EMANET AŞK (KİTAP)

Od sumeyyelkoc

9.2M 108K 141K

Şarkılar yalan söylüyormuş Baran, kimse kimseyi öldürmüyormuş sevdadan... Şayet öyle olsaydı, girmez miydim b... Viac

I | Mutluluğun Kalbine Saplanan Kör Bıçak
II | Aşk Mezarına Dikilen Siyah Karanfil
III | Aşık Kadın Kalbi Tehlikeli Bir Çukurdur
IV | Herkes Bir Gün Evine Döner
V | Mayın Tarlasında Gözün Kapalı Yürümek
VI | Karanlıkta Büyür En Kıdemli Yalnızlıklar
VII | Kehribar Bakışlar ve Aldatıcı Adımlar
IX | Sonbahar Akşamında Sen Canımı Yaktığında
X | Kanatları Koparılan Kuşlar Bir Daha Uçamazlar
XI | Atan Bir Kalp Ölürse Katil Kelimelerdir
XII | Veda Süsü Verilmiş Cinayetler Var Aramızda
XIII | Kaçak Hisler ve Tutuklu Nefretler
XIV | Yağmurlar Gibi Aniden Bastırdı Hüzünler
XV | Aşk ve Mantık İki Yaralı Düşmandır
XVI | Affetmek Büyüklük Affedememek Büyük Bir Yük
XVII | Zehirli Uykular ve Çıkmaz Sokaklar
XVIII | Yeni Yollar ve Eski Anılar
XIX | Akıldaki Şüphe Kalpteki Sevgiyi Kanatır
XX | Geçmişin Gölgesi Geleceğin Ensesinde Bekler
XXI | Doğrular ve Yanlışlar İç İçe
XXII | Candan Değil Camdanmış Aşk
XXIII | Ev Sandığın Çatı Mezarın Olduğunda
Emanet Aşk Ön Sipariş, Çekiliş, İmza Günü!
XXIV | Yokluğun ve Yok Oluşum

VIII | Gerçeğin Yarasını Yalanın Şifası İyileştirmez

74K 5.7K 9.9K
Od sumeyyelkoc

Hepinize selamlar. Bölüme başlamadan önce lütfen oy vermeyi ve pasajlara yorumlarınızı bırakmayı unutmayın. Bu bölümü çok eğlenerek yazdım, umarım siz de keyifle okursunuz. Yorumlarınız en büyük motivasyon kaynağım, unutmayın. ✨

İnstagram ve Twitter: sumeyyelkoc

Twitter'da bölümle alakalı sıklıkla spoiler paylaşıp bilgilendirme yapıyorum, ayrıca orada hikâyelerle alakalı yazdığınız her şeyi etiket yaptığınız taktirde okuyabiliyorum. Hashtag, EmanetAşk. Takip etmeyi ve tweetlemeyi unutmayın. :)

Gif bölümden spoiler içerir :)


EMANET AŞK

8

"Gerçeğin Yarasını Yalanın Şifası İyileştirmez"


# Zeynep Bastık, Emir Can İğrek - Dargın

#Tuğkan - Geber


Ben bir bıçak olmuş ve kendi elimle, kendi kalbime saplanmıştım.

Uzun zamandır ağır yaralı, ruhumu öldürmeye teşebbüsten sabıkalıydım.

Etrafımdaki herkes gülümsüyordu ama biliyordum ki dudaklardaki tebessümler aldatıcıydı. Her ağlayanın mutsuz olmadığı gibi her gülen de mutlu sayılmazdı. İnsanlar yüzlerine birer maske takarlar ve gün bitinceye dek her şey yolundaymış gibi davranırlardı. İçimi kangrene çeviren, kalbimi delik deşik eden bu acı yalnızca benim payıma düşmüş olamazdı... Buna inanmak zorundaydım.

Eğer tek kaybedenin, tek mutsuzluktan ölenin ben olduğuma inanırsam savaşmaya gücüm kalmazdı.

"İnsanlar o kadar mutsuzlar ki, kendi mutsuzluklarını örtbas edebilmek için başkalarının yaşantılarını ağızlarına sakız ediyorlar. Tek mutsuzun kendileri olmadıklarına ikna olabilmek için başkalarının acılarıyla eğleniyorlar. Aslında sadece kendilerini kandırıyorlar."

Tek nefeste sarf ettiğim cümlelere, manidar bir tebessüm etti Yağız. "Yani bu sözlerden ne anlam çıkarmam gerekiyor?" diye sordu gülerek. "Dans ediyor muyuz yoksa etmiyor muyuz?"

Eğer onunla dans edersem, insanların hakkımda acır gibi konuşmayı bırakacağını söylemişti. Haklıydı belki de. Dedikodular azalmasa bile, en azından herkes Mahir Demirdağlı'nın emanet kızının kendi öz oğlu tarafından nasıl yüz üstü bırakıldığını konuşmayı bırakır, tüm bu olanlara rağmen yolumuza nasıl da devam ettiğimizi irdelerlerdi. Hatta Baran bile ikna olabilirdi onu sevmediğime, gerçekten umursamadığıma... Annem ve babam belki hoş karşılamazlardı ama kabullenirlerdi. Sonuçta Baran kendisine farklı bir yol çizmişti. Sonu bana varmayan bir yol.

Benim de kendi yolumu çizmem nasıl bir sakınca yaratabilirdi ki?

Ne vardı ki benim için dışarıdan nasıl gözüktüğümün, başkalarının hakkımda neler söylediğinin bir önemi yoktu. Kalbimde bu kadar hummalı bir ateş yanıyorken, bir başkasını o ateşin içine çekerek söndüremezdim yangını. Ben öyle biri değildim, hiç olmamıştım.

"Yani," dedim uzun bir nefes alırken. "Başkalarının hakkımda ne söylediği benim umurumda bile değil." Sanırım bu yeterli bir cevaptı ama Yağız ikna olmamış gibi kaşlarını kaldırdı, hatta bir şeyler söyleyecek gibi oldu ama umursamadım ve ayağa kalkıp oradan uzaklaştım.

Aslında kaçtığım o değildi, Baran ve Azra'yla yan yana olmak beni mahvetmişti. Birileri boğazımı var gücüyle sıkıyormuş gibi nefes alamıyordum. Bu gece bir an evvel bitmeliydi.

Kendimi ofis bahçesinin dışına attığımda, kalabalıktan ve gürültüden bir nebze uzak olmanın iyi geleceğini düşündüm. Bu akşam korktuğum ne varsa gerçekleşmişti. Günlerdir görmediğim Azra yine burnumuzun dibindeydi. Üstelik babası da buradaydı ve Azra'nın Baran'la birlikte olmasını sorun ediyor gibi görünmüyordu.

Sanırım artık Baran'ın, annemin ve de babamın nasıl insanlar olduğunu bildiği için kızının emin ellerde olduğunu düşünüyordu. Kahraman Bey'le olan tanışıklıkları içini rahatlatmış olmalıydı.

"Bu kadar kızmanı gerektirecek bir şey söylediğimi düşünmüyorum."

Hızlı bir şekilde arkamı döndüğümde Yağız'ı karşımda buldum. Elleri ceplerinde, yüzünde sorgular gibi bir ifadeyle gözlerime bakıyordu. O an fark ettim, sağ kaşının altında derin sayılabilecek bir yara izi vardı. Ve bu onun yüzüne hoş bir farklılık katıyordu.

"Benim kızdığım sen değilsin ki..." Ona ne hissettiğimi izah edemezdim ama hiç değilse sorunun o olmadığını hissettirebilirdim. Konuşmasına fırsat tanımadan, kaçar gibi gitmeme rağmen kalkıp peşimden gelmişti. Sanırım ayıp etmiştim.  "Öyle birden kalkıp gitmem dans etmeyi teklif ettiğin ve benim de buna kızdığım için değildi..."

Yağız kafasını öne eğerek güldü. Sonra, "Biliyorum sarı kafa," diyerek lafımı böldü. Bense gözlerimi devirdim. Bana bu şekilde hitap etmeyi ne zaman kesecekti?

"Onlar hemen yan masamızda oturuyorlar diye rahatsız olduğun gözümden kaçmadı."

Leb demeden leblebiyi anlayan, zeki erkek tipi.

"Ama bu hoşuma gitti," dediğinde sorgular gibi yüzüne baktım. "Başkalarının ne söylediğini umursamıyor olman..." Aramızdaki birkaç adımlık mesafeyi kapatıp tam karşımda durduğunda gülümsemesini sürdürüyordu. "Hayat el alem ne der diye düşününce çok boktan oluyor değil mi?"

Ben de gülümseyerek karşılık verdim. "Kesinlikle."

Böylece, insanların hakkımda söylediklerini örtbas edebilmek için dans etmemiz gerektiği mevzusu kapanmış oldu. Sonrası derin bir sessizlik oluşturdu aramızda, ben genelde yeni tanıştığı insanlarla ne konuşacağını bilmeyen tiplerdendim. Yine öyle bir anda, sessizliğin içindeydim.

Neyse ki Yağız konuşkandı.

"Aslında hepinizi tanıyordum," dediğinde arkamızda bıraktığımız kalabalığa gözlerini dikti. "Mehmet'le daha önce tanışmıştım ama seninle ve Baran'la tanışmak bugüne kısmetmiş." Sağ elini cebinden çıkarıp hafifçe burnunu kaşıdığında alaycı bir tavırla güldü.

"Gerçi Baran benden pek hoşlanmış gibi durmuyor ama..."

Neden böyle söylediğini anlayamamıştım, fakat nedenini sorup Baran'ı umursuyormuş gibi meraklı görünmek de istemiyordum. Baran'ın Yağız'dan hoşlanmama sebebi Azra olabilir miydi? Sonuçta Azra ve Yağız tanışıyor olmalıydılar, babaları iki yakın arkadaşlardı.

"Azra'yı yakından tanıyor olmalısın," dedim konuyu farklı bir noktaya çekerek. Kollarımı birbirine sardım, akşam rüzgârı hafif bir şekilde esiyordu ama üşümeme sebep olmuştu.

"Yo tanımıyorum," dedi Yağız. "Onu da ilk defa bu akşam gördüm desem inanır mısın?"

İşte bu çok garipti.

"Nasıl yani?" diye sordum şaşkınlığımı gizlemeye çalışarak. "Çetin Adalı babanla yakın arkadaş değil mi?"

Bir an için kafamda çok farklı bir senaryo kurgulasam da Yağız bildiğimden farklı bir şey söylemedi.

"Öyleler... Çetin Amca babamın yakın arkadaşıdır, onunla sıkça karşılaşırım ama Azra'yı bugüne kadar hiç görmemiştim, adını duyardım sadece." Nedensiz bir şekilde o adamdan hoşlanmamıştım, bu durumun yalnızca Azra'nın babası olmaktan kaynaklandığını düşünmüyordum. Adamın bakışlarında insanı rahatsız eden, yüreğine kasvet düşüren bir şeyler saklıydı.

"Çetin Amca yalnız yaşıyor," diye devam etti Yağız. Ayakkabısının ucuyla yerdeki çakıl taşlarını eşeliyordu. "Karısından seneler önce boşanmış. Sanırım bu yüzden de kızıyla arası açılmış, yeni yeni baba kız ilişkisi kuruyorlar..."

Anladım der gibi kafamı salladım. Azra'yla ilgili tüm sorular kafamda net bir yanıt bulmuştu. Tıpkı Selma annemin söylediği gibiydi, annesi ve babası boşandıktan sonra Azra bir daha toparlayamamış, bu ayrılıktan hep babasını sorumlu tutmuştu. Neler yaşadıklarını bilemezdim ama Çetin Bey'in Azra'yı zorla Amerika'ya zorlaması da aralarındaki tatsızlığa tuz biber olmuştu.

Baran ve Azra'nın yolları da tam bu noktada kesişmişti.

"Yanlış anlamazsan bir şeyi çok merak ediyorum." Yağız'ın yüzündeki tebessümün yerini ciddiyet devralmıştı. "Tüm bu olup bitenlere rağmen, onunla hâlâ aynı evde yaşamak senin için zor olmuyor mu?"

Beklemediğim bir soruydu.

Ne diyeceğimi bilemeyerek yüzüne bön bön baktığımda, "Cevaplamak zorunda değilsin tabii," diye de ekledi. Babalarımız çok yakın olabilirdi ama biz henüz bu akşam tanışmıştık. Bana birden sanki yıllardır tanışıyormuşuz gibi yakın davranması tuhafıma gitmişti.

