Gül ve Hançer

By leilaxgrim

279K 18.6K 7.7K

❗️Yetişkin ögeler içermektedir.❗️ Adım Elizabeth. Bir prenses olarak doğduğum Westminster Sarayı'nda ruhumun... More

1. Bölüm • Osmanlı Sarayı
2. Bölüm • Taş Duvar
3. Bölüm - Ay'a Aşık Olan Güneş
4. Bölüm • Dilsiz Kalan Bülbül
5. Bölüm • Kırılmış Kadehler
6. Bölüm • Kanayan Zaman
7. Bölüm • Kan Söken Şafak
8. Bölüm • Bronz Şamdan
9. Bölüm • Altın Kafes
10. Bölüm • Cehennemde Yeşeren Yasemin
11. Bölüm • Yara Açan Dikiş
12. Bölüm • Şarap Rengi Gece
13. Bölüm • Haliç'e Yanaşan Kader
14. Bölüm • Savaş Sanatları
15. Bölüm • Gerçekleş(e)meyen Kehanetler
16. Bölüm • İktidar Savaşları
17. Bölüm • Geçmişi Taşıyan Hayaletler
18. Bölüm • Vazgeçmek
19. Bölüm • Uzaklara Seslenen Ağıt
20. Bölüm • Pür-Ateş'ü Hevl
21. Bölüm • Sinsi Gölge
23. Bölüm • Mail-i İnhidam
24. Bölüm • Ateş-i Seyyal'i Memat
25. Bölüm • Enin-i Hafi
26. Bölüm • A'mak-ı Ezar
27. Bölüm • Cuşiş-i Efkâr
28. Bölüm • Ateş-i Ter
29. Bölüm • Fecr
birtakım sorular
30. Bölüm • Bad-ı Saba
31. Bölüm • Hevaperest
32. Bölüm • Şem'i Şebistân-ı Hakîkat
33. Bölüm • Dil-i Zâr
34. Bölüm• Hicran-ı Lâ Yezalî
35. Bölüm • Dide-i Giryân
36. Bölüm • Sehâb-î hadise
37. Bölüm • Desâis-i Harbiye
38. Bölüm • Mest-i Hab-i Naz
39. Bölüm • Aşiyân-ı Mürg-ı Dil
40. Bölüm • Sad-pâre
41. Bölüm • Bedbin
42. Bölüm • Şeb-i Hicran
43. Bölüm • Dûd-i Dil-i Pürâteş
Q&A
44. Bölüm • Ravza-i Kûy
45. Bölüm • Dil-i Mecruh
46. Bölüm • Ser-efrâz
47. Bölüm • Kurb-ı Kenar
48. Bölüm • Takat-i Visâl
49. Bölüm • Semere-i Şecere-i Hilkat
50. Bölüm • Perdedâr-ı Harem
51. Bölüm • Gubârı-ı Râh
52. Bölüm • Asl-ı Hayâtı-o Dâreyn
53. Bölüm • Büt-i Perîveş
54. Bölüm • Nâle-i Derd-nâk-i 'Uşşak
55. Bölüm • Zehrü'l Katil
56. Bölüm • Nişân-i Tîr-i Sitem
57. Bölüm • Girye-i Sûrûr
58. Bölüm • Kilid-i Genc-i Hikem
59. Bölüm • Terâzû-yı Adâlet
60. Bölüm • Dem-i Vasl
61. Bölüm • Sidretü'l-münteha
62. Bölüm • Zevk-i Tiğ
63. Bölüm • Aşık-ı Bîkarâr
Sahtekâr ve Oyunbozan
64. Bölüm • Çeşme-i Pürhûn-ı Belâ
65. Bölüm • Mahkeme-i Rûz-ı Cezâ
SON SÖZ

22. Bölüm • Esir-i Çah-ı Bela

4.2K 288 63
By leilaxgrim

Selam!
Biraz uzun bir ara oldu lakin uzun bir bölüm yazarak telafi etmek istedim.
Bölüm Gül ve Hançer'in en uzun bölümü. Biraz heyecanlıyım çünkü bu bölüm bazı şeyler için gerekliydi. Bundan sonra ertelenen ne varsa sırayla hepsini yazacağım.

Keyifli okumalar:)

Bölüm şarkıları:
Tomme Profitt, Fleurie - Winter's Song
SYML - The War

Esir-i Çah-ı Bela: Bela kuyusunun esiri, (Hz. Yusuf'un kuyusu)

*

Genç kız gül yağı dolu olan kristal şişeyi elinde sımsıkı tuttu.

Bunu Huricihan'dan almıştı ama almasındaki amaca anlam veremiyordu. Güneş yıkayıp geçtiği yedi tepenin üzerinden dünyanın merkezine doğarken Elizabeth son kez pencereden baktı. Üzerinde lacivert bir elbise ve siyah bir pelerin vardı. Saçını yalnızca taramış ve iki yandan aldığı tutamları örerek arkasına tutturmuştu. Saçlarını açık bırakmayı deli gibi istese de hafif bir kadın gibi gözükmek istemediği için bunu yapmak istemiyordu.

Elinde giderek ılıklaşan şişeye yeniden baktı ve kendine bir kez daha düşünmeye izin vermeden kapağını açarak şişenin çubuğunu göğüslerinin arasında ve gerdanında gezdirdi. Koku hoşuna gitmese de herkes böyle yapıyordu, öyle değil mi? Bir bilinen vardı demek ki.

Baldırına sıkıştırdığı meyve bıçağını yeniden kontrol ettiğinde kendini suç işlemiş gibi hissetse de onun orada durması ona güven veriyordu. Sarayın dışının, içinden daha az tehlikeli olduğuna kalıbını basabilirdi.

Gözlerini aydınlanan gökyüzünde son bir kez gezdirdi ve kapıyı aralayarak kendini gecenin soğunu sırtlanmış koridorlara bıraktı. Kalbi göğüs kafesinin içinde, sıkıştığı mağaradan çıkmak isteyen bir kuş gibi çırpınıyordu. Sebebi yıllardır hayallerini süsleyen bu şehri göreceği için mi yoksa Cihangir ile yüz yüze geleceği için miydi emin değildi lakin her ne olursa olsun Elizabeth bir gün olsun istediği şekilde davranacağına kendine söz verdi.

Balkona vardığında Cihangir beton duvara yaslanmış onu bekliyordu. Üzerinde beyaz gömlek, siyah pantolon ve siyah kolsuz kaftandan başka hiçbir şey yoktu. Saçları özensiz bir şekilde anlına ve ensesine dökülmüştü ve göz altları bir kaç gün uyumadığını belli edercesine kararmıştı. Saçlarıyla aynı renk olan sakalları Elizabeth'in okşadığında parmaklarını çizecek kadar uzamıştı. O bu kadar sıradan bir şekilde karşısında dururken normal bir adama benziyordu.

"Günaydın." dedi Cihangir tıpkı Elizabeth'in onu süzdüğü gibi. "Daha erken geleceğini ummuştum."

Elizabeth pembeleşen havaya baktı. "Yeterince erken değil mi?"

Cihangir olumsuz yönde kafasını salladı ve divanın üzerinde bulunan pelerini giyip kapüşonunu kafasına geçirdi. "Hayır, yeterince erken değil. Saray az sonra ayağa kalkacak ve birilerinin bizi görme ihtimali artacak."

Elizabeth'in dibine girdiğinde kızın saçlarını iki yanına aldı ve kapüşonu kafasına geçirdi. "Kimsenin bizden haberi yok mu?"

Cihangir dikkatlice ona bakarken Elizabeth bir şey fark etti.  Kendisi çok fazla rahatken o çok gergindi. Kızgın duruyordu. Elizabeth dayanamayarak, "Bir sorun mu var?" diye sordu.

Cihangir, prensesin rahtsız olacağı kadar uzun bir süre bakışlarını kızın üzerinde tuttu. "At sürebiliyor musun?" dedi en sonunda. Elizabeth Cihangir'e ne olduğunu bilmiyordu lakin bunu kurcalamamaya karar verdi.

Olumlu yönde kafasını sallarken Cihangir gözlerine ulaşamayan bir gülümseme gönderdi. "Bacaklarını açarak da biniyorsundur sen şimdi?"

Elizabeth hiçbir zaman bir leydi gibi yan eyer ile ata binmemişti. Çünkü bu şekilde savaşamazdı. Zaten leydilerin de savaşmak gibi bir gayeleri yoktu ama yine de Elizabeth Cihangir'in sözleriyle utandığını hissetti.

"Bütün kurallara aykırı yaratılmış gibisin." dedi ve kızı kolundan tutarak balkondan çıkardı ve saraya doğru götürdü. Elizabeth ona yetişebiliyordu lakin bu yaptığı davranış ona çok kaba geldi. İstediği bu değildi. Bu gezintide ikisini de aynı statüde görmek istiyordu, bu yüzdendi yanında başka birini istememesi lakin en başından böyle davranıyorsa ilerleyen zamanlarda Elizabeth ona karşı nazik davranmayı bırakabilirdi.

Cihangir'in dediği olmuştu. Saray çoktan hareketlenmişti ve çok derinlerden sabah ezanının okunduğunu duyabiliyordu. Yanlarından geçtikleri insanlar onları kukuletalarının altından göremese de iki siyahlı insandan şüphe duyuyorlardı. Her ikisi de giderek huzursuzlandığında haremden çıkmışlardı ve burası haremden daha tehlikeliydi. Sabah namazını kılmak için toplanan paşalar ve vezirler her an Cihangir'i tanıyabilirdi.

