33.Bölüm:"Hangi ressamın fırçasından akacak hissettiklerinin anlamı? Bütünleşen kitapların kaçıncı sayfaları bir işaret bırakacak? Söylesene sevgilim hangi göz kapandığında çırpınacak bir kalp?"
Hayat beni içine çekiyor, sanki eski renkler artık aynı anlamları taşımıyor. Kızdığım insanlar gibi hareket ediyorum. Düşüncesiz davranıp, alınganlaşıyorum. Ama daima hepsi sevdiğimden. Hepsi bir insana tutulup, güneşi kıskandırmak istediğimden. Benliğime işlenen incilerden oluyor. Sorumlu olsam bile elbet vardır bir açıklaması, dinlemek isteyene...
Saatlerdir yağan yağmur dinmek istemiyor. Bu güzel zamanlarımı gözlerimi kapatarak taçlandırıyorum. Emin olmak için saniyeler önce gördüğüm manzarayı canlandırıyorum. Evet orda, tam burada yaşıyoruz. Hala varız, öyleyse devam etmeli bu denge.
Derin bir nefes alarak Can'ın dikkatini çekmeye çalıştım. Ve belli ki başarılı da oldum. Zarif yüzü bana döndüğünde ilk defa sesimi bastırmıştı rüzgar.
"Geçiyor bunlar."
"Hepsi mi?"
"Hepsi."
Cevap vermeli miydi? Yoksa bu sessizlik bizi içine çektikten sonra izimizi silmeli mi?
Şimdi yağan yağmuru mu izlemeliydim? Yoksa gelecek olan rengin ahengini mi tahmin etmeliydim?
Hissettiklerim nedenini bilmediğim bir uyum içerisinde hareket ederken yağmur dinmeye başlamıştı. Evren sakinleşirken ağaçlara ilişen damlalar yere düşüyordu. Islanan mermerimiz buğulu camla bir bütün oluşturmuştu. Her şey birbirine aitti. Herkes bu düzene boyun eğmişti.
Dakikalarca balkonda yan yana oturduk. Yağmurun dinmesine rağmen renklenmeyen gökyüzüne umutlu gözlerle baktık. Ama daima hislerimiz bizi doğru yönlendirmeyecekti. İstediklerimizin olması farklı düşüncelere çekecekti bizi. Ve belki de kayması beklenen yıldız, bir hayatı temsil edecekti.
"Can."
"Beklemeyi öğrenmelisin Irmak."
"Şansımız yok Can, üşüyorum."
Gözlerini üzerimde gezdirip başıyla onayladı. Yavaşça doğrulup ayağa kalktığım sırada bir cümle döküldü dudaklarından.
"Az kalmıştı sevgilim, beklediğimizden az."
Gerçekten üşümüştüm ve onun da bedenine hakim olan soğukluğu hissediyordum. İçeriye geçip bardakları tezgaha koydum. O sırada yatak odasına Can, tahminen battaniyeleri ve yastıkları çıkarmak için yatak odasına gitti. Ben de Bulut'u kucağıma alıp küçük bir öpücük kondurdum. Ardından tekli koltuğa koyup içeriye gelen Can'ın sözcüklerine kulak verdim.
"Aynısı mı?"
"Bence öyle."
Tahmin ettiğim şeyi söyleyecek mutlu etmişti. Bundan tam günler önce, ayrılığımızın karanlık yüzünü düşüren o günde bu koltukları birleştirerek yatak yapmıştık. Daima unutulmaması gereken bir hüzne ortak olmuştu sevinçlerimiz. Zihnim o âna giderken Can koltukları birleştirip yastıkları koydu. Saat çok erken, ama hava kapalı. Deniz çok güzel ama derin. Rüzgar savurur saçlarını ama üşütür. Bulutlar manzara sunar sana ama bazen korkutur. İnsan sever bazen, sever ama söyleyemez utancından.
Zihnimde cümleleri birleştirip bir bütün oluşturmaya çalıştım. Tekrar baygın bakışlarını yüzünden almak istedim. Ve deneyecektim, sanırım sonsuza denk.
Yatağa geçip kumandayı aldım. Film, şarkı, belgesel. Güzel olan, mümkünse kimsenin bilmediği bir şey aradım. Dakikalarca gezdiğim kanallardan son kez bastığım tuş bana verilen bir öğüdü kapsıyordu.
Yetmiş beş yaşlarında bir kadını hayat hikayesini anlatması için çağırmışlar. Biraz ürkek bakışları, biraz alıngan. Çokça kırılmış kalbiyle yaşamaya çalışan eski aşıklardan. Ağlamaklı sesiyle anlatıyor geçmişinin izlerini. "Çok güzel zamanlarım oldu, binlerce söz söyledim sevdiğime. Hayallerimin hepsini gerçekleştirebilecek kadar çok yaşadım. Öyleyse şimdi rahatça kapatabilirim gözlerimi, şimdi silebilirim kendi hiç var olmadığım bir haritadan. Kaybedebilirim şarkılarımızı silindiyse onun sesi. Yıkabilirim anlıyor musun yavrum? Kapatabilirim gözlerimi, çünkü bak o tam buraya yerleşmiş, burada yaşıyor."