"Onlar benim ailem," diyebildim. "Sırf Baran'la problem yaşadım diye beni bu yaşa, bu konuma getiren insanlara yüz çevirmemi beklemesin hiç kimse. Hem ayrıca benim Baran'la bir ilişkim, bir yaşanmışlığım olmadı. Her şey sadece sözde kaldı. Bu da zamanla unutulacak."

Yağız sebebini anlayamadığım bir şekilde yeniden gülümsedi. Konudan rahatsız olduğumu tavrımdan anlamış gibi, "Neyse kapatalım bu tatsız mevzuları," dedi. Elini ceketinin iç cebine atarken bakışları yeniden gözlerimi buldu. "Hukuk okuyormuşsun sanırım. Kaçıncı sınıfsın?"

Cebinden bir sigara paketi çıkardığında içmemden rahatsız olur musun diye sorar gibi baktı. Kafamı iki yana salladım. Kibar çocuktu, Baran gibi karşında direkt içmeye başlamadan önce müsaade istiyordu.

"Evet son sınıfım, ya sen?"

"Son sınıf?" diye sordu kaşlarını çatarak. "Kaç yaşındasın ki?"

"Yirmi bir," dediğimde şaşırmış gibi gözlerini büyüttü.

"Öyleyse inek bir tip olmalısın. Hukuk'u dört senede bitirmek herkesin harcı değil."

İltifat almışım gibi gülümsediğimde, "Benim de mimarlıkta yedinci senem," dedi hayıflanır gibi gülerek. Sigarasını ateşleyip çakmağı cebine atarken oldukça kederli bir bakış attı. "Seneye de mezun olamazsam okuldan atılacağım galiba."

Yedinci senesinde olmasına epey şaşırmıştım. "Sen kaç yaşındasın?"

Kaşlarını havaya kaldırırken kollarını iki yana açtı ve gülümseyerek sordu. "Kaç gösteriyorum?"

Büyük göstermiyordu, eğer liseden mezun olur olmaz üniversiteye başlamışsa ya yirmi dört ya da yirmi beş yaşında olmalıydı. Dudaklarımı kıvırdım. "Bu soruyu genelde kadınlar sorar ama..."

Yağız gülümsedi, sigarayı dudaklarından uzaklaştırıp külünü yere düşürürken, "Yirmi dört yaşındayım sarı kafa," dedi iç çekerek. Baran'dan bir yaş küçüktü. "Aslında sadece müzikle ilgilenmek istiyorum ama hayat şartları işte."

Mimarlığı aile zoruyla okuduğunu farklı şekilde dile getirmişti. Neyse ki ben bölümümü severek ve isteyerek seçmiştim, bunun için hiç kimse beni zorlamamıştı. Derslerim kolay sayılmazdı ama sevdiğim için bir şekilde altından kalkabiliyordum.

"Mezun olunca burada çalışacaksın o zaman," dediğimde isteksiz bir şekilde kafasını salladı. "Tabii eğer ünlü bir şarkıcı olmazsan..."

İçtenlikle gülümsedi. "Yarın akşam yine Ma Belle'de çıkacağım." Tamamen küçülen izmariti yere atıp ayakkabısının ucuyla ezdi, bunu yaparken gözleri üstümdeydi. "Belki yine gelirsin."

Sorusunun ardından yanaklarımın kızardığını hissettim. Açıkça beni tekrar görmek istediğini söylüyordu ve bu davetin altında yatan esas anlam beni biraz germişti. Bana mı yürüyordu? Bu akşam olanları Irmak ve Sahra'ya anlatacak olsam yarın akşam kolumdan tuttukları gibi beni Ma Belle'ye götürürler ve Yağız'la sevgili olmam için kırk takla atarlardı ama onlara şimdilik bir şey söylemeyecektim.

"Açelya!"

Yağız'a nasıl bir cevap vermem gerektiğini düşündüğüm sırada annemin sesiyle yüzümü kapıya doğru döndüm. Annem bahçe kapısının önünde durmuş, gözlerini kısmış bir vaziyette bize bakıyordu.

"Her yerde seni arıyorum," dedi kızar gibi. Sonrasında Yağız'ın yanlış anlamasına engel olmak için açıklamasını yaptı. "Seni biriyle tanıştıracağım. Gel hadi."

"Müsaadenle."

Yağız'ın yanından ayrılıp anneme doğru yürüdüğümde derin bir nefes aldım. Zamanlaması harikaydı. Eğer gelemeyeceğimi söyleseydim ve Yağız ısrar etseydi ne diyeceğimi bilemeyerek teklifini çaresizce kabul ederdim. Bahane bulma konusunda pek üretken değildim. İyi, hoş ve yakışıklı bir çocuktu ama ben hayatımın şu dönemlerinde yalnız olmalıydım.

Yaralıydım ama hiç kimseyi yara bandım yapamazdım.

Annemle birlikte kapıdan içeri girdiğimiz sırada bakışlarım doğruca az önce oturduğumuz masaya kaydı. Baran ve Azra hâlâ oradaydı, tek fark Mehmet de yanlarında oturuyordu. Mehmet Azra'yla konuşuyor, Baran ise boş bir noktaya bakıyordu. Kahverengi gözleri dalgındı, çehresi ise durgun... Düşünceli görünüyordu.

Baran'ın dalgın hallerinden ziyade Mehmet'in Azra'yla ne konuşuyor olabildiğine takılmıştım. Mehmet Azra'dan hoşlanmadığını söylüyordu, öyleyse ne demeye muhabbet ediyordu ki onunla? Zaten Baran'ı kaptırmıştım, bir de Azra'nın Mehmet'e kendini sevdirmesine katlanamazdım.

Bazen çok bencil ve şımarıkça davrandığımı kabul ediyordum ama elimde değildi, sevdiklerimi kimselerle paylaşamıyordum.

Annem elini bileğime dolamış halde beni ofis binasına doğru sürüklerken gözden kaybolana dek onlara bakmıştım ama neyse ki hiçbiri beni fark etmemişti.

"Anne, kiminle tanıştıracaksın beni?"

Sorduğum soruya aldığım yanıt kendimi lavaboda bulmam oldu. O an anladım ki annemin derdi beni biriyle tanıştırmak falan değildi, Yağız'ın yanından uzaklaştırmaktı.

Kapıyı kapatıp sırtını da kapıya yasladığında bana babamın iki numaralı bakışlarıyla bakıyordu. Bu bakışın anlamı şu demekti: Ben sormadan sen her şeyi anlat.

Yağız'ın masadaki tavırlarından, zaten tanışıyoruz demesinden ve herkesin içinde kulağıma bir şeyler fısıldamasından annemin işkilleneceğini biliyordum. Yanılmamıştım. Zaten bu durumdan hiç hoşlanmadığı masadaki bakışlarından belliydi.

"Ne düşündüğünü az çok tahmin edebiliyorum ama benim Yağız'la bir alakam yok," dedim dürüstçe. Yalan değildi. Annem henüz Baran hayatımdayken Yağız'la bir alakam olduğunu düşünebilirdi, yanlış bir anlaşılmaya mahal vermek istemezdim. "Geçen hafta kızlarla her zaman gittiğimiz kafeye gitmiştik hatırlarsan. Yağız da orada sahneye çıkıyormuş, tesadüfen orada gördüm onu. İstek parçaları aldığı sırada benimle sarı kafa diye dalga geçmişti, herkes de gülmüştü. Tanıştığımızı söylemesi de buradan kaynaklanıyor."

Annemden hiçbir konuda gizlim saklım yoktu, ayrıca benim ağzımda bakla ıslanmıyordu. Sarı kafa detayına kadar söylemiştim her şeyi.

"Buna inanmalı mıyım gerçekten?" diye sordu annem, tek kaşını kaldırmış ve gözlerini şüpheyle kısmıştı.

Neyse ki lavaboda bizden başkası yoktu.

Ellerimi iki yana açtığımda kırgın bir bakış attım. "Ben sana ne zaman yalan söyledim ki?"

"Yalan söylemeyeceğini biliyorum ama Yağız'ın öyle bir biz zaten tanışıyoruz deyişi vardı ki, bir an benden gizlediğin bir şeyler olduğunu düşünmedim değil." Annem sırtını yasladığı kapıdan ayrıldı ve bana doğru yürüdü.

Peki ya Baran? O ne düşünmüştü?

"Bir de ortadan kayboldun, bir baktım berabersiniz..."

Tam da düşündüğüm gibi olmuştu, annem Yağız'la aramda bir şeyler olduğundan şüphe ediyordu. "Bu akşama kadar tanışıklığımız, konuşmuşluğumuz yoktu," diye itiraz ettim. Ama anlam veremiyordum, bu durum neden bu kadar tepki çekmişti?

"Ben Baran'ın aksine, onunla bir geleceğim olduğuna inanırken onu hiç aldatmadım," derken hırsımdan tırnaklarımı avuçlarıma sapladım. "Ama bu saatten sonra istediğimle tanışır, istediğimle birlikte olabilirim. Sonuçta artık özgürüm değil mi?"

Annem bu kadar sert çıkmamı beklemiyordu, bana şaşkınca bakarken gözlerini kırpıştırdı. Onun bir kabahati yoktu ama ben ona patlamıştım işte. Baran'ı Azra'nın yanında görmek dengelerimi alt üst etmişti yine.

"Bir erkek arkadaşının olması problem değil Açelya," dedi annem ciddiyetle. "Elbette özgürsün, elbette dilediğin erkekle beraber olacaksın ama annen olarak üzerinde az çok söz hakkına sahibim değil mi?"

Biraz kırgın biraz da kızgın bir tavırla dile getirmişti sözlerini. Ve ben şimdiden pişman olmuştum Baran'a duyduğum hıncı annemden çıkardığım için.

"Bak, Yağız'ın fazla çapkın olduğu herkesin dilinde," dedi annem sadede gelerek. "Gülçin bile kendi ağzıyla söyledi oğlunun sevgilerinin sayısını bilmediğini. Çamaşır değiştirir gibi sevgili değiştiren bir erkekten hayır gelir mi?" Ellerini omuzlarıma koyduğunda, "Akıllı ol," diye devam etti sözlerine. "Kalbini bir daha kimsenin paramparça etmesine izin verme."

Yağız'ı tanımıyor ve nasıl biri olduğunu bilmiyordum, haliyle annemin bu sözleri üzerimde hiçbir etki yaratmamıştı. Ve zaten ima ettiğimin aksine Yağız'la alakalı bir şey düşünmüyordum.

"Öyle bir şey mümkün değil," dedim kendimden emin bir halde. "Sen merak etme."

"Merak etmek istemiyorum..." Annem topuzundan firar eden bir tutam saçı kulağının arkasına sıkıştırdı. "O çocuk belli ki seni gözüne kestirdi ama sen mesafeni koru. Ki zaten baban görürse, duyarsa, Kahraman'ın oğlu falan dinlemez biliyorsun. Mahir'in gözünde öyle bir yerin var ki senin için kendi oğlunu bile ezip geçmişken el alemin çocuğunu gözü görmez."

Kafamı salladım, annem beni inceden uyarmıştı ve ben ne demek istediğini anlamıştım. Yağız çapkın bir çocuktu, bir ilişkimiz olursa beni üzerdi ve bu durum babamın Kahraman Bey'le olan ilişkisine kadar yansır, yeni bir işe girişmişlerken ortaklıkları bozulurdu.

Elbette ki böyle bir duruma zemin hazırlamazdım. Benim kalbim sadece Baran'ın ellerindeydi, ondan başka hiçbir erkek beni kıramaz, incitemezdi. Buna adım kadar emindim.

Lavaboya gireceğimi söylediğimde annem beni bırakıp gitti. Bense kabinlerden birine kendimi atıp öylece durdum, kapıyı seyrettim. Yağız'la herkesten uzak bir köşede sadece konuşmam bile sorun olmuşken, eğer onunla dans etseydim neler olacağını düşünmek bile istemiyordum.

İyi ki bir an aptallık edip teklifini kabul etmemiştim.

Birkaç dakika sonra kabinden çıktım, tam o sırada kapı açıldı ve içeriye kimin girdiğine bakmak için kafamı kaldırmamla Azra'yla göz göze gelmem bir oldu. Bir sen eksiktin. Azra beni görünce gülümsedi fakat ben ona aynı şekilde karşılık vermedim.