Cihangir yalnızca bir an başını kaldırdı ve bir kaç vezirin, ki bu vezirler divanının üyesiydi, onlara baktığını gördü. Paşalar çattığı kaşları ile bu kıymetli yerde siyah giyimli ucube insanların ne aradığını sorguluyorlardı. Cihangir gerisinde kalan Elizabeth'e baktı ve sırtındaki yaralarının iyileşmiş olmasını umdu.

Aniden "Koş," diye bağırdığı an Cihangir'in soğuk eli Elizabeth'in avucuna kaydı ve birlikte koşmaya başladılar. Paşalar arkalarından bağırırken çoktan peşlerine askerler düşmüştü lakin ikiside yılların verdiği eğitimlerin kuvvetiyle oldukça hızlı koşuyorlardı.

Elizabeth'in bir adım önünde koşan Cihangir bu durumdan rahatsız olsa da Elizabeth'in dudaklarında tehlikeli bir kıvrım meydana gelmişti ve şu an tek güvendiği kişi elini sımsıkı tutan cihan hükümdarından başka biri değildi. 

Sonunda at kişnemelerinin yaklaştığını duyan Elizabeth'in bacakları bir ata bineceğini verdiği heyecanla kasılmaya başlamıştı. En son ata bindiğinde William'ın cenazesine gidiyordu ve o gün pek kendinde olmadığı için bunu çok önemsememişti. Rüzgârın kamçısını çıplak bacaklarında hissetmeyeli epey zaman oluyordu. Yoluna hiç sapmadan devam eden Cihangir, atların bulunduğu koridorda ilerlerken ne yaptığını biliyor gibiydi. Sonunda diğerlerinden ayrı bir bölmeye geldiklerinde Elizabeth karşısında gördüğü siyah Arap atıyla nutku tutuldu. Bu at o kadar asildi ki Elizabeth binmeye çekindi.

Cihangir nefes, nefese kalmış bir halde Elizabeth'e döndü. Teşvik edercesine, "Hadi," dedi.

"Ne?" dedi Elizabeth şaşırarak. "İkimiz de ayrı atlara binmeyecek miyiz?"

Cihangir bir şey söylemek üzere ağzını açmıştı ahırın sonunda onlara bağırarak yaklaşan bir adam belirdi. Elizabeth adamı gördüğü an istemsizce titredi. Çok kızgın görünüyordu.

"Hadi prenses," dedi Cihangir onu sürüklerken. "Bir atın sana alışması için vaktimiz var gibi mi duruyor?" Adam onlara iyice yaklaşırken Cihangir tek bir hareketle atın üzerine atladı ve prensese elini uzattı.

"Bu at sana alışmayacak mı?" diye sorsa da kendisini giderek yaklaşan sinirli adam yüzünden telaşlı hissediyordu.

Elizabeth, Cihangir'in elini tuttu ve onun sanki bir bebeği taşıyormuşçasına yukarı çekmesine izin verdi. Bu ani hareket Elizabeth'in nefesini kesti.

"Hayır," dedi Cihangir kulağının dibinde. "Zira bu zaten benim atım."

Arap atı ürkütücü bir sesle kükredi ve hızla ilerlemeye başladı. Elizabeth'in ağzından bir çığlık kaçarken kızgın adam onlara ağız dolusu küfürler ediyordu.

"Aman Tanrım," dedi Elizabeth, nefes nefese kalmıştı. "Az önce padişahın atını çaldık." dedi.

Cihangir son birkaç gündür ilk defa eğlendiğini hissederek bir kahkaha attı ve atı sarayın dışına doğru sürmeye başladı. "Umalım değerli padişahımız bunlardan bihaber yatağında uyuyor olsun."

Cihangir'in kahkahası Elizabeth'i gerçekliğe sürüklerken sonunda bulunduğu durumu fark etti. Ata oturduğunda mavi elbisesinin etekleri baldırlarına kadar sıvanmıştı ve Cihangir'in sıcak göğsü bir iğnenin bile giremeyecek kadar az bir mesafeyle onun sırtına dayanmıştı. Cihangir'in burnundan verdiği derin nefesler onun saç diplerine vuruyordu lakin Cihangir bunların hiçbirinin farkında değildi, yada görmemezlikten geliyordu.

Elizabeth yüzüne çarpan rüzgarı hissederek ilerlerken kendini biraz öne itti. Yanakları soğuktan kızarsa bile sanki son anlarıymış gibi bu anın tadını çıkarmaya baktı. Ormanlık bir alan girdiklerinde arkasını dönmeden "Nereye gidiyoruz?" diye sordu.

"Umarım açsındır, prenses çünkü sen ne dersen ne şu an kahvaltı yapmaya gidiyoruz."

Elizabeth sabahları çok iyi yiyebilen bir insan değildi lakin şu an o ne diyorsa onu yapacaktı zira şu an rehberi oydu.

"İatanbul'u biliyor olmalısın." Dedi Elizabeth.

"Bu da nereden çıktı?"

Elizabeth belli belirsiz omzunu silkti. "Sarayda yaşayanlar genelde yaşadığı şehri bilmez çünkü. Saray onlar için her zaman daha korunaklıdır."

Cihangir atı biraz yavaşlattı. "Sen Londra'yı biliyorsun ama?" dedi.

"Çünkü ben sürekli kaçıyordum. Aksi takdirde saraydan adımımı bile atamazdım. Ayrıca ben bir hükümdar değildim."

Cihangir güldü, bu Elizabeth'in hoşuna giden bir gülüştü. "Bende doğduğumda tahta çıkmadım, prenses. Her şeyden önce bir şehzadeydim ve öyle çok uslu durduğum da söylenmezdi. Ayrıca şimdi bile halkımın arasına karışıyorum. Onlar benim insanlarım nasıl onlardan uzak kalabilirim ki?"

Elizabeth bir an için serseri bir şehzadeyi saraydan kaçarken ya da kardeşleriyle gülüşürken, şakalaşırken düşündü ve yüzündeki gülümsemeye engel olamadı.

"Nasıl biriydin?"

Cihangir bu lafın üzerine arkasında kasıldı ve yavaşlamış olan atı hızla ilerletti. "Neden soruyorsun bunu?"

"Çünkü tüm bunlardan önce nasıl biri olduğunu merak ediyorum. Çünkü bana bir keresinde herkesin ihtiyacı olan birine dönüşmem gerekiyor, demiştin."

Cihangir derin bir nefes aldı. "Her şeyi hatırlamandan nefret ediyorum."

Elizabeth gülümsedi. "Kusursuzluğumu gölgeyen bir şey daha." Diye dalga geçti. Ormanlık alandan çıktıklarında yavaş yavaş hareketlenen sokaklara girdiler ve Cihangir atı yavaşça yürütmeye başladı. Elizabeth çok şaşırdı çünkü bütün sokaklar taştan döşenmişti. Londra'da olsa her yer çamurdan ve at pisliğinden geçilmezdi, havada ağır bir koku yoktu. Denizin uzağında olmalarına rağmen Elizabeth o tuzlu kokuyu alabiliyordu.

"Korkunç bir çocuktum." Dedi en sonunda Cihangir. "Sürekli boyumdan büyük işlere kalkışırdım."

Elizabeth bu yoruma gülmeden edemedi. Nedense Osman'ın Cihangir'in çocukluğuna benzediğini düşünüyordu. "Örnek vermek ister misin?" diye sordu.

Cihangir olumsuz anlamda kafasını salladı. "Kaldıracağına emin değilim."

Elizabeth itiraz etmek üzereydi ki Cihangir yuları tuttuğu elini Elizabeth'in beline koydu. "İnme vakti." Dedi ve attan tek bir seferde indi. Daha sonra Elizabeth'in inmesini beklemeden onu belinin iki yanında tuttuğu gibi aşağı indirdi. Bu hareket Elizabeth'in nefesini kesmesine neden oldu.

Geldikleri yer alçak masların ve taburelerin bulunduğu bir yerdi ve Elizabeth kendini çekingen hissetti. Hiçbir şey bilmiyordu ve yanında güvenebileceği tek kişi nefret etmesi gereken bir kişiydi.

Bir masa bulup oturduklarında Cihangir ile yüz yüze oturmak onu daha da gerdi. Yolda şakalaşmalarına rağmen Cihangir'in yüzü hala oldukça asıktı. Elizabeth hala sebebini merak ediyordu lakin o, sinirli erkeklere sinir oldukları şey hakkında soru sorulmaması gerektiğini çok önceden öğrenmişti.

Kahvaltılıklar birer birer masaya kondu ve ikisi de hiçbir şey demedi. Buralarda kadınlar çok rastlanır değildi çünkü ortamdaki herkes erkekti ve Elizabeth'e sorgular bir şekilde bakıyorlardı. Evli olan her çift yemeğini evde yerdi ve bu adamın yanındaki kızın büyük ihtimalle bir fahişe olduğunu düşüneceklerdi ama Elizabeth insanların düşüncelerini önemsemeyi uzun zaman önce bırakmıştı.

Sıcacık bazlamalar da sofraya geldiğinde Cihangir bazlamadan bir parça kopardı ve baharatlı bir sosa batırıp ağzına attı. Elini havaya sallayıp dükkanın görevlisini çağrıp iki çay söyledi ve yemeğe devam etti. Elizabeth'in şaşkınca kendisine baktığını gören Cihangir kafasını kaldırdığında boğazındaki lokmayı yuttu.

