bana sen ne hissediyorsun diye sordun mu? Geçtin mi karşıma? Ne istediğimi sordun mu? Her zaman korkaktın, hâlâ da korkaksın!"

Ağlarken gülümsüyordum, gerçekten berbat bir durumdaydım.

"Senin tek istediğin içinde benim olmadığım bir hayattı," dedim kısık bir sesle. "Aksini iddia edemezsin, Baran. Keşke Azra'yı hayatına almadan önce beni istemediğini söyleseydin bana. Ben korkaktım ya, sen cesur olabilseydin." Kollarımı birbirine sardım, çok üşüyordum. "Engelleyecek miydim sanki seni? Benim gücüm buna yeter miydi? Şimdi benden hiçbir şeyin hesabını soramazsın. Buna hakkın yok."

Bir adım daha geriledim, sonra bir adım daha... Nereye gideceğimizi bilemez bir halde uzaklaşıp tamamen arkamı döndüğümde yüzüm ağlamaklı bir ifade aldı. Tutamadım kendimi daha fazla.

"Azra benim sevgilim değil!"

Baran bağırdı, ben durdum. Bir an ne duyduğumu anlamadım ama sonra kafamın içinde yankılandı sesi.

"Hiçbir şeyim değil!" dediğinde yavaşça arkama döndüm. Kandırmış mıydı bizi? Ne içindi? Benden kurtulmak için mi? Bu daha kötüydü. Hepsinden daha beterdi.

"Neden böyle bir yalan söyledin?" diye sordum hayal kırıklığı içinde. "Benden tek bir sözünle kurtulabilirdin isteseydin. Böyle bir yalan şart mıydı?"

Baran gözlerini kaçırdı, bakışlarını yere dikti. Ellerini birer yumruk haline getirdiğinde düşüncelerimde yanılmadığımı anladım.

"Eğer onu gerçekten sevdiğin için benden kurtulmak isteseydin seni anlardım," dedim, kelimeler birer cam parçasıydı sanki. Konuştukça dudaklarımı kanatıyordu. "Aşk, bütün suçların affı için haklı bir gerekçedir. Bu çok daha kötü ve..."

Bana baktı, gözlerinde gördüğüm suçluluk hissi kalbimi parçaladı.

Seni hiçbir zaman affetmeyeceğim Baran.

"İkimize de geçmiş olsun."




Bölümü nasıl buldunuz?

Sizce bundan sonra Açelya ve Baran arasındaki ilişki nasıl ilerleyecek?

Ve Baran'ın Azra'ya tepkisi ne olacak?

Suçunu Murat Yıkılmaz'ın üstüne atan şahıs sizce kim olabilir?

Çok fena bir yemek sahnesi okuyacağız gelecek bölümde... Benden söylemesi.

Sizi sevdiğimi söylüyor ve kaçıyorum. 🤍

Oy vermeyi unutmadık değil mi?

Continue Reading

You'll Also Like

1.7M 101K 62
Ulaş: Ev alma, komşu al demişler. Işık: Öyle mi demişler. Ulaş: Öyle demişler. Alacağım seni kendime. Mecburuz.
660K 20.4K 54
alev:OĞUZ BEN ASIK OLDUM!!! oğuz:YİNE KİME AMK????!! alev:acar'a oğuz: siktir!
1.5M 63.6K 54
"0549******: Umarım iş telefonumu meşgul etmen için geçerli bir sebebin vardır. (20.13) Afra: OHA! OHA! OHA! (20.13) Afra: Koskoca Kuzey Taşoğlu bana...
1.8M 163K 82
Gök Dalaman. Yüksek anksiyete ve epilepsinin mahvettiği hayatında, yeni umutlar ve yeni deneyimlerle hiç tatmadığı bir şefkati tadacaktı. Baba şefka...