İşte aşk buydu. Bunu başarabilmek, anlamak ve korumaktı. Yıllarca aradığım buydu, ve ben buldum. Ben kazandım...
Program o an bitti. Yaklaşık bir dakika izlediğim görüntü bana geleceğimden on sene verdi gibi hissettim. Belki de yaşam burada saklıydı. Televizyonu kapatıp gözlerimi Can'a çevirdim.
Gözleri kapalı yastığa sarılmıştı. Koluna dokunarak uyuyup uyumadığını kontrol etmek istedim. Bu kadar kısa bir zamanda uyuması imkansızdı.
"Can, uyuyor musun?"
Gözlerini kısık bir şekilde açıp tekrar kapattığında elimi çekip uzandım.
Kasvet gökyüzünden geçerken, ışıklar içeriye doğru süzülüyordu.
Duvardaki saate baktığımda on bir olduğunu fark ettim. Uyumam neredeyse imkansızdı. Yavaşça kalkıp cama doğru yöneldim.
Ağaçlar rüzgarla sallanırken masanın yanındaki telefonumu gördüm. Merak duygusu kalbimin tam orta yerine yerleşmeyi başarmıştı. Telefonu alıp kilidi açtım. Onlarca arama, mesaj ve fotoğraf.
Tek anlam veremediğim şey İlke'nin bana gönderdiği mesajlardı.
Yere oturup bu sözcükleri idrak etmeye çalıştım.
"Irmak, üzgünüm. Onlara ihanet edemezdim."
Bazen birinin canını yakmamak için en sevdiklerime bile karşı gelebilesin ki insan olduğuna inanalım. Bazen korkuna karşı cesur durabilesin ki hislerine güvenelim. Bazen, sadece birkaç dakikalığına durup düşünmelisin ki vicdanın olduğumu anlayabilesin.
Zihnim o âna giderken gözlerim dolmuştu. Fakat ağlamadım. Çünkü geçmişi tekrar yaşamıyorken o hisleri tekrar gün yüzüne çıkarmak anlamsızdı.
Cevap vermeyerek diğer mesajlara geçtim.
"Irmak, bir hata yaptık. Affet."
Affetmek. Daha önce olsa, ben bazı şeyleri farketmeden, anlamadan ve düşünmeden olsa belki affetmek gibi saçma bir davranış gösterebilirdim. Ama bu saatten sonra herkes yerini bilmeli, ve yaşananların daima bir karşılığı olmalıydı.
Zihnim içerisinde girdiğim bu kavgada kendimi onlarca sebep arasında haklı görürken İlke'nin mesaj sayfasından çıkıp gelen fotoğraflara baktım.
Tanımadığım bir numaradan turkuaz elbisenin fotoğrafı. Altına düşülen bir not.
"Oysa ne güzel uymuştu narin saçlarına."
Saniyelerce izleyip aklıma gelen bir fikirler mesaj yazmaya başladım.
"Narin saçlarım turkuaz rengi sevebilir ama senin seçtiğin elbise üzerinde değil. Bazen sadece birkaç dakika içinde sana olan nefretim kat ve kat artıyor. Düştüğün durumdan, üzerine söylenen sözlerden utanman gerekirken hala yazabiliyorsun. Peki küçük bey, sanırım bunu sen istedin. Bedel dediğin şey sırayla oluşuyorsa sıra bende! Hoşça kal..."
Gönderip hattı çıkardım. Bütün hıncımı bir karttan çıkarıp derin nefesler aldım. Aslında yazdıklarımı gerçekleştirecek kadar acımasız değildim. Bedel denilen şey benim için gereksiz bir sinir biçimiydi. Ben umursamazdım, ve bu insanı daha fazla kırardı.
Her şey anlamsızdı değil mi? Bütün yaşananlar, kaybolup bulunmaya çalışılanlar. Hepsi saçmaydı.
Zemine gözlerimi kenetleyip kendimi hayal dünyama hapsettim. Onlarca farklı konuda hayal kurup, söylemek isteyip asla cesaret edemeyeceğim kelimeleri oluşturdum. Günler geçtikçe kendimi soyutlaştırıyordum. Anlamıyorlar, hayallerimi, geleceğimi burada inşa etmek çok kolay. Oysa dünya baş edemeyeceğim kadar kötü, acımasız ve adil değil.
Yavaşça yerden kalkıp telefonu masanın üzerine koydum. Can'ın yanına gideceğim sırada gözlerim balkona takıldı. Gerçekten de günün tam ortasında bir renk belirmişti. İmkansızlarla oluşan ahenk tam ruhumun orta yerine ışıklarını kurmuş karanlığıma ortak oluyordu. Korkak bedenim usulca gülümserken pişmanlığım ellerime dolaşmıştı. Ah Can, haklıymışsın. Beklediğimizden az kalmış sevgilim. Şimdi bu anı hafızama kazıyarak sana anlatacağım. Güzel gözlerinde büyüyen sevgiyi beslemek için sözcüklerimi feda etmeye hazırlanacağım.