"Niye yemiyorsun?" diye sordu. Tam o sırada adam elinde bir demlikle yanlarına geldi ve demliği masaya bıraktı.

"Beyim," dedi Cihangir'e bakarken. "Uzun zamandır görmüyordum seni, nerelerdeydin?" Adamın sorusuyla bakışlarını ona çeviren Elizabeth buranın Cihangir'in sıklıkla geldiği bir yer olduğunu anladı.

"İşlerim vardı Nasuh Efendi." Dedi kısaca lakin adam gitmeye çok yakın gözükmüyordu. Güleç bakışları prensese döndüğünde prenses bakışlarını adamdan çekmedi.

"Bu kız kim, beyim? Evleniyor musun yoksa?" Elizabeth olduğu yerde buz keserken bunun dillendirilmesi bile onu dehşete soktu. Ne diyordu bu adam böyle?

Cihangir kızgın bakışlarını adama çevirdiğinde adam susması gerektiğini anlamış gibi bir şey demeden oradan ayrıldı. Cihangir eline aldığı demlikle bardakları doldururken göz ucuyla prensese baktı.

"Bir şeyler ye." Çaydanlığı geri koyarken bakışlarını kıza çevirdi. "Yoksa sade şeyler yemeğe alışan miden bunları kaldıramadı mı?"

Elizabeth Cihangir'in ona meydan okumasına izin verdi ve kıstığı gözlerini ondan ayırmadan bazlamadan bir parça kopardı ve onu baharatlı sosa bandırarak ağzına attı. Baharatın damağında patlayan leziz tadı gözlerini yummasına neden oldu. Cihangir'in ona güldüğünü duydu.

Yemeklerini yemeğe devam ederlerken Cihangir "Sıra sende," dedi. Elizabeth anlamsızca ona bakarken devam etti. "Nasıl bir çocuktun, Prenses Elizabeth?"

Elizabeth bu sorunun masumca sorulmuş bir soru olduğunu düşünmüyordu, nitekim kendi çocukluğunu düşündüğü zaman vereceği cevap da sorusu kadar masum olmayacaktı. Elizabeth yüzündeki gülümsemeyi eksik etmeden Cihangir'e baktı.

"Aslında," dedi ve çayından bir yudum aldı. Ne olursa olsun Cihangir'e asla tam anlamıyla güvenmiyordu. "Ben de seninki gibi aykırı bir çocuktum. Sürekli silah odalarına gizlice girerdim ve tabii mutfaklara da. Çıplak ayaklarımla avluda koşmaya bayılırdım. Çoğu zaman ayaklarımın altı yarılırdı ve bunu kimseye belli etmemek için bütün yaralarımı kendi başıma sarardım."

Cihangir dikkatle Elizabeth'e baktı, anlattığı şeyler istediği cevapların sürekli kıyısında dolaşıyor ama onlara dokunmuyordu. "Dövüşmeyi nerede öğrendin? Yada kendi başına mı öğrendin?" Cihangir onu bir kez hafife almıştı ama bir daha asla aynı hatayı yapmayacaktı. Prenses çoğu askerden daha üstün bir güçle dövüşüyordu. Kör gücün hiçbir işe yaramayacağını çok iyi biliyordu. Asıl önemli olan strateji ve zekaydı ve bunun ikisi de prenseste mevcuttu.

"Kendi başıma öğrenmedim." Dedi kısaca Elizabeth, içinden Cihangir'in daha da uzatmamasını umdu.

Cihangir elindeki bazlamayı kenara koydu. "Geçen gün ne dolduğunu bana söyle." Dedi, Elizabeth sesindeki emreder tondan hiç hoşlanmadı. "Osman'ın yeni hocasıyla tanıştığın gün ağladın. Soğukkanlı bir prensesten beklenmeyecek bir hareketti ve ben seni o hale neyin getirdiğini oldukça merak ediyorum."

Elizabeth hazırlıksız yakalandığı sorudan dolayı boş boş baktı karşısındaki adama. Yalan söylemekten nefret ederdi ve bundan nasıl kaçacağını da hiç bilmiyordu.

"Cihangir sana bir şeyler söyleyeceğim lakin bugün değil. Bugün sadece anın keyfini çıkarmak istiyorum, geçmişin beni rahatsız etmesine izin veremem."

Cihangir bir şey söylemeden yemeğine devam etti ve yemek boyunca bir daha kimse konuşmadı. Yemekten sonra önlerine konulan iki köpüklü kahveye Elizabeth hayalet görmüş gibi bakıyordu. Nasıl oluyordu da bu zehir gibi şeyi zevk alarak içiyorlardı anlam veremiyordu.

Cihangir onun bu haline güldü. "Türk kahvesini daha önce denemiş gibi bakıyorsun."

"Çünkü denedim ve onunla çok iyi anlaşamadığımıza karar verdim."

Cihangir yeniden güldü ve önünde duran lokum kasesini Elizabeth'e uzattı. "Seninkini şekerli yapmalarını söyledim. Hadi bir kez daha dene ve daha sonra lokum ye."

Elizabeth az önceki bakışlarını şimdi lokumlara atıyordu. "Umarım beni öldürmeye çalışmıyorsundur." Dedi ve kahve fincanını dudaklarına götürdü ve minnacık bir yuduma aldı. Bu sefer kahvenin acı tadının yanında şekerin tatlı tadını aldığında damağında güzel bir tat bıraktı. Cihangir gözleriyle lokumları işaret ettiğinde oldukça keyifli görünüyordu.

Elizabeth isteksizce kasedeki lokumu aldı ve ısırdı lakin beklediği gibi olmadı. Kahvenin acı tadını kapatan o muhteşem tat Elizabeth'in gözlerini kapatmasına ve istemsizce inlemesine neden oldu. Kokusu bir girdap gibi onu sarmaladı.

Ciahngir koyulaşmış gözleriyle onu seyrederken "Hoşuna gideceğini söylemiştim." Dedi lakin aklı az önce Elizabeth'in çıkardığı o seste takılı kalmıştı. Dehşet verici bir şekilde kışkırıtıcı bir hareketti. Elizabeth kalan lokumuda ağzına attığında Cihangir kolunun altından üç altın para çıkardı ve onları masaya bıraktı. Bu para bir yemek için oldukça çok olsa da bunu önemsemedi. Tekrardan ata bindiklerinde Elizabeth daha da öne oturmuştu.

Epey yol aldıktan sonra Elizabeth sessizliği böldü. "Cihangir," dedi sadece lakin adını böylesine güzel telaffuz etmek Cihangir'in etkilenmesine neden oldu. "Beni Kızıl Elma'ya götür."

Cihangir'in vücudu aniden durdu. Bu kız gerçekten bir muammaydı. "Kızıl Elma'yı görmek mi istiyorsun?"

Elizabeth bir şey demeden kafasını salladı. "Şimdi cami olduğunu biliyorum ama yine de görmem gerekiyor orayı," dedi. Belki de kendinden bir şey buluyordu, ya da biraz olsun kendini evinde hissetmek istiyordu. Ciahngir bunu bilemeyeckti ama Elizabeth'in sesine yansıyan hüzün onu oraya sürükledi. At dört nala sokakları arşınlarken prensesin yüzüne vuran sert rüzgar nefesini kesse de Ayasofya'yı görecek olmanın verdiği heyecan onu daha da parçalıyordu.

Aniden geçmişe savrulan prenses kendini toparlayamadı.

Yüzüne yediği sert tokatla yere yapışmıştı. Günlerdir tek söylediği Ayasofya'yı görmekti. Dünya'nın en epik yerlerinden biriydi ve Elizabeth olağanüstü hükümdarların girdiği o kapılardan geçmek istiyordu.

Saçlarına dolanan eller onu yüzüne bakmaya zorladı. "Sen bu sefil halinle o kapılardan nasıl kabul edileceğini düşünürsün?" demişti efendisi ona. Elizabeth o an ne kadar hislerini dışarı vuramasa da içi hiç dinmeyen çığlıklar atıyordu.

Tarihten ders almayı, Büyük İskender'in fetihlerini, II. Mehmet'in dünya fethini, Hasan Sabbah'ı ve müritlerini dinlemeye, o müthiş epik hikayeleri düşlemeye bayılırdı. Bunlar sanki yıllar önceye aitmiş gibi gelen anılar aslında prensese o kadar uzak değildi. Hala o hikayeleri duymaya bayılıyordu. O her şeyden önce tarihe aşık bir insandı ama onlar gibi destansı hikayelere sahip olamayacağını bilmek canının yakıyordu.

Şehrin en gözde mekanlarına girdiklerinde kocaman bir alan insanlarla kaynıyordu ve at üzerindeki bu çifte bakıyorlardı.

"Daha sıradan şeyler giymeliydin." Dedi kulağının yanında Cihangir.

"Daha ne kadar sıradan giyinebilirdim ki."

"Evet, haklısın bu bir şeyi değiştirmezdi. Havada duran burnundan bile bir soylu olduğun anlaşılıyor zaten."

Elizabeth sinirli sinirli güldü. "Ben mi burnu havada dolaşıyorum? Keşke saraydan çıkmadan önce aynaya bakma şansın olsaydı."