Bozuntuya vermedi. "İyi misin sen?" diye sordu kapıyı örterken.

Ellerimi yıkamaya başladığım sırada kafamı kaldırdım ve aynadan ona baktım, hemen arkamdaydı.  Bu defa gülümsedim. "Kötü olmam için bir sebep mi var?"

"Bilmem," dedi dudaklarını bükerek. Hemen yanımda durduğunda çantasını tezgahın üstüne bırakıp fermuarını araladı. "Pek keyfin yok gibi, solgun görünüyorsun."

"Keyfim gayet yerinde." Ellerimi yıkamayı bitirdiğimde bir peçete çekip ona arkamı döndüm. "Sen yanlış anlamışsın."

Peçeteyi çöp kutusuna atıp tekrar aynaya döndüm ve nasıl göründüğüme baktım. Azra'nın haklı olarak sormasına sebep olan suratımdaki beş karış ifadeyi saymazsak gayet iyi görünüyordum. Ellerimle saç tutamlarımı düzeltip bir kısmını arkaya, bir kısmını omuzlarımın üzerine attım. Makyajım bozulmamıştı, hâlâ iyiydim.

Neyse ki Azra üstelemedi veya tadımı kaçıracak başka bir şey söylemedi. Aksine, "Elbisen çok hoş, sana da çok yakışmış," diyerek beni şaşırttı. "Seni böyle göreceğimi hiç düşünmezdim. Genelde kadın gibi değil de, tatlı, küçük bir kız çocuğu gibi giyiniyorsun."

Sözlerinin üzerine dudaklarıma alaycı bir tebessüm kondu. Biz tanışalı ne kadar olmuştu? Azra beni ne kadar zamandır tanıyordu da hakkımda böyle bir yorum yapabiliyordu?

"Farkında mısın bilmiyorum ama seninle hepi topu birkaç gün aynı evi paylaştık. Öyle bir konuştun ki sanki beni kırk yıldır tanıyorsun." Azra kafasını bana çevirip doğruca yüzüme baktığımda gözlerimi şüpheyle kıstım. "Yoksa sahte bir hesabın var da beni mi stalklıyorsun?"

Azra birden kahkahalara boğuldu, kahverengi saçları yüzüne dökülmüştü. Eh, ben de ciddi ciddi sormamıştım zaten ama bu ona yeterdi.

"Tabii ki hayır," dedi gülmeyi sürdürürken. "Birkaç günlük gözlemime dayanarak öyle söyledim ama seni kızdırdım sanırım."

"Hayır canım, ne kızması?" Gülümseyerek kafamı salladım. "Takılıyorum sadece."

Azra'nın ruj sürmesinden istifade daha fazla konu açmayacağını düşünerek arkamı döndüm, kapıya doğru yürüdüm. "Neyse, görüşürüz."

Lafın gelişi söylüyorum, umarım görüşmeyiz.

"Bu arada," dediğinde durdum. Görmeyeceğini bildiğim için arkamı dönmeden önce gözlerimi devirdim. Sürdüğü rujun kapağını kapatmış çantasına geri atıyordu. "Seninle son görüştüğümüz gün biraz gerilmiştik."

Şimdi sesi ciddiydi, az önceki halinden eser yoktu. Kalbim bir anda korkuyla kasıldı. Bana, avuçlarında olduğumu hatırlatıyordu. "Ben unuttum, umarım sen de unutmuşsundur. Kafana takıp dert etmene sebep olduysam kendimi kötü hissedeceğim."

Unuttuğu falan yoktu, öyle olsa bunu hatırlatmazdı bile. Azra öyle işini bilen bir kızdı ki tehdit eder gibi üzerime doğrulttuğu silahı ateşlemiyor, namlunun ucuyla yavaşça saçlarımı okşuyordu. Ne yapmaya çalıştığı belliydi.

Ayağını denk al, yoksa Baran her şeyi öğrenir. Esas söylemek istediği şey buydu.

İçimdeki korkunun aksine, yüzüme bir maske daha takıp bende yarattığı o şaşkınlık hissini örtbas etmeye çalıştım. "Neyden bahsettiğini bile hatırlamıyorum Azra."

"Pekâlâ," dedi tatlı bir sesle. Sanki gözlerime baktığında aklımdan geçen düşünceleri okuyabiliyormuş gibi bakması beni ürkütse de gülümsemeye devam ettim. "Umarım beni yanlış anlamıyorsundur. Seninle iki yakın arkadaş gibi olmak istemiştim, bu sebepten aramızda bir problem yaşanması beni huzursuz etmişti."

Neden sürekli benimle arkadaş olmak istediğini söylüyordu?

Kollarımı göğsümde birleştirip yüzüne şüpheyle baktığım sırada aynaya bakarak saçlarını düzeltiyordu ama bir gözü devamlı olarak üstüme çevriliyordu.

"Seni anlama konusunda güçlük çekiyorum," dedim açıkça. Kendimi bu konuda daha fazla tutamayacaktım. "Seni doğru düzgün tanımıyorum, Azra. Haliyle bana hangi niyetle yaklaştığını da bilmiyorum ama ya beni delirtmeye çalışıyorsun ya da..."

Azra birden konuşmaya başlayınca laf ağzıma tıkılıp kaldı. "Hayır, gerçekten de öyle bir niyetim yok." Kendisiyle ilgilenmeyi bırakıp yüzünü bana döndü. "Neden seni sinirlendirmek isteyim ki?"

Acaba neden?

"Bilmiyorum," dedim, elimde olmadan sert bir sesle konuşmuştum. "Sen söyle. Neden?"

Baran onu seviyordu, onunla birlikteydi. Öyleyse benden ne istiyordu? Benimle derdi neydi?

Derin bir nefes alırken bakışlarını tavana kaldırdı. "Gerçekten yanlış anlaşılıyorum."

"Artık hiçbir önem arz etmese bile Baran'la bir hikâyem vardı Azra," diye mırıldandım. Afallamış koyu kahverengi gözlerine yeniden gözlerime kenetlediğinde çenesi kasılmıştı. "Baran'ı hiç mi kıskanmıyorsun?"

Sorduğum soruya anlam verememiş gibiydi. Bana, sanki tüm bunlar yaşanmamış da her şeyi kıçımdan uyduruyormuşum gibi bakıyordu.

"Baran hiçbir şey yapmasa bile, her kadının dikkatini çekebilecek kadar farklı bir auraya sahip," diye konuştu çantasını kolunun altına sıkıştırarak. "Haliyle bu onu fazlasıyla kıskanmama neden oluyor. Ama öyle herkesten değil..." Lavabonun önünden ayrılıp bana bana doğru yürüdü ve tam karşımda durup işaret parmağıyla beni hedef aldı. "Senden hiç değil."

İrkildim. Aramızdaki gerilim ilk defa ortamızda bir duvar gibi dikiliyor ve Azra ellerinde duvarı güçlendirecek bir tuğla tutuyordu.

Yüzündeki ciddiyet fermuarı çözülmüş bir elbisenin, bir kadının omuzlarından düştüğü gibi hızla yok oldu, gülümsedi. "Baran'ın sana nasıl bir gözle baktığını çok iyi bildiğimden seni kıskanmamı gerektirecek bir durum yok ortada." Göz kırptı. "Eğer kastettiğin buysa."

Konuşamadım, nefes alamadım, yutkunamadım. Bu ağır olmuştu.

Çok fazla ağır.

"Yanlış anlama, Baran seni seviyor Açelya," dediğinde benim aksime daha fazla gülümsedi. "Ama tıpkı Mehmet'i sevdiği gibi. Daha fazlası değil."

Başka bir şey söylemedi, söylememe de izin vermedi. Beni lavaboda bir başıma bırakıp gittiğinde dakikalarca kıpırdayamadım yerimden. Nasıl aldığımı bilmediğim nefesler taş olup boğazıma dizildi sanki. Yanlış bir şey mi söylemişti? Hayır. Öyleyse neden bu kadar kötü olmuştum ki?

Lavabodan çıktığımda kalabalığın içine nasıl karıştığımı hiç bilmiyordum, aslında yalnız olduğum bir tenhada yürür gibi yürüyordum. Kimseleri görmüyor, duymuyordum. Bacaklarım böyle titrerken bedenimi nasıl taşıyabildiğini ya da içim böyle dolup taşarken nasıl ağlamadığımı da anlayamıyordum. Her şey çok garipti. Bu gece üzerimize bombalar bile yağsa daha kötü bitemezdi; ki ben, bundan daha ağır yaralanamazdım.

Ruhum viraneydi, sol yanımda öyle delici bir acı vardı ki kalbimi hissetmiyordum.

Gerçeği bilmek başkaydı, kanatan dudaklardan duymak başka.

Azra yine yapmıştı yapacağını.

Elini bile kaldırmadığı halde, bana ömrüm boyunca hazmedemeyeceğim bir tokat atmıştı.

Hazmedemiyordum çünkü benden çaldığı şey sadece sevdiğim adamın kalbi değil, sadece düşlerim değil, sadece geleceğim değildi. Koskoca bir geçmişi, on altı yılımı çalmıştı. Tek bir bakışıyla ruhumu deliye çeviren o gözlerin bana bir yabancı gibi bakmasını sağlamıştı. Dağdan gelip bağdakini kovmuştu. Hiç hesapta yokken gelen davetsiz bir misafir gibiydi, her şeyi mahvetmişti.

Ama asıl hazmedemediğim bu değildi.

Yürüyordum fakat gözümün önünü gördüğüm yoktu, sonunda olan oldu ve birine sert bir şekilde çarparak düşecek oldum, lanet topuklu ayakkabılar da hiç yardımcı olmuyordu. Neyse ki düşmemiştim. Çarptığım bedenin sahibi kollarımdan ve belimden tutarak beni kendisine çekti. Otuzlarında gibi görünen, hafif sarışın ve hoş bir adamdı. Babamın iş çevresinden olmalıydı.

"İyi misin?" diye sordu telaşla.

Tamamen dengemi sağlayıp adamın gözlerine baktığımda teşekkür edecek oldum ama bir anda adamın kollarının arasından çekilmemle afallayarak sustum. Henüz bir yabancıya çarpıp düşecek olmanın ve centilmen bir tavırla kurtarılmanın şaşkınlığını üzerimden atamamışken, bir başkasının kolları arasına çekilmenin şaşkınlığını yaşadım. Fakat bu seferki bir yabancı değildi, kokusundan tanıdım.

Baran'dı.

Beni adını sananı bilmediğim sarışın adamın yanından hızla uzaklaştırdı. Adama teşekkür edecek kadar zaman bile tanımamıştı. Kalabalığın arasından bir nebze uzaklaşıp kenar bir köşede durduğumuzda bileğimi bırakıp gözlerime baktı. "Sen iyi misin?" diye sordu, saatlerdir koruduğu ciddiyeti hâlâ yüzündeydi. "Yürürken önüne bakmıyor musun?"

Karşıma geçip iki kelam etmesi için illa başımı derde mi sokmam gerekiyordu?

Acı bir tebessüm sirayet ederken dudaklarıma, "Görmedim," dedim ne diyeceğimi bilemeyerek.

Sahiden de görmemiştim.

Ve ayrıca, iyi değildim.

Baran hafifçe eğilip yüzüme dikkatle baktığında bakışlarım dudaklarına takıldı. "Neyin var senin?" Azra'yı öptüğü dudaklarından, benim için endişelendiğini haykıran sözler dökülüyordu. "Rengin atmış. Dağılmış gibisin."

Ona, beni dağıtan sensin demek istedim. Diyemedim.

Hem neden soruyordu ki iyi oldu olmadığımı? Benim ne halde olduğum ne kadar umudundaydı? Ah, nasıl unuturdum... Sadece küçük kız kardeşi için endişe etmiş olmalıydı. Daha fazlası değil.

Lavabodan çıkmadan önce midemde hafif bir sızı gezmeye başlamıştı, şimdiyse kıvrandırıcı bir ağrıya dönüşüyordu. Ne zaman bir anda bocalasam, canımı fazlasıyla yakacak bir durumla karşılaşsam mideme vururdu. Yine öyle olmuştu. Fakat bu seferki farklıydı. Ağrı çok daha ıstıraplıydı.