Cihangir onu uyarmak için hafifçe belini sıktı. "Normal bir kız böyle şeyler söylemez. Biraz yaşıtların gibi olmayı denemelisin."

Elizabeth Cihangir'in dokunuşundan kendini biraz daha öne çekti. "Sıradan olmadığım için kusura bakma ama normal düzeydeki bir insan zaten bu güzel atın üzerinde oturuyor olamazdı. O yüzden lütfen suçu başkalarında arama."

Cihangir onun uzaklaşmasına izin vermemek için belindeki elini sıkılaştırarak onu tekrar kendine çekti. "Ne kokuyorsun sen böyle?" diye sordu. Prensesten yayılan gül kokusu onun afallamasına neden olmuştu çünkü ondan almaya alışık olduğu yasemin kokusu şimdi gitmişti ve Cihangir bundan rahatsızlık duydu.

"Bu çok terbiyesiz bir soru, hünkarım. Bir kadınla nasıl konuşmanız gerektiğini bilmiyor gibisiniz." Prenses bu durumdan rahatsız olmuştu ama topu Cihangir'e atarak bu durumdan kurtulmayı amaçlamıştı. Yanından geçen bir çocuk ona sinsice gülümsediğinde Elizabeth çocuğa dil çıkardı ve bu Cihangir'in şaşkınlıkla ağzının açmasına neden oldu ama kimse bu konuda yorum yapmadı. Prenses küçük bir çocuktan farksızdı lakin bazı zamanlar Cihangir onun kendinden bile büyük olduğunu düşünüyordu.

Bir yerde durduklarında Cihangir ona beklemesini söyleyerek oradan uzaklaştı ve tekrar geri geldiğinde Elizabeth'i kendi kendine konuşurken buldu. Kafasını iki yana sallayarak tekrar ata bindi ve kaldıkları yola devam ettiler.

Elizabeth atın yelelerini daha sıkı kavrarken sabah sürdüğü gül losyonuna küfürler yağdırıyordu. Herkes sürdüğü için bunun normal olabileceğini düşünmüştü lakin her şeyi eline bulaştırmaktan başka bir şey yapmamıştı.

Kafası önde kendi kendine söylenirken Cihangir'in belinde duran eli yavaşça onu okşadı ve fısıltıyla "Elizabeth," dedi. Elizabeth daha ne olduğunu anlamadan kafasını kaldırdı ve işte oradaydı.

Destansı bir güzellikle seher vaktinin o kışkırtıcı güzelliğinin altında yarım kubbesi parlıyor, yılların getirdiği o yaşlılığın verdiği güçle dimdik karşısında duruyordu. Kızıl duvarları tıpkı bir elma gibi yansıyor onu daha önce görmediği bir güzelliğin bağrında okşuyordu. Elizabeth yanan genzinin bu manzaraya eşlik etmek istediğini hissediyordu. Bu ne hoş görüntü, bu ne hoş bir histi böyle.

Bir hayalin içinde yürüyormuşçasına attan indi ve Ayasofya'nın güzelliğine doğru yürümeye başladı.

Kim bilir kaç günahkarın yalvarışlarını, affını dinlemiş, kaç sevincin çığlıklarını o devasa taşların arasına sıkıştırmıştı.

Cihangir yürüyen kızın arkasından bakarken yavaşça attan indi ve atı güvenli bir yere bağladıktan sonra onun peşinden gitti. Onun hayranlığı Cihangir'i bile heyecanlandırmıştı.

Elizabeth bir devri kapatıp yeni bir devri başlatan kızıl binanın önünde durdu ve derin derin soludu. Öylesine dolup taşmıştı ki bu tarihi binanın önünde dururken küçük ve çelimsiz hisseti. Sabah namazını ancak kılan adamlar bahçede kalabalıklaşmaya başlasa da Elizabeth kimselere aldırmadan kafasını kaldırmış devasa kubbelere ve dört tane minareye baktı. Avrupa'nın en büyük binasıydı. Ne görmüştü ne de daha büyüklerini görebilecekti.

Elizabeth kendinden beklenmeyecek bir şekilde kocaman gülümsedi. İşte o zaman arkasında çatık kaşlarla onu izleyen Cihangir'in kalbi hızla atmaya başladı. Tıpkı o tablodaki haline benziyordu. Öylesine mutlu ve huzurluydu ki... Cihangir onun ilk kez böyle görüyor olmanın şokuyla bir kez daha sarsıldı. O hep hırçın ve öfkeliydi, ona çok yakışan bu gülümsemeyi yok etmişti ve bu gülümsemeyi parçalara ayıran kişi de Cihangir'di.

Elizabeth hızla ona döndü ama bu sefer Cihangir'e her baktığında solan gülümsemesi hiç solmadı ve ona yürüdü. "Buraya geldiğimize inanamıyorum. Sonunda buradayım. İçeri girelim mi? Hadi içeri girelim."

Cihangir onun bu haline gülerken kaftanının içinde duran siyah şalı çıkardı. Elizabeth onun ne yaptığına dikkatle bakarken o altın işlemeli ipek şalı prensesin saçlarına örttü ve nazik bir biçimde boynuna doladı. Beyaz tenini çevreleyen siyah şal onda bir meleğin siyah kanatları gibi durmuştu.

Cihangir'in ne yaptığına anlam veremeyen Elizabeth diktiği bakışlarını onun üzerinden çekemiyordu. "Böyle olmazsa giremez miyim?"

Cihangir'in eli hala onun şalındaydı ve gözleri bir an olsun ayrılmadı. Olumsuz yönde kafasını iki yana sallarken "Girmezsin," dedi. Kızın yanaklarından düşen saçlar şalın içinde kalmakta epey zorlansa da Cihangir o saçlara dokunmamak için kendini çok zor tutuyordu. Parmaklarının arasından akıp giden saten bir şelaleyi andırıyordu.

"Hadi gel." dedi ve birlikte Ayasofya'nın içine girdiler. Cihangir çoğu zaman cuma namazlarını burada kılardı ve her sütununu ezbere bilirdi. Halkı onu selamlardı ve cemaat ile birlikte namazını kılardı lakin Elizabeth ilk defa geldiğinden her yere hayranlıkla bakıyor ince parmaklarını işlemeli duvarlarda gezdiriyordu. İlerilerde biri Kuran-ı Kerim okuyordu ve caminin havi sesi büyük kubbesinde yankılanıyordu. Elizabeth adamın her bir vuruşunda içinin titrediğini mistik bir güçle dolup taştığını hissediyordu.

Mihraba geldiklerinde Cihangir yavaşça üzerindeki pelerini çıkarttı. İçerideki tek kız Elizabeth olduğu halde adamlar onu hiç garipsememiş gibiydi. Elizabeth de bunların hiçbirinin farkında değildi zira mozaik pencerelere hayran hayran bakıyordu.

Cihangir pelerinini katlayıp kenara koyduğu anda cami imamı hızla onun yanına gelmiş ve telaşla önünde eğilmişti. "Hünkârım," dedi fısıltıyla. Şu an da en son beklediği kişi oydu anlaşılan. Elizabeth'in bakışları onlara dönerken Cihangir hızla yere eğilen adamı kaldırdı ve gülümsedi. "Aman diyeyim hocam, belli etme."

"Kusura bakmayın hünkârım bilmiyordum geleceğinizi, af buyurun. Sabah namazını şimdi kıldırdım." Hoca yeniden telaşla konuştuğunda Cihangir adamın omzuna iki kere vurdu.

"Sorun değil, ben de kılarım şimdi." dedi. "Ben de normal biriyim. Şurda namaz kılan adamlardan bir farkım yok."

Hoca kafasını aşağı yukarı sallayıp selam verdi ve hızla uzaklaştı. Elizabeth dikkatle Cihangir'e bakıyordu. "Buraya sık mı geliyorsun?"

Cihangir gözlerini üzerinden ayırmazken, "Her cuma gelmeye çalışıyorum, halkımla beraber oluyorum."

Elizabeth kafasını salladı. "Namaz mı kılacaksın?" diye sordu. Gözlerinde anlamsız bir parıltı oluşmuştu.

"Bir sakıncası mı var?"

Elizabeth bir adım Cihangir'e yaklaştı. "Hayır, hayır hiçbir sakıncası yok ben," dedi ve derin bir nefes aldı. "Burada durabilir miyim? Yanına otururum, hiç ses çıkarmam. Beklerim burada."

Cihangir gülmemek için yanaklarının içini dişledi. İşte yine oluyordu, o kadar masum geliyordu ki gözüne ondan başka kimse yoktu bu dünyada. "Ses çıkarmayacaksın ama," dedi. Elizabeth hızla kafasını salladı.

Cihangir ön saflardan birine geçti, Elizabeth de hemen onun yanında pat diye dizlerinin üzerine çöktü ve dimdik karşıya baktı. Cihangir kızmasın diye bir heykel gibi durmayı düşünüyordu anlaşılan. İçeride okunan Kuran'a dikkat kesilmişken Arapça okunan kelimeler istemsizce aklından çevriliyordu, Elizabeth Arapça çok kitap okumuştu ama daha önce onu okumak aklına gelmemişti. Şimdi kelimeler birer birer zihninde anlamlaşırken İncil'den çok bir farkı olduğunu düşünmüyordu. Sonuçta hepsi aynı Tanrı'dandı.