"İyi hissetmiyorum," dedim ellerimi karnıma götürdüğümde. "Midem çok ağrıyor."

Keşke iyi hissetmiyor olmama tek neden, midemdeki ağrı olsaydı.

Baran'ın bakışları karnıma indiğinde kaşları çatıldı. "Hasta mısın? Yoksa yediğin bir şey mi dokundu?"

Cevap vereceğim sırada Yağız'ın sesini duymamla omzumun üzerinden sola baktım. "Açelya, neyin var?"

Gerçekten çok kötü görünüyor olmalıydım.

"İyiyim ben, sadece biraz rahatsızlandım." Bakışlarım tekrar Baran'a döndü, dikkatli gözleri ikimizin arasında gidip geliyordu.

"Hastaneye gidelim mi?" diye sordu Yağız o sırada. Karanlıkta tamamen kahverengiye dönmüş ela gözlerinde gördüğüm endişe Baran'ın yüzündeki ifadeyi değiştirdi. Bu sorudan hoşlanmamış gibiydi.

"Gerek yok," dedim sessizce. O sırada Baran'ın Yağız'a kötü sayılabilecek bir bakış attığını yakaladım, neyse ki Yağız sadece bana bakıyordu. "Eve gitsem iyi olacak."

"O zaman eve bırakayım." Yağız yeni tanıştığı herkese karşın bu kadar samimi ve ısrarcı mıydı? Tanıştığımızdan beri sanki yıllardır arkadaşmışız gibi davranarak herkesin dikkatini üzerimize çekmesine neden olmuştu.

Bu sefer araya Baran girdi. "Ben bırakacağım."

Yağız'ın kısık gözleri sonunda Baran'a çevrildiğinde dudakları alaycı sayılabilecek şekilde kıvrılmıştı. "Azra'yı yalnız mı bırakacaksın?"

Ne kadar da yerinde bir soruydu bu.

"Kim beni yalnız bırakıyor?" Azra, iti an çomağı hazırla deyiminin hakkını verircesine burnumuzun dibinde bittiğinde elinde kokteyl bir bardak vardı ve dudaklarına götürürken doğruca gözlerimin içine bakmıştı.

Eseriyle övünür gibi.

"Açelya biraz rahatsızlandı," diyerek açıklama yaptı Baran. "Onu eve bırakacağım."

Baran Yağız'ın ne söylediğine değinmemişti bile, ama Azra durumu hemen çakmıştı.

"Benim için sorun değil canım. Zaten babamın işi var, birazdan çıkacağız." Elbette sorun olmaması gerekiyordu. Neticede ben kıskanılacaklar listesinde değildim, öyle söylemişti. Fakat neden bakışları tam aksini iddia ediyordu? Benden korkuyor muydu?

"Yine de burada kalıp kız arkadaşın gidene kadar onunla ilgilenebilirsin," dedi Yağız, bunu eğlenir gibi söylemesine rağmen Baran ona sanki küfretmiş gibi sertçe baktı. Ama bu, çok kısa sürdü. Belki de yalnızca bir saniye. "Açelya'yı evine bırakır, oradan da evime geçerim. Zaten kaçmak istiyordum, ortam çok sıkıcı."

Baran yarım ağız gülümsedi, ilk defa. "Senin evin bizim eve çok ters bir konumda değil mi?" Elini uzatıp Yağız'ın omzuna iki defa vurdu. "Hiç zahmet etme kardeşim, başka zaman."

Yağız daha fazla üsteleyemedi, Baran öyle bir kestirip atmıştı ki... Azra'ya veda edip oradan ayrıldığımız sırada ne annemi ne de babamı görebilmiştim. İkisi de ortalıkta değildi ve Baran tuhaf bir şekilde acele ettirmişti, gidiyor olduğumu kimseye söylememiştim. Zaten midemdeki ağrı bende tat tuz bırakmamıştı, sadece eve gidip uyumak istiyordum. Beni eve kimin bıraktığı ayrıntısı önemsizdi.

"Gerçekten evden böyle mi çıktın?" Otoparka yürüdüğümüz sırada Baran kızar gibi sordu bu soruyu. "Üstüne bir şey almak aklına gelmedi mi?"

Bunun konumuzla alakası neydi?

O an yanıma aldığım trençkotun annemin arabasında kaldığını hatırladım ama "Gelmedi," dedim terslenerek. "Bunu neden sordun ki şimdi?"

Baran ondan hiç ummadığım bir şekilde kıyafetime karışıyor olamazdı değil mi?

O da bana ters bir şekilde baktı. "Muhtemelen üşüttün," dediğinde bakışları içimi titretecek şekilde, tepeden tırnağa üzerimde gezindi. "Sonuçta buraya geldiğinde hiçbir şeyin yoktu."

"Hava gayet iyi." Midemdeki ağrının üşütmemle bir ilgisi yoktu, dertlenmemle vardı. "İkramlar dokunmuştur belki de."

"Akşamları serin oluyor ama." Baran birden duraksadığında ben de durdum fakat kaşlarım çatıldı. Ceketini çıkarıyordu. "Yaz bitti farkındaysan."

Üstünden çıkardığı ceketini havaya kaldırıp aramızdaki mesafeyi kapattığında bakışlarım yüzüne takılı kaldı. Ceketini omuzlarımın üzerine bırakırken tenime değen parmakları içimi ürpertmiş, karnımın kasılmasına sebep olmuştu. Hızlanan kalp atışlarımdan bahsetmiyordum bile... Baran'ın üzerimde efsunlu bir etkisi vardı. Sıcaklığını hissetmem bile aptal aklımı başımdan almıştı.

Ceketini omuzlarıma örttüğü halde geri çekilmedi, bakışlarını önce yüzüme, ardından elbiseme indirdi. "Daha fazla üşütme."

"Üşümüyorum." İtirazım gecikmedi. "Üşüttüğümü nereden çıkarıyorsun?"

Baran soruma cevap vermedi, geri çekildi ve cebinden çıkardığı anahtarla birkaç metre ileride duran arabasının kilidini açtı. Arabaya binip oradan uzaklaşana dek ikimiz de sessiz kaldık, midemdeki ağrı varlığını koruyordu. İstemsiz bir şekilde iki büklüm olup ellerimi karnıma bastırmam Baran'ın gözünden kaçmadı.

"Hastaneye gidelim istersen."

"Eve gidip sıcak bir şeyler içtiğimde geçecek bir ağrı için hastaneye gitmek mi?" Kafamı sola çevirip ona baktım, bakışları yoldaydı.

"Azra'yı orada bir başına bırakman hoş olmadı," dedim arkama yaslanırken. Saçlarımı tek elimle toplayıp sağ omzuma bıraktım ve kafamı geriye yasladım. Neredeyse uyuyacaktım.

"Duymadın mı?" Baran kısa bir an bana baktı. "Zaten kalkacaklarını söyledi."

"Bu neyi değiştirir ki?" diye üsteledim. "Sonuçta o senin kız arkadaşın ve sen onu orada bırakıp çıkıyorsun, aksini söylese bile bunun onu kırdığına eminim."

Düşüncelerime kayıtsız kalmıştı. "Sen bunu dert etme. Azra takılmaz böyle şeylere."

Böyle durumlarda sevgili bile olmadıklarını düşünüyordum. Daha doğrusu bunu bana düşündüren Baran'dı. Azra'ya o kadar sıradan davranıyordu ki, havuza düştüğüm gece telefonda Azra'ya seni seviyorum deyişine şahit olmasam onu sevmediğini düşünecektim. Fakat sonra Azra'nın Baran'a olan bakışları tüm şüphelerimi yerle yeksan ediyordu. Çünkü Azra, Baran'ı gerçekten seviyordu. Hislerimde yanılmazdım.

Trafiğe takılmadan ilerlediğimiz için eve varmamız uzun sürmemişti. Yol boyunca başka bir şey konuşmamış olsak da sürekli düşünüp durduğumdan zaman çabuk akmıştı. Bir de kalbimi meşgul eden kokusu vardı. Üstümdeki ceketinden sızan kokusu, ona olan kızgınlığıma da kırgınlığıma da kafa tutacak kadar huzur doluydu.

Ne aklım benimleydi, ne de kalbim.

Baran'ın anahtarla kapıyı açmasına gerek kalmadan Emine Abla açmıştı kapıyı. Geldiğimizi görmüş olmalıydı ama bizi bu kadar erken beklemediği için bir terslik olduğunu sanıp telaşlanmıştı. Firuze babaanneye baktığından hâlâ evine gidememişti, saat kaçtı bilmiyordum ama artık kendi evine gidip dinlenmesi gerekiyordu.

"Babaannem nerede?"

Baran bu soruyu sorarken bakışlarım salona çevrildi, odama çıkıp üzerimi değiştirmeden önce mideme iyi gelecek sıcak bir şeyler içmeye ihtiyacım vardı.

"Salonda," dedi Emine Abla, koridorda olmamıza rağmen sessiz konuşuyordu. "Yine bir tuhaflaştı sanırım, bana birkaç kez Selma diye seslendi."

Emine Abla endişe etmiş gibiydi. "Bakarız biz şimdi," dediğimde kafasını salladı. Arkamı dönmüş salona yürüyordum ki Baran'ın sorduğu soruyla kısa bir an duraksadım.

"Emine Abla, mide ağrısına ne iyi gelir?"

Duymamışım gibi hızlı adımlarla salona geçtiğimde, Firuze babaanneyi berjerde oturur halde televizyon izlerken buldum. "Babaanne?" diye seslendim yanına doğru yürürken. Başı hafif sola eğik ve gözleri kapalı gibiydi, uyuyor sanmıştım ama sesimi duyunca kafasını kaldırdı, bana baktı.

"Ah sarı kızım," dedi neşeli sesiyle. "Geldiniz mi?"

"Hayır, sadece ben geldim." Karşısındaki uzun koltuğa oturup arkama yaslandım. "Babamlar hâlâ ofisteler."

Kaşlarını çatmasıyla alnında bir sürü derin çizgi oluştu, her biri farklı bir anıya sahip olmalıydı. Fakat teni hâlâ parlak, ışıl ışıldı. "Sen neden erkenden döndün o zaman?"

Midemin ağrıdığını söylemek istemedim, bu konuda evhamlı bir kadındı. Maazallah ayağa kalkar ve kocakarı usulü otlardan bitki çayı yapmaya kalkardı. Ne yazık ki bitki çaylarıyla aram yoktu.

Tam bir şeyler uydurmaya hazırlanıyordum ki babaannemin bakışları yüzümden çekildi, arkama doğru tuhaf bir şey görmüş gibi bakıyordu. Oturduğum yerde kaykılıp geriye doğru baktığımda Baran'ı gördüm. Yanımıza geliyordu. Dönüp tekrar babaanneme baktım, Baran'a tıpkı bir yabancı görmüş gibi bakıyordu.

Hayır, lütfen yine aynısı olmasın.

Baran oturduğum koltuğun diğer kısmına oturduğunda Firuze babaannenin gözü hâlâ Baran'ın üzerindeydi. Bu durum beni telaşa sürüklese de ağzımı açıp bir şey söyleyemedim. Zaten Baran benden önce davrandı.

"Nasılsın babaanne?"

Firuze babaanne Baran'a bir cevap vermek yerine bana döndü, bakışlarında bir yabancıya duyulan o tanıdık merak vardı. "Bu kim Açelya?"

Babaannemin sorusunu takip eden saniyelerde dönüp Baran'a baktım. Bu sefer yüzünde bir şaşkınlık ya da hüzün yoktu, alınganlık edecek gibi de durmuyordu, bu durumla ilk karşılaştığında duygusal bir boşluğuna düşmüş ve gereğinden fazla tepki vermişti. Lakin yine de, alzaymırlı babaannesi tarafından ilk unutulan olmak canını yakıyor olmalıydı.

"O Baran, babaanne," dedim parmağımla Baran'ı işaret ederken. Sözlerimin devamında yani senin torunun diyecektim ki babaannem kaşlarını hafifçe çattı ve koltuğunda eğilerek bana yaklaştı.

"Yoksa senin erkek arkadaşın mı?"

Ne söylesem boştu. Firuze babaanne Baran'ın kim olduğunu bile unutmuştu.

'Sizin hayatınızda o kadar yokum ki babaannem bile ilk beni unuttu.'