Cihangir fısıltıyla sabah namazının sünnetine niyetlendiğinde Elizabeth bütün ilgisini ona çevirdi, anlaşılan bir heykel gibi durma hayalleri yok olup gitmişti. Cihangir kollarını karnında bağladığında Elizabeth çoktan her şeyi unutmuş ve bütün ilgisini ona vermişti. Kıraatte iken bir an Elizabeth geri çekilecek gibi olduğunda tekrar rükûya kalktı ve secdeye gitti. Elizabeth bir an donup kaldı.

Dünya'nın yarısına hakim olan bir hükümdar sadece yaratıcısının önünde diz çöküyor ve ona sığınıyordu. Tüm günahlarıyla ve sevaplarıyla ona dönüyor, ilahi gibi gelen duaları yalnızca ona sunuyordu.

Ağlayacak gibi oldu. O hiç böyle bir şey hissetmemişti. Yaratıcı var mıydı bilmiyordu, hiçbir zaman tam anlamıyla dindar biri olmamıştı ama bu içinden gelmemişti. Bu saraya geldiğinden, ezan sesleri gök kubbeyi deldiğinden ve Cihangir'i tanıdığından beri içinde hep kuytuda yatan şey açığa çıkmıştı sanki.

Kafasını tavana çevirdi ve Bizans benzeri işlemelerin yanında Arapça yazılan duaları, peygamberin isimlerini gördü. Hepsi bir bütündü. Bu caminin içinde Hz. İsa'nın adı bağırılmış, pederin sildiği günahlar işlenmişti lakin şimdi Kuran okunuyor, imam ordu büyüklüğünde bir cemaate namaz kıldırıyordu.

Elizabeth mihraptaki efsunlu taşlara baktı, bu çok ihtişamlı ve ilahîydi.

Namazını bitiren Cihangir dikkatle Elizabeth'e bakıyor, kızın ortamdan soyutlanışını izliyordu. Dizlerinin üzerinde duran elleri eteklerini sımsıkı kavramıştı ve sanki dünyada gördüğü en güzel şeye bakıyordu. Ellerini kaldırdı ve namazını bitirmek için Allah'a dua etti.

Elizabeth'in bakışları Cihangir'e döndü ve önce yukarıya bakan ellerine daha sonra önünde duran doksan dokuz taşlı tespihe baktı. Dua ettiğini anladığında onu rahat bırakmak için kafasını çevirmeyi istedi lakin gözleri mühürlenmiş gibi onu izliyordu. Sonunda Cihangir ellerini yüzüne sürdü.

"Cihangir," dedi Elizabeth anında. Cihangir bakışlarını kıza çevirdi. "Ben de dua edebilir miyim?"

Elizabeth, Cihangir'in sorusuna cevap vermediğini görünce hemen ekledi. "Yani uzun zamandır ben dua etmiyordum o yüzden sadece," kızın saçmalamasına izin vermeyen Cihangir kızın havada savrulan elini tuttu ve "Edebilirsin," dedi.

Elizabeth duymak istediği cevabı aldığında derin bir nefes çekti ve Cihangir'den ayrılarak dizlerinin üzerine kalktı. Gözleri mihrabın üzerindeki mozaik işlemeli İsa'ya tutunda ve en içten gelecek şekilde baktı. Elleri göğsünün üzerinde kenetlendiğinde son kez baktı İsa'ya ve gözlerini kapatarak kafasını öne eğdi.

Tanrım, lütfen bana bir çıkış yolu göster. Öyle kapana kısılmış bir haldeyim ki kurtulmak için hangi duvarı itsem daha da üzerime geliyor. Senden yardım istiyorum. Annemi, babamı benden uzaklaştır. Meryem ve İsa aşkına bu bataklığa daha fazla saplanmama izin verme. Senin yüceliğine sığınıyor ve senden tüm günahlarım için af diliyorum.

Gözlerini açtı ve ona bakan okyanuslarla göz göze geldi. "Amin," dedi. İkisinin de birbirine gözleri kenetlenmiş gibi birbirlerinden alamıyorlardı bakışlarını. Elizabeth içinin ılık ılık olduğunu hissetti. En sonunda Cihangir ayağa kalkarak ona elini uzattı. Elizabeth biraz düşündükten sonra narin elini onun büyük avucuna koydu ve yavaşça ayağa kalktı. Küçük eli onun avucunun içinde kaybolmuş gibiydi.

Cihangir yandan pelerinini alıp yeniden üzerine giydi ve Elizabeth'in beline elini koyarak ona yön verdi. Elizabeth bu temastan deli gibi kaçmak istese de bunı yapamadı, içinde ılıklaşan his giderek alev alıyor gibiydi. Belini içeri büktü lakin Cihangir'in eli daha da sertleşmiş gibiydi.

Daha sonra Cihangir ona vaftiz odasını, üst katı gezdirdi. Elizabeth her gittiği yerde hayran hayran etrafı izliyor, tarihî mermerlerde, sütunlarda parmaklarını gezdiriyordu. En sonunda Meryem Ana'nın göz yaşlarıyla delinen sütuna geldiklerinde Elizabeth Cihangir'den ayrıldı ve küçük oyuğa parmağını sürttü.

"Büyük atam merhum  Fatih Sultan Mehmet Han İstanbul'u fethettiğinde bir kadın bu oyuğa parmağını sokuyormuş." diyerek ona yaklaşan Cihangir de tıpkı o kadın gibi oyuğun içinde parmağını gezdirdi. "Rivayete göre her kim bu oyukta parmağını gezdirir ve bir dilek tutarsa dileklerinin hepsi gerçek olurmuş."

Elizabeth oyuğa bakarken "Nasıl olmuş bu oyuk?" diye sordu.

Cihangir önünde duran ve sütundaki oyuğa bakan kızdan gözlerini ayırmadı. "Hz. Meryem evinde otururken ona Hz. İsa'nın işkence gördüğü haberi geldiğinde o bu sütuna yaslanıp saatlerce ağlamış. En sonunda akan gözyaşları bu sütunu eritmiş."

Kız kafasını kaldırarak Cihangir'e baktığında, Cihangir bu masum bakışlardan rahatsız oldu. "Çok mu üzülmüş?"

Cihangir kızdan gözlerini ayırmadan kafasını salladı. "O bir anneydi, prenses. Oğlu için dökmeyeceği gözyaşı, çekmeyeceği ceza yoktu. Hangi anne böyle bir şeye üzülmez ki?"

Elizabeth kafasını eğip yeniden oyuğa baktı. "Benim annem üzülmezdi." dedi. Aklından geçen fikirler birbirini kovalarken zihninden kurduğu cümleyi düzeltti. Benim annem hiç üzülmedi.

Cihangir sessiz kaldı.

Kız yürüdü ve oyuğun pürüzsüz yüzeyinde parmağını gezdirdi ve gözlerini kapattı. Gözlerini açtığında Ayasofya'yı neşeyle gezen o kızdan artık eser yoktu. Cihangir ona ne dilediğini sormadı, bu onun için bir muamma olarak kalacaktı ama dilediği şeyin onun canını yaktığını biliyorlardı.

Dışarı çıktıklarında her ikisi de suskundu. Atın olduğu yerde giderken Elizabeth biraz olsun düşünmek için kendini önden yürütmeye ikna etti. Cihangir ise gözü atının az ilerisinde olan ve gözlerini onlardan çekmeyen adamlara çattığı kaşları ile bakıyordu. Her halinden adamların tekin olmadığı belliydi ve Cihangir şu an olabilecek her türlü beladan uzak kalmak istiyordu. Adımlarını hızlandırarak prensese yetişti ve onu belinden tuttuğu gibi kendisine yaklaştırdı. Bu hareketi beklemeyen prensesin ağzından hafif bir şaşkınlık nidası kaçtı. Bu hareketle başındaki şal boynuna düşmüştü.

"Cihangir ne yapıyorsun?" dedi alçak sesle. Elini belinin üzerinde onu sımsıkı tutan elinin üzerine koydu.

"Yanımdan ayrılma." Cihangir'in sesinin sertleştiğini hisseden Elizabeth ona baktı.

"Neler oluyor?" Onu koruyup kollaması hoşuna gitmişti lakin bunu kendisi de yapabilirdi. Öyle narin bir kız değildi. Zaten ona en çok zarar veren de kendisi değil miydi?

Cihangir onun sorusuna cevap vermeden atı bağladığı yerden uzaklaştırdı ve tek bir hamleyle atın üzerine tırmandı. Elini prensese uzattı lakin sorusunun cevapsız kalmasına sinirlenen prenses öfkeyle ona baktı.

"Neler oluyor?" dedi tekrardan ama Cihangir de gerilmiş bir şekilde ona baktı.

"Hadi prenses, nazlanmanın sırası değil."

Bu söylediğine iyice sinirlenen prenses Cihangir'in elini iterek eğerden güç aldı ve kendini yan bir şekilde eğere oturttu. Canı deli gibi bacaklarını açarak binmek istese de şu an bu kalabalığa bacaklarını sergilemek istemiyordu.

Cihangir hızla atı ilerlettiğinde bir süre ikisi de konuşmadı. Cihangir hala o adamlardan tedirgindi zira onları kahvaltı yaptıkları yerde de gördüğünü anımsıyordu ve oradan buraya kadar onları takip etmeleri hiç hayra alamet değildi. Bir kavgadan kaçıyor değildi lakin kendini göstermek de pek akıllıca sayılmazdı. Ayrıca yapabildiği kadar az dikkat çekmek istiyordu.