Yutkunarak Baran'a baktım, şu anda ne hissettiğini, üzülüp üzülmediğini merak ediyordum ama bakışları o kadar boştu ki hiçbir şey anlamıyordum. Firuze Babaanne bir cevap bekler gibi dikkatle ikimize bakarken Baran oturduğu yerden bana doğru kaydı ve kulağıma doğru fısıldadı. "Kim olduğumu hatırlatmakla uğraşma, bırak ne zannediyorsa öyle kalsın."

"Ne fısırdaşıyorsunuz siz?" Babaannemin kızgın sesi Baran'ı benden uzaklaştırdı. "Hâlâ kim olduğunu söylemedin, Açelya. Kim bu çocuk?"

"Arkadaşım babaanne. Okuldan arkadaşım." Bu ne zamana kadar böyle devam edecekti? Firuze Babaanne aklını her kaybettiğinde Baran'ı bir yabancı zannedip sorun mu çıkartacaktı?

Tekrar bana doğru eğildi ve güya, Baran'ın duymayacağı şekilde sessizce konuştu. "Sen Mahir'in huyunu bilmiyor musun be kızım? Eve gelip bu çocuğu gördüğünde ne diyecek? İkimizin de canına okur vallahi."

Baran duyduklarının ardından ellerini yüzüne bastırdı ve sırtını koltuğa yasladı. Elleri hâlâ yüzündeyken araladığı iki parmağının arasından gözüken tek gözüyle bana yandık dercesine baktı.

Doktor bu tarz bir durum yaşandığında sakin olmamız gerektiğini söylemişti. Eğer telaş yaparsak bu onu ürkütecek ve hafızasının yerine gelmesini zorlaştıracaktı. Ama şu an nasıl davranmam gerektiğini bile bilmiyordum.

"Baran," diye mırıldandım gülümsemeye çalışırken. "Babaannem haklı. Babam seni burada görürse çok kızar, sen git en iyisi." Odasına mı çıkardı yoksa açılışa geri mi dönerdi hiçbir fikrim yoktu. Ama gitmesi şu an en iyi seçenek gibi görünüyordu.

"Mahir Bey çok mu sinirli?" diye sordu Baran, sözlerimi umursamamıştı bile. Hafifçe gülümsediğinde yanağında oluşan o ince çizgi öyle güzeldi ki... "Beni burada görürse çok mu kızar?"

"Çok..." dedi Firuze babaanne kafasını abartılı bir hareketle sallayarak. "Öyle diğer babalara benzemez."

Baran dudaklarını birbirine bastırırken kafasını usulca salladı. "Aynı benim babama benziyor desenize."

O sırada elinde bir tepsi ve üstünde büyük bir kupayla Emine Abla geldi. Uzaktan aldığım kokusu bile yüzümü buruşturmama yeten nane limon çayını bana uzattığında tepsiyi ellerinden isteksizce aldım. "Haklı çıktın," dedim kısık bir sesle. "Babaannem yine Baran'ı tanımıyor."

"Eyvah eyvah..." Emine Abla telaşla babaanneme baktı ama onun bakışları Baran'daydı. "Selma Hanım'ı arayıp haber vereyim mi?"

Hayır dercesine kafamı salladım. Haber verse bile değişen bir şey olmazdı sonuçta. "Sen gidebilirsin artık, ben onunla ilgilenirim. Sonrasında da doktorunu ararım."

Emine Abla uzaklaştığında kupamdan büyük bir yudum aldım, saniyesinde yüzüm buruşurken midemdeki ağrı da varlığını belli eder gibi hızlandı. İlk hissettiğim anki gibi şiddetli değildi ama tadımı kaçırmaya yetiyordu.

"Siz nereden arkadaşsınız bakayım?" diye sordu Firuze Babaanne. Baran'ı hatırlamaması dışındaki bir diğer sorun da aklıselim davranmıyor olmasıydı. Normal şartlarda evimize gelen bir yabancıya asla böyle davranmazdı. O kadar nazik ve tatlı, nerede nasıl davranılması gerektiğini bilen bir kadındı ki bu halleri şaşırtıyordu. Ama doktor söylemişti; zaman zaman çocuk gibi de davranacak, yaptıklarına söylediklerine inanamayacaksınız.

"Okuldan arkadaşız dedim ya..." Baran yarım ağız gülümsedi, Firuze Babaanne ise inanmamış gibi gözlerini kıstı.

"Hiç arkadaş gibi görünmüyorsunuz."

Bakışları üzerimdeki cekete indiğinde ceketi omuzlarımdan çekip koltuğun üstüne bıraktım, eve girince çıkarmayı unutmuştum.

İkimizin de bir şey söylemesine izin vermeden birden parmağını şıklattı. "Ah, ben seni şimdi hatırladım," dedi gülümseyerek. Baran'ın kim olduğunu mu hatırlamıştı? "Açelya, telefonunda fotoğrafları olan çocuk değil mi bu? Demek sonunda sevgili oldunuz!"

Kulaklarıma kadar kızardığını hissettiğim anların içindeydim. Ellerimi, yüzümü, ensemi ve sırtımı bir ateş basmıştı. Firuze Babaanne bir keresinde beni telefonumdan Baran'ın fotoğraflarına bakarken yakalamıştı, o zamanlar henüz Baran bile dönmemişti. Hatırlaya hatırlaya bunu mu hatırlamıştı yani?

Baran'la bakışlarımız kesiştiğinde, "Neyden bahsettiğini bile bilmiyorum," dedim, üstüne bir de umursamaz bir tavırla gülümsedim. Baran da gülümsedi, eminim öyledir der gibi dudaklarını birbirine bastırdı.

"Babaanne, uykun gelmedi mi senin?"

Soruma karşılık kaşlarını çattığında, "Evde misafir varken mi uyuyayım?" dedi kızgınca. "Ne yapacaksınız beni uyutup?"

Baran bu defa kendi tutamayıp sessizce gülmeye başladığında ona bakıp kaş göz işaretiyle susmasını söyledim. "Hiçbir şey, o zaten şimdi gidecek," dedim koltuğun üzerindeki ceketini üzerine atıp. "Geç oldu artık, git hadi."

"Eh madem geç oldu, ben kalkayım," dedi Baran. Ardından ayağa kalktı. Dudaklarında sıcacık bir tebessümle ceketini üzerine geçirdiğinde kaşlarını alay eder gibi havaya kaldırdı. "Maazallah Mahir Bey'e yakalanmayalım."

Baran'ın ardından ben de ayağa kalktım. "Onu yolcu edip, şu tepsiyi de mutfağa bırakıp geliyorum hemen."

Baran önde ben arkada salondan çıktığımızda doğruca mutfağa yürüdüm, elimdeki tepsiyi tezgaha bırakıp mutfaktan çıktım. Baran merdivenlerin önünde dikiliyor, elindeki telefona bakıyordu.

"Sen neden geri dönmüyorsun?" diye sordum. Hadi ben rahatsızdım, o niye oradan kaçmıştı ki?

"Canım istemiyor."

Başka bir şey söylemeden merdivenleri çıkmaya başladığında arkasından ilerledim, üstümdeki şu rahatsız edici elbiseden kurtulacak ve hemen geri babaannemin yanına inecektim. Nane limon çayı mideme iyi gelmişti, annemler açılıştan dönünceye dek onunla ilgilenebilirdim.

Tabii Firuze babaanne koridoru inleten bir sesle bağırmamış olsaydı.

"Yakaladım sizi!"

Baran'la aynı anda durup geriye döndük ve merdivenlerin bitiminde ellerini beline koymuş bir şekilde, bizi suçüstü yakalamış gibi bakan Firuze babaanneye çevirdik bakışlarımızı. Sonra ne yapacağız der gibi birbirimize baktık.

"Beni uyutup ne yapacaksınız siz bakayım?" diye sordu bağırarak. Ne yapacağımızı düşünüyordu? Her ne düşünüyorsa, kendi kafasında kurduğu şeye aşırı inanmış bir haldeydi. Baran tek elini çenesinden geçirdi ve derin bir nefes aldı, o da benim gibi ne yapacağını şaşırmıştı.

"Babaanne sen yanlış anladın..."

"Sus bakayım..." Konuşmama bile fırsat vermeden susturdu beni. "Siz giderken ben dönüyordum, yemem ben bu numaraları!" Birden arkasını dönüp geri salona yürümeye başladığında merdivenleri çaresizce inip peşine düştük. "Aklınızca beni uyutup odalara kapanacaksınız öyle mi? Ah bu zamane gençleri! Ne edep kalmış ne başka bir şey!"

Babaannem çoktan gözden kaybolmuştu ama sesi hâlâ duyuluyordu. Hemen peşinden salona girmeden önce, "Doktorunu arayalım en iyisi," dedi Baran çaresizce. "Yoksa babaannem kendi torununu ırz düşmanı diye tüfeğiyle vuracak!"

Firuze babaannenin rahmetli eşinden hatıra kalma bir av tüfeği vardı ve odasında, duvarında asılı duruyordu. Neyse ki babam, bu hastalık ortaya çıktıktan sonra içindeki mermileri alıp saklamıştı. Sanırım Baran'ın bundan haberi yoktu.

Salona girdiğimizde Firuze babaannenin elinde telefonu vardı, tek ayağını öfkeli bir şekilde yere vururken, her kimi aramışsa telefonun açılmasını sabırsızca bekliyordu.

"Hah, Mahir!" dedi heyecanla. Neyse ki aradığı kişi babamdı. Bakışlarını üzerimize çevirdiğinde özellikle Baran'a kötü kötü baktı. "Senin bu kızın var ya, eve erkek getirdi biliyor musun? Gözümün içine baka baka cilveleşiyorlar! Onları bastım!"

Ellerimi şaşkınca ağzıma kapattığımda, "Yok artık babaanne ya!" diye cırladım. Baran da benden farklı tepki vermedi.

"Ne cilveleşmesi Firuze Hanım, vallahi evime gidiyordum ben yolumu şaşırdım!"

Baran birkaç adımda Firuze babaanneye yaklaştı ve elinden kaptığı telefonu kulağına götürdü. "Benim baba, babaannem beni tanımadı sadece."

Baran'ın bu hareketi onu hepten çıldırttı, ağrıyan dizlerine rağmen nasıl çabucak yere eğildi ve ayağındaki terliği çıkardı hiç anlayamadım.

"Baran, kaç!"

Baran telefonu kapattığı gibi koltuğa fırlattı ve kaçmaya başladı. Şimdi koltuğun etrafında dönüyorlardı. Firuze babaanne dur desem de durmuyor, elindeki terliği Baran'a her an fırlatacak gibi tehditkâr duruyordu. "Sen benim kızımın namusuna göz mü diktin? Ha sırık oğlan!"

Baran koltuğun etrafında dönmeye devam ederken parmağını kaldırıp beni işaret etti. "Ben masumum Firuze Hanım, beni baştan çıkartan kızınızdı!"

Gözlerim faltaşı gibi büyüdü. "Ne?!"

"Onunla da birazdan görüşeceğim." Firuze babaanne nefes nefese durdu, yorulmuştu. "Giymiş kırmızı kırmızı, her yeri de meydanda!"

Sözlerinin ardından terliği Baran'a fırlattı, Baran eğildi ve terlik başının üstünden teğet geçip annemin geçen sene Floransa'dan bayılarak aldığı seramik vazoya çarptı. Vazo iki parçaya ayrıldı.

Firuze babaannemin ithamları Baran'ın hoşuna gitmiş gibiydi, pişmiş kelle gibi sırıtıyordu.

"Ne oldu?" diye sordum burnumdan soluyarak. "Komik olan ne?"

"Hiçbir şey." Baran kafasını sola yatırdı ama sırıtmaya devam etti. Bunun altında kalmamayı iyi bilirdim ama şu an tek derdim babaanneyi sakinleştirmekti.

"Bence sen artık gitmelisin," dedim. "Babaannemi daha fazla kızdırma."

"Tamam, ben artık gidiyorum." Baran ellerini havaya kaldırarak arka arka ilerledi. Yanımdan geçip gittiğinde hızla önüne döndü ve salondan çıkıp kapıya ilerledi, Firuze babaanne bu sefer işini şansa bırakmamış, Baran kapıdan çıkıp gidene kadar arkasından bakmıştı. Baran sahiden gidiyor muydu yoksa gitmiş gibi yapıp bir şekilde eve geri mi girmeyi amaçlıyordu hiçbir fikrim yoktu. Zaten şu an düşünecek durumda da değildim. Firuze babaanneyi oyalamam gerekiyordu.