"Saraya mı dönüyoruz?" diye sordu prenses, sesinde bir hayalkırıklığı vardı ve Cihangir bundan hiç hoşlanmadı. Elizabeth'in yan oturması da onu tedirgin ediyordu, ne zaman hızını biraz arttırsa yan oturmak için tasarlanmamış olan eğerden kayıp gidecekmiş gibi hissediyordu.

"İstemiyor musun?"

Elizabeth ona bakmadan kafasını iki yana salladı. "Kapalı alanda kalmayı sevmiyorum ben, hem gezmek varken neden kendimi odaya kapatayım ki?"

Cihangir umursamazca güldü, bu gülüşün ardından gelecek şey prensesin hoşuna gitmeyecekti. "Bu yüzden sürekli sarayın dışına çıktın değil mi? Ya da kaçtın mı demeliyim?"

Anında gerilen Elizabeth dimdik karşısına bakmaya devam etti. "Beni buraya sorgulamak için getirdiğini düşüneceğim."

"Seni yalanlamak istemem." diyen Cihangir atın yularına asılarak biraz hızlandırdı.

"Kaçmak istedim, evet lakin bunun için suçlanamam. Çok misafirperver olduğunuzu düşünmüyorum, oysa Türklerin oldukça misafirperver olduğunu duymuşken."

Cihangir sanki teyit etmek ister gibi ağzının içinde "Demek kaçmak istedin," diye geveledi. Onun himayesi altındayken kaçmak bir nevi ona hakaretti. "Neyi merak ediyorum biliyor musun prenses? Kim seni buna teşvik etti? Kocaman surlarla çevrili saraydan nasıl çıktın?"

Cihangir'in sinirlendiğini hisseden Elizabeth onun duvar örmesini hiç istemese de buna itiraz etmeyecekti. Bir pazar alanına yaklaştıklarını fark ettiklerinde bunun bir kaçış olduğunu anlayarak kendini hızla eğerden kaydırdı ve yere indi. Onun düşüyor olduğunu düşünen Cihangir yüreği ağzına gelerek onu tutmaya çalıştığında ancak kızın ondan kaçtığını fark etti. Atını durdurup hızlı adımlarla bir meyve tezgahının oraya giden kıza baktı ve ağzından bir küfür geveleyip atından indi. Peşi sıra atını arkasından çekerken bu kızdan hiçbir cevap alamayacağım, diye düşündü.

Elizabeth daha önce hiç görmediği bir tezgahın yanına iliştiğinde tezgahta yığınla ve zeytin büyüklüğünde olan meyvelere baktı. Cihangir'in arkasından geldiğini bildiği için tezgahtar adam gülümseyip bir meyveyi ağzına attı.

Çiğnedi, çiğnedi, çiğnedi.

Tadı ne garipti bunun böyle. Hafif tatlı ama azıcık da ekşiydi. Dayanamadan bir tane daha attığında ağzındaki çekirdekleri avucuna aldı ve yere attı. Tezgahtar adam bu terbiyesiz kıza sinirlenmeye başlamıştı.

"Çok sevdin galiba," diyerek yanına yaklaşan Cihangir meyvelerden bir tane ağzına attı. Adam iyice sinirlenmişti.

"Ne ki bu?" diye sordu. Oldukça hoşuna gitmişti. Diğer meyveler gibi ağır değildi. Sarayda pişen ağır tatlılar yerine bunu yese daha çok hoşuna giderdi.

Cihangir belinden çıkardığı bir altın parayı asık yüzlü tezgahtar adama atınca adam parayı havada kaptı. Az önce sirke satan yüzünde şimdi güller açıyordu.

"Hünnap." dedi Cihangir yeniden Elizabeth'e dönerken. Daha önce duymadığı ve telaffuz etmediği bir kelimeyle karşılaşan Elizabeth anlamazca Cihangir'e baktı. Dili akıcıydı. Onca yıl aldığı dil derslerinden Türkçeyi çok rahat konuşuyordu lakin şimdi ne demişti o öyle?

"Hün- ne?" diye şaşkınca sordu Elizabeth Cihangir'e bakarken. Cihangir gülerek Elizabeth'e baktı ve daha sonra tezgahtara biraz almak istediğini söyledi.

"Hünnap," dedi Cihangir tekrar Elizabeth'e döndüğünde. Eğlendiği açıkça belliydi.

Elizabeth emin olamayarak Cihangir'i tekrar etti. Ağzından yarım yamalak çıkan kelime Elizabeth'i sinirlendirirken Cihangir'i daha da eğlendirdi. Aldıkları meyveyi Elizabeth taşımaya karar verdi ve uzunca bir süre pazarı dolaştılar. Elizabeth oradan oraya koşturuyor, bir tezgahtan diğerine zıplıyor, hiç tatmadıklarını tadıyordu. Cihangir ise onun bu haline eğlenmekten başka bir şey yapmıyordu. O tablodaki özgürlüğünü beğendiği kızın gerçek halini görüyordu ve bunu ona kendisi vermişti. Ayrıca tüm bu yüklerden uzakta bir gün geçirirken kendini biraz olsun hafiflemiş hissediyordu. Çok yakın zamanda artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı bunu hissediyordu ve son huzurlu günlerini keyifle geçirmek istiyordu. Hava iyiden iyiye kararmaya başladığında şirin bir yerde şerbet içtiler ve taze kestane yediler. Elizabeth küçük bir kız çocuğu gibi yediği ve gördüğü her şeyden zevk alıyordu.

En sonunda tenhalaşan yolda yan yana yürürlerken ikiside sokağın sonundaki batan güneşi izliyordu.

"Beni gönderecek misin, Cihangir?" diye sordu Elizabeth dayanamayarak. Sorun şuydu ki bu soru Cihangir içinde bir muammaydı.

"İstiyor musun?" Cihangir Elizabeth'e bakmadan sormuştu bu soruyu.

"Gitmek istiyorum." dedi sessizce. O da bakan güneşten gözlerini alamıyordu. "Ama Londra'ya değil."

Cihangir anlamazca ona baksa da Elizabeth bakışlarını ona çevirmedi. "Ailen ile arandaki sorun ne Elizabeth?" diye sordu Cihangir, adını onun ağzından duymak Elizabeth'e garip geliyordu. Sanki ismi onun değilmiş gibiydi. Sahi ne onundu ki?

"Anlaşamıyorum onlarla." dedi kısaca. Konuşmak istemediğini çok açık belli etmişti ve Cihangir de bunu üsteleyecek değildi. Tam Cihangir konuyu değiştiriyordu ki arkalarından hızla önlerine geçen grup yollarını kestiğinde her ikisi de karşılarında duran altı kişiye bakakalmışlardı. Üzerileri yırtık kıyafetlerde doluydu, belli ki sokak çetelerinden birileriydi.

"Tüm gün boyunca herkese altın para dağıttın." dedi daha sinsi bakışlı olan Cihangir'e yaklaşırken. Cihangir hiç tenezzül etmeden çocuk diyebileceği kadar genç olan oğlana baktı. "Umarım o altınların hepimize yeter."

Elizabeth huzursuzca Cihangir'in koluna tutundu. "Cihangir," dedi sorarcasına. Aklı baldırındaki bıçağa gidip geliyordu. Her an çıkartabilirdi.

"Bu kız kim?" dedi genç olan oğlan, prensese yaklaşmaya başladığında Elizabeth, elinin altındaki kolun giderek kasıldığını hissediyordu. "Kapatmanı gezmeye mi çıkardın?"

Her şey Elizabeth'in gözünü açıp kapayana kadar gerçekleşmişti. Ağzından Elizaneth'i kıpkırmızı yapacak bir küfür savuran ve hızla öne atılan Cihangir oğlanın yüzüne yumruğunu gömerken Elizabeth bir sdım geri çıkmıştı. Diğer beş kişi onlara doğru yöneldiğinde elini eteğinin altına atıyordu ki Cihangir elini yakaladı ve "Koş!" diye bağırdı. Elizabeth'in elindeki hünnap poşeti yere düştü ve onlarca meyve yerlere saçıldı.

Neden kaçtıklarına anlam veremeyen Elizabeth hızla koşarken kalbi ağzında atıyordu. Beş kişi de onları takip ediyordu. Gördüğü üzere Cihangir silahsızdı lakin silahsız olsa bile kavgadan kaçacak biri değildi. Elizabeth daha fazla kafa yormak istemeyerek hızlandı ve Cihangir'e yetişti. Yokuş yukarı tırmanmaları onları yavaşlatsa da diğerleri de bu yokuştan nasibini alıyordu.

"Bu taraftan," diyerek onu daha da hızlandıran Cihangir en sonunda onları çıkmaz bir sokağa soktuğunda bir küfür daha savurdu. Arkalarındaki beş kişi de onları köşeye sıkıştırmanın verdiği keyifle gülüyorlardı.

"Nereye kadar kaçacaksınız?" diye sordu daha yaşlı görünen. Belinden bir hançer çıkarttığın Elizabeth'in yüreği koşmaktan dolayı oldukça hızlı atıyordu.

Elizabeth arkasını dönerek Cihangir'e baktı ve baldırına kadar sıvadığı eteğinin altındaki bıçağı aldı. Bir an Cihangir'e güldü ve diğer an arkasını dönüp elindeki bıçağı hızla adamın göğsüne fırlattı.