Oldukça zor olmuştu fakat Baran'ın gerçekten gittiğine ikna olduktan sonra odasına geçip yatağına girmiş ve çocuk gibi beş dakika içinde uyumuştu. Ben de odama gitmiş ve sonunda üstümdeki elbiseden kurtulabilmiştim. Baran sahiden de gitmişti, odasında yoktu. Yaklaşık iki saat sonra eve topluca döndüklerinde onları kapıda karşılayıp sessiz olmaları konusunda uyardım.

Babam olan biteni bizden kısaca dinledikten sonra doktoru aradı ve durumu kısaca aktardı. Sabah olduğunda geleceğini söylemişti doktor, ama pek de yapacak bir şey yoktu. İlaçlar sadece süreci yavaşlatacak, sonucu değiştirmeyecekti. Artık böyle yaşamaya alışmamız gerekiyordu.

Sonunda herkes odalarına çekildi fakat benim gözüme bir türlü uyku girmedi. Önce açılışa giderken arabada Azra'nın hesabına bakıp Baran'la olan fotoğrafını görmem, sonrasında Azra'nın söyledikleri aklıma geldi. Gerçi ne zaman çıkmıştı ki... Üstüne üstlük Firuze babaanne telefonumda Baran'ın fotoğrafının olduğunu söyleyerek beni zor duruma sokmuştu.

Baran ne olduğunu bile sormamıştı ama sormasına da gerek yoktu.

Fena halde yakalanmıştım.

Bir sağa bir sola döne döne gecenin ilerleyen saatlerini gördüm ama yine de uyuyamadım. Pes edip yataktan kalktığımda odamdan çıktım ve sessiz bir şekilde merdivenleri inmeye başladım. Herkes uyuyor olmalıydı, evde tek bir ses yoktu ve koridorda yanan spot ışıklarının haricinde tüm ev karanlıktı. Kendimi doğruca mutfağa attığımda Mehmet'le karşılaştım.

"Seni de mi uyku tutmadı?" diye sordum kısık bir sesle. Tezgahın başında kendine bir meyve tabağı hazırlıyordu.

"Uyku tutmadı değil de midem kazınıyordu açlıktan." Elindeki meyve kasesiyle birlikte masaya doğru yürüdüğünde bana bakıp göz kırptı. "Sen de mi açsın?"

"Hayır. Sadece uyku tutmadı."

Mehmet sandalyelerden birini çekip oturduğunda ben de sırtımı dolaba yaslayıp ayakta dikildim. "Neden erkenden eve döndünüz? Abim rahatsız olduğunu söyledi ama... Sence de garip değil mi?"

Sorguya çekiliyor gibiydim. "Garip olan ne?"

"Azra'yı orada bırakıp seninle eve gelmesi." Sinirlenmiş gibiydi, ağzına attığı şeftali dilimini yerken gözleri üzerimdeydi. "Ben abime anlam veremiyorum, ne yaptığı ne istediği belli değil."

Aklım zaten karmaşıktı, bir de Mehmet mi karıştıracaktı? "Neden böyle söyledin şimdi?"

"Yağız'ı senin yanında görünce renkten renge girdiğini fark etmedin mi gerçekten?" Elindeki çatalı suçlar gibi üzerime doğrulttu. "Azra'yı bile görmedi gözü. Siz gittikten sonra kızın yüzü bir düştü anlatamam."

"Bugün hepiniz de her şeyi yanlış anlıyorsunuz!" Birden evde herkesin uyuduğunu unutarak neredeyse bağırdım. Sesim ta yukarılara ulaşmazdı ama Firuze babaannenin odası bu kattaydı, uyanabilirdi.

Mehmet irkildi, ne bağırıyorsun der gibi baktı ama ben başka bir şey söylemesine izin vermeden arkamı döndüm. Kapıyı aralayıp çıkacağım sırada, "Ha bu arada," diyerek durdurdu beni. "Yağız iyidir hoştur ama fazla çapkındır. Ve ben, seni onun yanında görmekten pek hazzetmedim."

🐚

Okullar açılmadan önceki son hafta sonum pek de istediğim gibi geçmiyordu. Meteorolojinin hava durumunda verdiği güneşli gün tahminlerinin aksine dünden bu yana hava bulutluydu ve sonbahar yağmurları yağıp duruyordu.

Dün Irmak'la buluşmuş ve bir nebze olsun gönlünü almayı başarmıştım. Hâlâ tam olarak affedilmiş sayılmazdım ama hiç değilse trip atmayı bırakmıştı. Her zaman Ma Belle'de takılmamızın aksine bu sefer bir alışveriş merkezinde buluşmuş, yağan yağmurdan etkilenmeden saatlerce oturup okul öncesi son alışverişimizi yapmıştık. Yağız'la olan tesadüfi karşılaşmamızı ve sonrasında olanları detaylı bir şekilde anlattığımda ise Irmak'ın epey kafası karışmıştı.

Birincisi, herkesin Yağız'dan çapkın olarak söz etmesine üzülmüştü. Ciddi ciddi ikimizi birlikte düşünmüştü çünkü.

İkincisi, Baran'ın yükselen burcunun ikizler olduğuna yemin edeceğini ama ispatlayamayacağını söyleyip durmuştu.

Üçüncüsü ve sonuncusu, Baran'la Azra'nın ilişkisinden başından beri şüphe ettiğini ve sonunda haklı çıkacağını savunmuştu.

Kafam gerçekten karman çormandı. Baran'ın derdi neydi, ne yapmaya çalışıyordu hiç bilmiyordum. Tek bildiğim ondan uzak durmam gerektiğiydi çünkü bu işin sonu ne olursa olsun beni tek kalemde silmeyi, paramparça etmeyi ve kaybetmeyi göze aldığı gerçeği değişmiyordu.

Pazar günlerini nedensiz bir şekilde sevmezdim, ertesi günün Pazartesi olmasından sebep miydi bir fikrim yoktu ama pazar günleri bana pek bir kasvetli gelirdi. Üstelik bugün yağmur yağıyordu. Gün boyu evdeydim ve okul öncesi son günümün tadını çıkarıyordum. Tabii buna çıkarmak denilirse... İkindiden sonra başlayan yağmur hız kesmeden devam etmişti, bahçeye bile çıkamıyordum. Ayrıca evde yalnızdım.

Annem ve babam, Firuze babaanneyi de alıp Darıca'ya, Arslan Amca'nın çiftliğine gitmişlerdi. Bu geceyi orada geçirecek, yarın sabah döneceklerdi. Mehmet desen her zamanki gibi sağda solda takılıyor olmalıydı. Baran'sa... Muhtemelen Azra'yla birlikteydi.

Bunu düşünmek kalbime bir ateş düşürdüğünde dudaklarımı dişledim. Nerede buluşuyorlardı mesela? Dışarıda bir yerlerde mi yoksa baş başa olacakları bir yerde mi? Birlikteyken neler yapıyorlardı? Kaç ortak noktaları vardı? Aynı filmleri izleyip aynı esprilere gülebiliyorlar mıydı? Müzik zevkleri aynı mıydı mesela? Kaç konsere gitmişlerdi? Sinemaya gittikleri zaman ne tür bir film izleyecekleri konusunda tartışıyorlar mıydı? Küsüp kavga ettiklerinde ilk adımı kim atıyordu? Kim alttan alıyor ya da kim daha kavgacı oluyordu? Yalnız oldukları vakitlerde ne kadar yakınlaşıyorlardı? Hiç birlikte uyumuşlar mıydı? Ya da hiç birlikte olmuşlar mıydı?

Son sorunun cevabını biliyordum aslında.

Azra'nın üzerinde gecelikle Baran'ın odasına girdiği o gece her şeyi açıklamaya yetiyordu.

Tüm bunları düşünmemeye çalışsam da kulaklığımda çalan şarkı başka bir şey düşünmeme izin vermiyordu.

Nefret dolu bakışlarla mutluluğunu izledim.

Kıskandım deli gibi çoğu zaman ölmeni istedim.

Bazen sırf herkese inat olsun diye kendimi bir yabancının kollarına atmayı ve sevgiyi başka bir adamın dudaklarında bulmayı istiyordum. Ama bu istek üflediğinde hemen sönen cılız bir alev gibiydi, anında yok oluyordu. Düşüncesi bile canımı acıtıyor, midemi bulandırıyordu. Her zerrem öylesine onunla doluydu ki hayatımda bir başkasının hüküm süreceğini düşünmek bile beni çıldırtıyordu.

En az ona, Azra'nın dokunuyor olması kadar.

Ellerim istemsizce telefonuma uzanınca kendime engel olamayarak İnstagram'a girdim ve Baran'ın hesabını açtım. Yeni bir fotoğraf paylaşmış olduğunu görünce kalbim gümbürdedi. Yatağımdan zıplar gibi kalkıp elimde telefon, fotoğrafına dikkatle baktım.

Yarım saat önce paylaştığı fotoğraf Galata Kulesi'nin yakınlarındaki ünlü bir restoranda çekilmişti, yanında Tolga vardı. Baran'ın en yakın arkadaşı. Baran kolunu Tolga'nın omzuna atmış bir şekilde kameraya gülümsemişti, Tolga Baran'ı çocuk gibi güldürebilen nadir insanlardandı. Fotoğrafa bakarken dudaklarımda bir tebessüm oluştu.

Azra'yla birlikte değildi.

Telefonum elimdeyken çalmaya başladı, arayan annemdi. Kulaklığıma dokunarak aramayı yanıtladığımda telefonumu yatağın üzerine bırakıp pencereye yürüdüm. Yağmur neredeyse dinmişti ama inatla çiseliyordu.

"Ne yapıyorsun canım?"

"Odamdayım, öyle takılıyorum." Annemin sorusuna iç çekerek yanıt verdim. "Siz ne yapıyorsunuz? Her şey yolunda mı?"

"Sözde mangal yakacaktık ama yağmur hiç kesilmedi," dedi annem, orada olmaktan sıkılmış gibiydi. "Şu an her şey yolunda. Firuze annem henüz bir vukuat çıkarmadı." Baran'ı erkek arkadaşım sanıp elinde terlikle kovaladığı o anı anımsamam yeniden gülümsememe neden oldu ama annem sorusuyla beni düşüncelerden çekip çıkardı.

"Yemek yedin mi? Sakın aç kalma."

"Yedim tabii ki." Külliyen yalan. Yalnız olduğum zamanlar tek başıma yemek yemekten nefret ederdim. Emine Abla'nın dün yaptığı tatlıdan bir dilim yemiş ve böylece yemek faslını geçiştirmiştim.

"Baran ya da Mehmet döndü mü?"

Gözlerimi hayıflanır gibi tavana diktim. "Beyefendiler henüz teşrif etmediler."

"Öküzler," dedi annem tıslayarak. "Evde yalnız olduğunu bildikleri halde hâlâ gezme tozma peşindeler."

Evde yalnız olmam benim açımdan bir sorun teşkil etmiyordu. Neticede Emine Abla ve Cemil Amca vardı, evin bahçesindeki müştemilatta kalıyorlardı. Güvende olmayacağım bir durum yoktu.

"Aman," dedim a harfini uzatarak. "Evdeki sessizliğin tadını çıkarıyorum. Benim açımdan sıkıntı yok."

O sırada bahçede bir ses duyarak bakışlarımı avluya indirdim. Demir kapı gürültüyle, birinin geldiğini haber verircesine aralanıyordu. Gözlerimi kısıp kimin geldiğine bakarken Baran'ın arabasını gördüm.

"İyi insan lafının üstüne gelir mi demeliyim bilmiyorum ama... Baran geldi."

"En azından Mehmet kadar öküz değil." Annemin bunu söylerken gülümsediğini görmesem de tahmin edebiliyordum. "Tamam, artık gözüm arkada kalmayacak."

Dün tüm gün Irmak'la dışarıda olduğum için eve döner dönmez odama kapanmıştım. Sabah da Baran kahvaltıya kalmadan evden erken ayrıldığı için onu görememiştim. Gerçi şimdi de değişen bir şey olmayacaktı. Odamdan çıkmayı düşünmüyordum. Ne vardı ki Baran'ın Azra'yla birlikte olmaması bir nebze iyi geliyordu bana. Züğürt tesellisi. O dışarıdayken ben bu evde nefes alamıyordum.