Havada dönen bıçak kolaylıkla adamın göğsüne saplanıverdi.

Diğerleri dehşetle bu manzarayı izlerken göğsünden kan fışkıran adam önce dizlerinin üzerine daha sonda da yere düştü. Elizabeth adamın öldüğünü biliyordu. Tek dehşete kapılan o değildi üstelik, arkasında duran Cihangir hayretle olanları izlerken, "Sıradan insanlar olarak silahlarla oynamayacağımızı sanıyordum." dedi.

Elizabeth buna gülerken şaşkınlıktan kurtulan adamlarda üzerlerine gelmeye başlamıştı. Bunun üzerine Cihangir eğildi ve çizmesinin içinden işlemeli bir hançer çıkardı.

"Demek ki tek oyunu kuralına göre oynamayan ben değilmişim." dedi Elizabeth ve ikisi beraber adamların üzerine yürüdüler. İkisi Cihangir'in başında dururken bir diğeri Elizabeth'i hedef olarak görmüştü.

Cihangir ilk adımın karnına hızlı bir tekme atıp yere düşmesini sağladıktan sonra keskin hançeri adamın karın boşluğuna sapladı ve o an arkasından gelen adama dirseğini geçirdi. Diğer yandan Elizabeth'in silahsız olduğunu gördü, kendisi çevik hareketlerle adamı alt etse de uzun eteği ayaklarına dolanıyor ve onu engelliyordu. Cihangir bu durumuna daha fazla dayanmadı ve bıçağı ona atmak için Elizabeth'e seslendi. Ona dönen kız ani bir boşluğa denk gelince sağ karnına bir darbe aldı ve geriledi lakin Elizabeth ne yapmak istediğini anladığı için havadaki bıçağı hızla kaptı ve karnını tutarken soluklanmak için biraz bekledi. Adamın beklemek gibi bir niyeti olmadığı için kızın üzerinde atladığında Elizabeth yana kaydı ama o kadar şanslı değildi. Adamın elinde duran bıçak koluna çarparak yere düşmüştü ve kolunda derin bir kesik açmıştı.

"Elbisemi mahvettin." diyerek hızla adamın üzerine atladığında adam buna şaşırdı ve Elizabeth amımda bu boşluktan yararlanarak adamın dizine tekme attı. Dizleri geriye doğru kırılan adam esaslı bir çığlık attığın Elizabeth onun yağlı saçlarını avuçladı ve tuttuğu kafasını sertçe dizine geçirdi. Soluk soluğa kalmış bir şekilde elindeki bıçağı yere bıraktı ve arkasını döndü. Kaşlarını kaldırarak onu izleyen Cihangir şaşkınlığı gizlemeye gerek görmeden ona bakarken Elizabeth anın dehşetinden sıyrıldı ve gerçek dünyaya dündü. Birini öldürmeyeli o kadar uzun zaman olmuştu ki bu hissi bir an için garipsedi.

"İyi misin?" diyerek ona yaklaşan Cihangir kızın kolunu tuttuğunda Elizabeth koluna yayılan ılık sıvıyı yeni fark ediyordu. Elini yaranın üzerinde gezdirdiğinde çok sorun olmayacağını bilse de yine de kanını durdurması gerekiyordu.

Cihangir "Gel buraya," diyerek onu çıkmaz sokaktan çıkardığında Arap atı onları orada bekliyordu. Elizabeth elini kolundaki yaradan çekmeden ata bindi ve Cihangir ile hızla uzaklaştılar. Prenses nerede olduklarını bilmiyordu ama saraydan epey uzaktalardı.

Artık kimsenin varlığını hissetmeyen Elizabeth bacaklarını ayırarak bindiği atın daha da hızlandığını hissetti. Hava iyiden iyiye kararmıştı ve böylece insanlar yerdeki cesetleri göremeyeceklerdi lakin yine de arkasında kocaman bir kanıt bırakmak onu rahatsız etmişti.

Cihangir'in güçlü kolu onu karnından yakalayıp kendisine çektiğinde temastan ürperen Elizabeth hafifçe titredi. Sırtı onun göğsüne dayalıyken, daha yeni yeni iyileşmeye başlayan yaraları hafif hafif sızladı. Cihangir daha fazla dayanamamış olacak ki kızı sımsıkı tuttu ve atını dört nala sürmeye başladı. Atın her hareketinde sırtı sızlayan Elizabeth bir şey demese de canı yanıyordu ama bunu belli etmedi. Nereye gittiklerini de sormadı zira Cihangir onu öldürmeye götürse bile şu andan itibaren sesi çıkmazdı.

Ormanlık bir alana girdiklerinde hızları daha da arttı, Elizabeth kendini bildiğinden beri at binerdi ve kardeşlerinden bile hızlı kullanırdı lakin şimdi daha önce hiç gitmediği kadar hızlı gidiyor, bu sürat nefesini kesiyordu. Kendini daha da Cihangir'e yasladığı sırada belinde duran kolu onu daha da sıkı kavramıştı. Elizabeth iyice nefesinin kesildiğini hissederek sımsıkı gözlerini kapattı ve kafasını yana çevirdi. En sonunda at yavaşladığında açabildi gözlerini.

Kocaman duvarlara hayran hayran bakarken surların üzerindeki bir asker elindeki oku onlara çevirdi aniden.

Elizabeth fısıltıyla, "Boğazkesen," dedi.

Kulenin tepesindeki adam onlara bağırırken Cihangir attan indi ve surların kapısına doğru yürüdü. İçeriden çıkıp gelen oklu askerler oklarını onlara doğrulturken Cihangir çattığı kaşlarıyla onlara baktığında genç komutanın gözleri iri iri açılmıştı.

Telaşla, "Okları indirin!" diye bağırdığında askerler konutanlarının emrini anında yerine getirdi. Komutan hızla onlara yaklaştığında biraz utançla ve saygıyla Cihangir'e selam verdi.

"Hünkârım," diyen komutan kaçamak bakışlarıyla Elizabeth'e baktı. "Şeref verdiniz."

Cihangir adamın omzuna vurdu. "İbrahim Paşa," dedi o da onu selamlarcasına. Elizabeth bu adamın Boğazkesen'in yani Rumeli Hisarı'nın komutanı olmalıydı. Onlar önden konuşarak içeri girerken Elizabeth Boğazkesen'in devasa duvarlarına bakarak arkalarından ilerliyordu. Kalede tek bir kız bile yoktu ama prenses bundan rahatsızlık duymadı. Bir merdivenin önüne geldiklerinde Cihangir Elizabeth'e dönerek baktı ve elini uzattı. İbrahim Paşa dikkatle onları izlerken Elizabeth biraz çeksinse de elini tuttu ve onu taş merdivenlerden yukarı çıkarmasına izin verdi.

Merdivenin sonundaki taş kemerli kapıdan çıktıklarında Elizabeth ilk önce yüzüne vuran sert rüzgarı hissetti ve istemsizce Cihangir'in kol manşetine sımsıkı tutundu.

Yüksektelerdi, çok yüksektelerdi.

Elizabeth kesik kesik nefes alırken bir an içi gidiyor gibi oldu. Esen rüzgar gözlerini yaşartsa da Cihangirden ayrıldı ve kendini surun duvarına yasladı. İşte şimdi destanlara konu olan İstanbul Boğaz'ı ayaklarının altında, Anadolu'nun bir ucu tam karşısındaydı.

Gülümsediğini hissetti.

Yıldızlar gökyüzüne saçılmış inci taneleri gibi karanlığın üzerinde parıldıyorlardı. Denizin tuzlu kokusu her bir yanını sarmıştı. Elleri soğuk taşlarda gezinirken gözlerini sımsıkı kapattı ve havayı soludu.

Yaprakların hışırtıları bir yelle esiyor, hepsi senfonik bir balenin parçasıymışçasına aynı yöne savruluyordu.

"Hoşuna gitti mi?" Arkasında durduğunu hissettiği Cihangir bu soruyu sorduğunda Elizabeth biraz daha heyecanlandığını hissetti.

"Hoşuma gitti mi?" diye tekrar etti. "Bayıldım."

Cihangir onun kolunu sıvazladı. "Gel de koluna bir bakalım."

Elizabeth bir rüyadan uyanırmışçasına arkasını döndü. Cihangir'in elinde bir sargı bezi vardı. "Ben yaparım." dediyse bile Cihangir onu umursamadan koluna baktı.

"Elbisenin omzunu indir, Elizabeth." dedi. Cihangir'in gözleri yaradan ayrılmıyordu. Yara omuz başına yakındı ama Elizabeth bunu onun önünde yapmak istemiyordu.

"Ben yaparım, Cihangir. Ver bana."

Cihangir çattığı kaşlarını onun yüzüne dikti. "İndir dedim."

Elizabeth son bir kez yüzüne baktı ve gözlerini onun yüzünden ayırmadan omzunu indirdi. Bembeyaz teni açığa çıkarken rüzgar kanla ıslattığı yerleri üşüttü. Cihangir yavaşça yaraya dokundu ve ne derece kötü olduğuna baktı, yara o kadar da kötü değildi lakin pamuk gibi yumuşak olan ten Cihangir'in dikkatini dağıtıyordu.

"Çok acıyor mu?" diye sordu. Elizabeth yarasını dikkatle inceleyen Cihangir'den gözlerini ayırmadan kafasını iki yana salladı. Cihangir ise sargının ucunu yaraya bastırdıktan sonra diğer ucunu kolunun altından geçirerek yarayı sarmaya başladı.