"Aklın bizde kalmasın anne, siz keyfinize bakın."

"Açelya..." Annem telefonu kapatmadan önce sesini kıstı. "Canını sıkacak bir şey söylerse duymazdan gel, olur mu?"

Annem hâlâ endişeliydi. Baran'la tartışacak olmamdan ya da onun beni kıracak bir davranışta bulunup evden tekrar gitmeme neden olmasından korkuyordu. Bu yüzden hep diken üzerindeydi ama eve döndüğüm günden beri Baran ne benimle tartışıyor, ne de canımı yakacak bir söz sarf ediyordu.

Odamdan çıkmadan, kapıya kulağımı bastırarak dinledim Baran'ın eve girişini. Önce aşağıdan kapının kapatıldığını duydum, sonra merdivenlerdeki adım seslerini. Adım sesleri gittikçe yaklaştığında odamın önünden geçiyor olduğunu düşündüm ama o tam kapının önünde durup iki kere sertçe vurdu.

İrkilerek geriye çekildim ve parmak uçlarımda gerileyerek masama tekrar oturdum. Sonra telefonu elime alıp bir şeylerle ilgileniyormuş gibi baktım. "Ne?"

Baran kapıyı yavaşça araladı, kafasını uzatıp doğruca yüzüme baktığında kaşları çatıktı. "Ne mi?"

"Hı hı," dedim umursamaz bir tavırla. "Bir şey mi oldu?"

"Çocuk musun sen?" diye sordu Baran kızgın bir sesle.  Kolunu kapının pervazına yaslayıp kapıyı biraz daha araladı. "Evde tek başına duramıyor musun hava kararınca? Dadın mıyım ben senin?"

Bu defa kaşlarını çatan bendim. Annem Baran'ı arayıp evde tek başıma korktuğumu falan mı söylemişti? "Ne saçmalıyorsun sen?"

Baran önce gözlerini kapattı, sonra derin, öfkeli bir soluk aldı. "Hiçbir şey," dedi kendisini sakin olmaya zorlar gibi. "Hiçbir şey..."

"Annem mi sana eve git diye baskı yaptı bilmiyorum ama ben ağzımı açıp tek kelime etmedim," dedim ayağa kalkarken. Yalan değildi. "Hem neden evde yalnız kalmaktan korkayım ki ben?" Şaşkınca kendimi işaret ettim. "Diyelim ki korktum... Senden mi yardım isterim?" 

Baran alaycı bir tavırla kafasını sallıyordu beni dinlerken, bir de dilini çıkarmıştı. "Başka kim var ki?" dedi elini havaya kaldırırken. "Evde Mehmet diye bir dingil daha yaşıyor ama kendinden başka kimseye hayrı yok!"

"Konu bu değil," diye itiraz ettim. "Konu, senin kendini aşırı önemsemen." Baran, bak sen der gibi kaşlarını havaya kaldırınca küçümseyici bir tavırla dudaklarımı kıvırdım. "Bir kere sen, ben denize düşsem sarılacağım yılan bile olamazsın..."

"Tamam," dedi Baran kafasını sağa yatırarak. "Öyle olsun bakalım."

Sana bu lafları yedireceğim demek miydi o tamamın anlamı?

Baran kapımı kapatıp gittiğinde burnumdan soluyarak kendimi yatağa attım ve panda gibi yuvarlandım. Saçlarım elektriklenmese biraz daha yuvarlanacaktım ama pes edip kalktım. Bilgisayarımı açtım ve bir korku filmi bulup izlemeye başladım. Niye evde bir başıma kalamayacaktım ki ben? Çocuk muydum? Annem ne demeye Baran'ın karşısında küçük düşürüyordu beni? Çıl-dı-ra-cak-tım.

Saat 22.00 olmuştu.

Sabah altıda kalkacağım düşünülürse bir iki saate kadar yatıp uyumam iyi olurdu ama ben iki gecedir üçten önce uyuyamaz olmuştum. Bu gecede uyuyabileceğimi sanmıyordum.

Filmi bitirdiğimde başka bir filme geçmekle kitap okumak ikilemi arasında bocaladım. Sonra kendimi kitaplığa kitaplığıma yürürken buldum. Raflara hızlı bir şekilde göz gezdirdiğimde uzun zamandır okumak istediğim fantastik bir serinin ilk kitabına uzattım parmaklarımı.

Kitapla birlikte çalışma masamın rahat koltuğuna uzanıp ayaklarımı da masanın üzerine çıkarttım. Başımı koltuğa yaslayıp kitabın ilk sayfasını araladığım an ortalık birden karardı. Ne olduğunu anlayamamıştım. Şimdi odamın içi zifiri karanlıktı, bakışlarımı pencereye çevirip dışarıya baktım. Ne bahçe aydınlatması yanıyordu ne de havuzun ışığı.

Neler oluyordu?

Evde yalnız olmadığımı bilmek bile rahatlamama sebep olmadı çünkü jeneratörün şimdiye kadar devreye girmiş olması gerekiyordu. Panikle yerimden doğrulup kitabı masanın üzerine bıraktım ve telefona uzandım. Önce Emine Abla'yı sonrasında Cemil Bey'i ikişer defa aradım ama açan olmadı.

Korku iyiden iyiye beni etkisi altına alırken evde sadece Baran'ın olduğu fakat iki saat öncesinde ona, denize düşsem bile sarılacağım yılan olamazsın deyişim geldi. Şimdi nasıl çıkıp da yanına giderdim?

Gidemezdim.

Ölürüm daha iyi.

Emine Abla ve kocası neden bakmıyorlardı telefona?

İkisi birden nereye kaybolmuştu?

Evin ve bahçenin birden karanlığa gömülmesi, jeneratörün devreye girmemesi ve telefonlarımın açılmaması içimde tek bir şüpheyi uyandırıyordu. Mehmet bize kötü bir şaka mı yapmak istiyordu?

Bundan emin olmak için Mehmet'i aramadan önce İnstagram'a girdim. Mehmet günde on kere durum paylaşacak kadar hayatı seven bir çocuktu. Eğer şu an bize kötü bir şaka yapmaya çalışıyorsa yakın zamanda bir şey paylaşmamış olurdu.

Mehmet'in hikâyelerini açtım, henüz on dakika önce bir mekânda arkadaşlarıyla çektiği fotoğrafı paylaşmıştı. O mekân ise buraya oldukça uzaktı. Yani Mehmet burada değildi, evin karanlığa gömülmesinin de onunla bir ilgisi yoktu.

Peki neyle ilgisi vardı?

Korkuyordum.

Neyse ki şarjım doluydu, telefonumun fenerini yakarak ayağa kalktım ve odamın kapısını aralayıp koridora çıktım. Kendimi korkulacak bir durum olmadığına ikna etmek ister gibi ışığı sağa sola tutarak merdivenlerin başında durdum. Tam o sırada alt kattan bir ses geldiğini duydum, sanki birisi yere bir şey düşürmüş gibiydi.

Kalbim korkudan ağzımda atmaya başladı. "Baran? Sen misin o?"

Ses yok.

"Baran?"

Yine ses yok.

Daha fazla merdivenlerin önünde Pollyanna'cılık oynamadım, arkamı döndüm ve yukarı kata çıkan merdivenleri, ayaklarım kıçıma vura vura çıkmaya başladım. Soluğu Baran'ın odasının önünde aldığımda kapıyı bile çalmadan, destursuzca içeriye daldım ve kapıyı kapatıp sırtımı kapıya yasladım.

"Baran!" Sesim korku dolu ama bir o kadar da kısık çıktı. Elimdeki telefonu Baran'ın yatağına doğru kaldırmamla gözlerini kırpıştırarak doğrulaması bir oldu. Uyuyordu. Bu yüzden fark etmemişti eve bir anda karanlık çöktüğünü.

"Ne işin var odamda?" Yatakta oturur hale geldiğinde tek eliyle gözünü ovaladı. "Kapıyı niye çalmıyorsun ayrıca?"

"Bana sonra kızarsın," dediğimde korkudan ölmüş, merdivenleri saniyeler içinde çıkmaktan nefes nefese kalmış bir haldeydim. "Çok garip bir şekilde ne evde ne bahçede ışıklar yanmıyor. Jeneratörün şimdiye kadar devreye girmesi gerekiyordu ama girmedi. Emine Abla ve Cemil Amca da telefonlarıma bakmıyor."

Baran motora bağlamış gibi sarf ettiğim sözlerime inanmamış gibi elini komodinin üzerindeki abajura uzandı. Işık yanmayınca yataktan tamamen doğrulup ayağa kalktı. "Sakin ol," dedi gayet rahat bir tavırla. "Onlar çalışan insanlar, yorulup erkenden uyumuş olabilirler. Elektrikler kesilmiş olabilir. Jeneratör de arıza yapmış olabilir."

Ona hayretler içerinde baktım. Nasıl bu kadar rahat olabiliyordu? Gerçekten de korkusuzdu.

"Ama hiçbir zaman telefonları açmamazlık etmezlerdi," diye itiraz ettim anında. Elimi göğsüme bastırdım, nasıl da hızla kalkıp iniyordu. "Ayrıca koridora çıktığımda aşağıda bir ses duydum. Eve hırsız girmiş olabilir mi?"

"Sen yanlış duymuşsundur." Baran şifonyerin üzerindeki telefonuna uzanırken, "Şu telefonunun fenerini yüzümden çeker misin?" dedi kızgın bir sesle. "Hem sen hani denize düşsen ben senin sarılacağın yılan bile olamazdım?"

Böyle bir durumda düşündüğü şey bu muydu?

"İşte kastettiğim buydu," diye devam etti iğneleyici sözlerine. "Korkaksın sen. Ben evde olmasam ne hale geleceğini düşünmek bile istemiyorum."

"Yanlış falan duymadım ben!" Bağırmamak için kendimi zor tutuyordum. Eline geçen hiçbir fırsatı kaçırmıyordu. "Eve hırsız girmiş olabilir diyorum sen ne diyorsun? Sırası mı şimdi?"

Bu sefer de Baran telefonunun fenerini yüzüme tuttu. "Gayet de sırası."

Gözlerimi kırpıştırarak ışığa yüzümü çevirdim. O sırada Baran oflar gibi bir nefes aldı ve kapıya yürüdü. "Ben şimdi aşağı inip tüm eve bakacağım."

Tam karşımda durduğunda elimi ona uzattım. "Gitme, odadan çıkmayalım," dedim sessizce. "Ya ben haklıysam ve evde gerçekten hırsız varsa?"

Baran kafasını iki yana sallayarak gülümsedi, daha çok sabır diliyormuş gibiydi. "Komik bir şey söylemiyorum ben," dedim cılız bir sesle. "Sana bir zarar verebilirler. İnsanlar üç kuruş para için adam doğruyorlar."

Baran ellerini bana doğru uzatıp saçlarımı karıştırdı. "Olacakla öleceğin önüne geçilmez, çirkin," dedi, beni taklit eder gibi fısıltılı bir sesle. "Çekil şimdi önümden."

Az önce saçlarıma mı dokunmuştu o?

Ve bana çirkin mi demişti?

Çirkin miydim ben?

"Hiç mi korkmuyorsun Baran?" diye sordum. "Evde birileri varsa..."

Baran lafı ağzıma tıktı. "Eğer evde biri varsa esas o benden korkacak."

Gözlerimi devirdim. Özgüvene bak.

"Ben de seninle geleceğim o zaman," dedim kapının önünden çekilirken. Hiçbir korku, ona bir şey olmasından korktuğumdan daha üstün değildi. Baran önde ben arkada odadan peş peşe çıktığımızda ikimizin de elinde telefon feneri açıktı. Baran doğruca merdivenlere attı adımlarını. Tam bir adım gerisinden takip ederken korkudan aklımda türlü türlü senaryolar dönüyordu. Baran uydurduğumu düşünse de o sesi duymuştum ben, evde biri vardı. Ya buraya gelmeden önce Emine Abla ve Cemil Amca'yı öldürdüyse ne olacaktı? Ya şimdi de bize...

Yüzümü buruşturarak aklımdaki düşünceleri kovaladım ve "Polisi mi arasak?" diye sordum neredeyse fısıldayarak.

Birlikte merdivenleri inmeye başladığımızda Baran benim aksime hiç sessiz değildi. Adımları da sesi de gürültülüydü. "Ne polisi kızım bir dur ya."

Sustum, ne söylesem saçma karşılıyordu. Alemin bir akıllısı Baran'dı zaten.

Merdivenleri bitirip bir alt kata indik, tam odamın önüne geldiğimde durup Baran'ın omzuna vurdum. "Sesi tam olarak burada duydum."

Baran beni umursamadan merdivenlere doğru bir adım atmıştı ki alt kattan bir ses daha geldi. Bu sefer bir şeylerin yere düşme sesi değildi. Kapılardan biri sert bir şekilde çarpılmıştı. Dudaklarımdan korku dolu bir çığlık koparken hızla Baran'a atıldım ve gitmesini engellemek için koşundan tuttum.

"Duydun değil mi? Duydun değil mi? Biri var diyorum inanmıyorsun!"

"Dışarıda rüzgâr var, kapılardan biri açık kalıp çarpmış olabilir."

Aptal falan mıydı? Neden hâlâ bir şeylerin ters gittiğine inanmak istemiyordu? Baran kolunu nazik bir şekilde benden kurtarırken merdivene doğru bir adım daha attı. "Bakacağım işte, sen burada kal."

O inatçıysa ben ondan daha inatçıydım. Gitmesine asla izin vermeyecektim. Rastgele elimi uzattığımda tişörtünden tutmayı hedeflemiştim ama yanlışlıkla eşofmanın lastiğine geçirmiştim elimi.

"Yav Açelya!" diyerek kızdı Baran sonunda. "Malı meydana sereceksin şimdi, bıraksana beni!"

Bir an eşofmanını aşağı indirme endişesiyle elimi geri çektim ama gitmesini istemiyordum. Durduramıyordum da... Allah'ım, ne yapacaktım? Baran kafasına koyduğunu yapıyordu, engel olamıyordum.

Beni dinlemeyip merdivenleri inmeye başladığı an duyduğumuz bir başka sesle durdu. Kalbimi yerinden söken o hırıltılı ses, bir insana ait olamayacak korkunçtu. Bacaklarım, ellerim, her bir zerrem titredi. Sanki aşağı katta insanüstü bir yaratık vardı da an be an bize yaklaşıyordu. İkimiz de nefesimizi tutmuş bir haldeyken ses birden kesildi.  Baran bu sefer aşağı inme konusunda üstelemedi, bir anda arkasını döndü ve indiği merdivenleri çıkmaya başladı.

Bulunduğum kata ulaşması, bileğimden tuttuğu gibi odamın kapısını aralaması ve bizi içeriye sokup kapıyı sertçe kapatması toplamda beş saniye falan sürmüş olmalıydı. Birbirimizin tepkisini ölçmek ister gibi telefonlarımızı yüzlerimize tuttuğumuzda ben nasıl görünüyordum bilmiyordum ama Baran'ın şu bakışları hafızama kazınmıştı.

"Evi cinler mi bastı anlamadım ki," dedi kısık, korku dolu bir sesle. Onu ilk defa bir şeyden korkarken görmek benim hepten soluğumu kesti. Olduğum yerde donup kalmıştım, asla kıpırdayamıyor tek kelime edemiyordum.

"O ses neydi?" Aklım yerinden çıkacaktı, çok az kalmıştı. Ben daha önce hiç böyle bir şey yaşamamıştım, ki ben kendi gölgesinden bile korkan bir kızdım, bu geceden sağ çıkabileceğime inanmıyordum.

İzlediğim korku filmindeki hayalet evimizi basmıştı, bunun başka hiçbir mantıklı açıklaması yoktu.

"Bildiğin duaları okusana," dedi Baran elini alnına bastırdığında.

"Sen niye okumuyorsun?" diye sordum, neredeyse ağlayacaktım. "Cenabet misin?"

Baran kafasını iki yana salladı. "Valla ben şu an neyi bilip neyi bilmediğimi bile bilmiyorum..."

Ellerimi yüzüme bastırıp odamın içine korkuyla baktım. "Eğer evi bir hayalet basmışsa şu kapıyı örtmemizin ne anlamı var ki?" Bakışlarımı korkuyla banyomun kapısına çevirdiğimde sesim ağlamaklıydı. "Oradan da gelir, pencereden de gelir..."

Kısık bir sesle sarf ettiğim korku dolu sözlerimi ağzıma tıkan şey birinin kapıya güm diye vurması oldu. Kendimi Baran'ın kollarına nasıl attığımı ve yüzümü göğsüne gömüp nasıl çığlık attığımı bilmiyordum. Buraya kadardı, birazdan ya korkudan bayılacaktım ya da kapının ardındaki varlık her neyse bizi öldürecekti.

Işıklar birden yandı.

Kafamı Baran'ın göğsünden kaldırıp şaşkınca yüzüne baktım, o da bana bakıyordu. Yüzü benimki kadar olmasa da korku doluydu. Kapının ardında bir ses daha duyuldu ama bu ses tanıdık birinin kahkaha sesiydi. Mehmet'e aitti.

"Ben size ne dedim?" Anırarak gülmekten konuşamıyordu bile. "İntikamım çok acı olur demedim mi!"

Her şey Mehmet'in bir oyunuydu ve biz tuzağına çok fena düşmüştük. Öyle korkmuştum ki tüm bunların bir şaka olduğuna ikna olsam bile bacaklarım hâlâ titriyordu. Baran'a ahtapot gibi sarılmayı bırakıp kendimi yatağıma attığımda, "Aptal çocuk!" diye bağırdım. "Böyle şaka mı olur? Beyinsiz misin sen?"

Baran ellerini ensesine attı ve boynunu iki yana kütletti. Rakibini öldürmeyi kafasına koymuş, gözü dönmüş bir boksör gibi görünüyordu. "Açelya," dedi sakince. Fırtına öncesi sessizlik. "Mehmet'i nasıl bilirdin?"

Ağlamakla gülmek arası bir ifadeyle ona bakarken avuçlarımı yanaklarıma bastırdım. "At kafasının tekiydi!"

Birazdan evin altı üstüne gelecekti, deyim yerindeyse taş üstüne taş kalmayacaktı. Baran odadan çıktığı gibi Mehmet'i kovalamıştı ama Mehmet'ti o bunun burası, elbette kendini garantiye almıştı. Baran'ın onu yakalamasına izin vermeden evden dışarı çıkmış ve avluda kendisini hazır bekleyen arkadaşının arabasına atladığı gibi toz olmuştu. Bense tüm bunları, hâlâ bacaklarım titreye titreye penceremden izlemiştim.

Baran arkasından çok küfretmişti.

Mehmet bu eve, rahat bir on gün kadar giremezdi.

Baran eve doğru yürüdüğünde ben de kapıya yürüdüm ve odamdan çıkıp merdivenleri inmeye başladım. Dilim damağıma tamamen yapışmış durumdaydı, bir anlık korkuyla Baran'a nasıl da yapışmıştım... Mehmet gerçekten de at kafalının tekiydi, ikimizi de birbirimize karşı rezil etmişti.

Merdivenleri bitirdiğim sırada Baran kapıdan içeriye giriyordu. Doğruca mutfağa yürüdüğümde arkamdan geldi.

"Bitti o, bitti," dedi öfke dolu bir sesle. Sinirden ellerinin titrediğini fark ettiğimde ona da bir bardak su doldurup masanın üstünde ona doğru itekledim.

"Bu kadar ileriye gideceğini hiç tahmin edemezdim," dedim suyumu yudumlarken. "Tamam, bir eşek şakası yapacağını biliyordum ama bu kadarı..."

"Çocuğun hayatı oyun!" Baran burnundan soluyordu. "İşi gücü eğlence, gırgır, şamata... Adam olmaz bu!"

Kapının zili çaldığında ikimizin de bakışları kısıldı, hiç kimseyi beklediğimiz yoktu. Mehmet de geri dönmüş olamazdı, imkânsızdı. Baran mutfaktan çıkıp dış kapıya yürüdüğünde ben de mutfak kapısının önünde durdum, tek omzumu pervaza yasladım ve gelenin kim olduğunu görmek için baktım.

Belki de Emine Abla'ydı gelen. Seslerimizi duymuş ve ne olduğuna bakmaya gelmişti. Ama yanıldım... Kapının hemen ardındaki kişi Azra'ydı.

"Sürpriz!" diye bağırdı kollarını iki yana açarken. "Babamın bir işi çıktı, Antalya'ya gitti. Sen de bizimkiler evde olmayacak deyince çıkıp geldim." Baran'ın bir şey söylemesini bile beklemeden kollarını boynuna doladı, ona sarıldı. Çenesini Baran'ın omzuna bastırırken gözleri doğruca beni buldu.

Gülümsedi.

Ben de gülümsedim.

Lakin birimizin tebessümü mutluluk, diğerimizin ki acı kokuyordu.

Baran'ın Azra'ya verdiği karşılığı görmek istemedim, onu kollarının arasına almasına, yüzünü saçlarının arasına gömmesine katlanamazdım. Birden arkamı dönüp merdivenlere yürüdüğümde dişlerimi sıktım, öyle çok sıktım ki çenemde kuvvetli bir uyuşma hissettim. Ağlamayacaktım. Katlanacaktım. Ama nasıl? Dakikalar önce benim sarıldığım adama sarılıyordu, benim kazara soluduğum kokusunu doya doya içine çekiyor ve bunu yaparken gözlerimin içine bakıyordu.

Hatayı nerede yaptığımı bilmiyordum. Ya da nasıl bir günah işlediğimi... Tek suçum, aynı evde büyüdüğüm adamı canımdan daha çok sevmemdi.

Merdivenlere adım attığımda başım dönmeye başladı, kulaklarımda bir uğultu sesi yankılanmasına eş olarak gözlerimin önü de karardı. Gün boyu düşünmek, saatlerce aç kalmak, aptalca bir eşek şakasına maruz kalıp deli gibi korkmak ve son olarak artık başa çıkamadığım bir kalp ağrısıyla savaşmaya çalışmak.

Sanırım güçsüz düşmüştüm.

"Hayır," diye mırıldandım ama sesim öyle kısıktı ki kendim bile duyamadım. Şimdi, şu anda bayılamaz, Azra'nın Baran'la geçireceği bir anını daha mahvedemezdim. Bu sefer gerçekten bayıldığıma inanmazdı ve bu benim için...

Felaket olurdu.

Ve de oldu.

Duyduğum son ses, kendi düşüşümün çıkardığı gürültü oldu.


BÖLÜM SONU

Bölümü sevdiniz mi?

Sizce Azra bu duruma nasıl bir tepki verecek?

Açelya ve Yağız'ı daha fazla yan yana görmek istiyor musunuz?

Mehmet'in akıbeti ne olacak? :P

Baran'ın Açelya'ya karşı davranışları size neler düşündürüyor?

Düşüncelerinizi çok merak ediyorum, yorumlarınız bazen bana yön verici olabiliyor.

Diğer bölüm hakkındaki tahminlerinizi de buraya yazabilirsiniz.

Sizi sevdiğimi söylüyor ve kaçıyorum. ❤️

Oy vermeyi unutmadık değil mi?

Pokračovať v čítaní

You'll Also Like

1.7M 89.6K 48
En yakın arkadaşının hattını değiştirmesi sonucu, ona yeni numarasından mesaj atmaya çalışan Ada, aslında mesajı attığı kişinin bir yıldır hoşlandığı...
BUL BENİ Od Beyza Alkoc

Tínedžerská beletria

405K 31.3K 10
Boş kalan son sayfa dolmadan, kibritler yere saçılmadan, yanan son mum sönmeden, bu yabancı duman her yanımızı sarmadan ve onlar beni bulmadan bul be...
1.4M 51.7K 54
DİKKAT: ÖĞRETMEN ÖĞRENCİ KURGUSUDUR +18 VARDIR RAHATSIZ OLACAK OKUMASIN. Defne çocuk ruhlu biridir. Bir akşam canının sıkıntısı ile anonim bir uygul...
KÜÇÜK KIZ (+18) Od beny4r3n

Tínedžerská beletria

1M 14.2K 36
Aşık olduğu adamın evleneceğini öğrenen Mavi, çareyi en yakın kız arkadaşında bulur. Düğüne kısa bir süre kala acilen bir plan yapmaları gerekmektedi...