"Öyle bıçak atmayı nasıl öğrendin?" diye soran Cihangir dikkatini farklı yerlere çekmek istiyordu.

"Verdiğim cevaplar seni hiç tatmin etmiyor değil mi?"

Cihangir bir an duraksadı ama hemen devam etti. "Biliyor olman güzel."

Elizabeth kafasını yukarı çevirerek yıldızlara baktı. "Bir eğitmenim vardı. Beni mükemmel bir asker olarak yetiştirmek istiyordu." dedi kısaca. Sarmayı bitiren Cihangir kızım elbisesini yavaşça yukarı çekti ve yıldızlara bakan kıza döndü.

"Bu kadar iyi olman için çok küçük yaşta eğitilmen gerekiyor, prenses. Sende diğer askerlerde olmayan bir şey var. Tecrübe. Düşmanların karşındayken ondan biri gibi davranıyorsun. Onlarca savaşa katılmış gibi."

Elizabeth yıldızlardaki gözlerini yavaşça Cihangir'e indirdi.

"Aksini iddia etmedim lakin bu kadar açık oynadığımı sanmıyordum."

Cihangir kızın bu kadar açık okunduğundan hoşlanmadığını anladı. "Niye birileri seni bu şekilde eğitmek istesin ki?"

Elizabeth, Cihangir'in cevap beklediği bir süre boyunca gözlerine baktı. "Bunun cevabını biliyorsun, Cihangir." dedi sadece.

"Anlamıyorum, tüm bunların hepsi neden?"

"Bir amaç için eğitildim. Bunu her zaman biliyordum ama hiç gerçek olacağını düşünmemiştim. Yani buraya gönderileceğimi duyduğumda," sertçe yutkunduğunda sonunda cesaretini topladı ve çatık kaşlarla onu izleyen adama baktı. Sanki bunları anlattığında ülkesine karşı suç işlemiş gibi hissetti lakin ülkesi küçük bir çocuğu böyle acımasız bir amaca eğitmişti. Ayrıca babası bunun için başka bir kızda seçilebilirdi ama asıl amaç Elizabeth'in ölmesiydi. Bunu Cihangir'e söyleyecek ne cesareti ne de gücü vardı.

"Ağabeyin," dedi Cihangir. "William'ın da bundan haberi var mıydı?"

Elizabeth bir an gözlerini kapattı ve onu düşündü. Hafifçe kafasını salladı. William, Elizabeth ile babasının arasında geçen bütün olayları biliyordu. Babasının onu öldürmek, ya da daha doğrusu ortadan kaldırmak için İstanbul'a gönderildiğini biliyordu lakin buna göz yummuştu. İçinde aniden beliren sinirle gözlerini açtığında bu farkındalığa yeni varmak onu mahvetmişti. Aslında en başından beri bunu biliyordu ama canı daha fazla yanmasın diye bunu düşünmeyi ertelemişti.

Gözlerini tekrar açtığında çatık kaşlarla onu izleyen adamla göz göze geldi ama bu bakışmaya uzun süre katlanamayacağını anladığında bakışlarını gökyüzüne çevirdi.

"Venüs," dedi sessizce en parlak yıldıza bakarken. "Bu gece çok parlak." Kısacık bir an kızı izleyen Cihangir de bakışlarını gökyüzüne çevirdi.

"Cezalarını gökyüzünde çekiyor." dedi tıpkı Cihangir'de en parlak yıldıza bakarken. "Hikayesini biliyor musun?"

Elizabeth kafasını indirip iki yana salladı ama Cihangir hala gökyüzüne bakıyordu.

"İdris peygamber zamanında günahlar o kadar çoğalmıştı ki insanlar korkudan dışarı çıkamaz olmuştu. Bunun üzerine melekler Allah'a 'Bize secde ettirdiğin insanoğluna bak," diye yakarışta bulundular. Bunun üzerine Allah 'Siz kendinizdeki iyiliği ve masumiyeti kendinizden bilmeyin, onlara verdiğim nefis ve şehvet sizde olsaydı daha kötüsünü yapardınız.'diye cevap vermiş. Onlarda bunu inkâr etmişler ve asla onlar gibi olmayacaklarını söylemişler."

Prenses dayanamayarak "Peki insanlar gibi olmuşlar mı?" dedi. Sabırsız prenses diktiği gözleriyle Cihangir'i neşelendirmişti.

"Sabırlı ol." dedi hafifçe gülen Cihangir. "Daha sonra Allah meleklere aralarından en güvendikleri iki kişiyi seçmelerini ve onları sınamak için dünyaya göndereceklerini söylemiş. Melekler aralarında güvendikleri iki kişiyi seçmişler."

"Harut and Marut," dedi fısıltıyla Elizabeth. Hikayeyi heyecanlanla dinliyordu.

"Melekler gündüz insanlar arasında yaşayarak onların davalarını çözer, gece İsm-i Âzam duasını okuyarak göğe çıkarlarmış. Bir gün kocasından şikâyet ederek boşanmak isteyen Zühre, yani Venüs, adlı güzel bir kadına ilgi duyarak onunla birlikte olmayı istemişler. Kadın isteği yerine gelirse razı olacağını bildirmiş, bunlar da isteğini yerine getirmişler; lakin dilediği olduğu hâlde içki içme, taptığı puta tapma veya sebepsiz yere kan dökme gibi yeni şartlar ileri sürmüş bu güzel kadın. Melekler ilk iki gün bu teklifi kabul etmemişler lakin kadının cilvesi o kadar çokmuş ki en sonunda üçüncü gün kadının kendilerince en hafif buldukları içki içme şartını kabul etmişler. Ancak içki içince puta da tapmışlar, yaptıkları kötü işi gören bir adamı da öldürmüşler. Zühre böylece onların sarhoşluklarından istifade ederek İsm-i Âzam duasını öğrenmiş ve göğe çıkmış. Allah da onu bir yıldıza çevirerek cezalandırmış. İşte Zühre, Venüs, Çoban Yıldızı olmuş. Allah gecenin içine saklanan bütün günahları aydınlatması için onu sonsuza kadar geceye mahkum etmiş."

'Peki, melekler?" dedi heyecanla onun göğsüne doğru sokulan prenses. Havanın soğuğu onu üşütmüştü ama bunun farkında değildi. Öylece sokuluvermişti işte. Onun sıcaklığına alışan Cihangir bundan hiç rahatsız değildi.

"Allah ise bu iki meleği, kıyamete kadar Babil'de, kimi rivayete göre de ateş dolu bir kuyuda baş aşağı, bir rivayete göre de saçlarından asılı olarak azap çekmeyle cezalandırmış. Melekler bu kuyuda insanoğluyla konuşur ve onlara büyü ve sihir öğretirler, ancak bunun günah olduğunu da hatırlatırlarmış."

"Kara büyü," diyen prenses gözlerini açmıştı. "Kara büyü Babil'deki kuyudan çıkmıştı, bu yüzden mi?"

"Çah-ı Babil," dedi Cihangir. "Tıpkı Yusuf'un kuyusu gibi, Nahşeb'in kuyusu gibi."

"Nahşeb mi?" dedi tekrardan prenses. "O bir şehir değil mi?"

"Evet, Nahşeb civarında Siyam Dağı eteğinde İbn Mukannâ adlı büyü ve sihirle uğraşan bir hakîmin yaptığı ay, ayın batışından sonra bu kuyudan doğar ve dört fersah mesafeyi aydınlatırmış." Elizabeth'in ona hayran hayran bakan gözlerine derince bakarken kızın gözüme düşen nir parça perçemi kulağının arkasına sıkıştırdı.

"Sihr-i lafz u nûr-ı ma'nâdan devâtum dâ'imâ Gâh çâh-ı Bâbil ü geh çâh-ı Nahşeb'dür hemân"

"Ne demek bu?" diye sordu Elizabeth. Aslında hemen hemen anlamını biliyordu ama buna ihtimal vermiyordu.

"Çok soğuk oldu, saraya dönsek iyi olur." Arkasını dönmeye yeltenen Cihangir'i kolundan tuttu Elizabeth. Ona dönen Cihangir önce kızın kolunu tutan eline daha sonra da gözlerinin içine baktı. Gecenin lacivertine inat parıl parıl parlayan mavi gözleri soğuktan yaşarmıştı.

"Öğretdi gözi işvesi Hârût'a füsûnı
Sevdürdi zenahdânı anun Yûsuf'a çâhı." diyen Elizabeth Cihangir'in şaşkınca gözlerini açmasına neden oldu. Sert Arapça tamlamalar kızın narin boğazından öyle güzel çıkmıştı ki bir an anlam veremedi.

"Bâki'yi seviyor musun?"

"En sevdiğim şairlerdendir." dedi kısaca. Ardından ekledi. "Sana söylemem gereken bir şey var."

Cihangir şimdi meraklanmış olacak ki tüm dikkatini kıza verdi. "Senin yanına geldiğim gece, yani Huricihan ile kavga ettiğim gün çok sinirliydim ve nereye gittiğimi bilmiyordum. Kaybolduğumu fark ettim."

"Ne anlatıyorsun bana?" dedi Cihangir çattığı kaşlarının arasından.

"Bunu başka bir zaman anlatamam, lütfen beni dinle. Nereye gittiğimi bilmiyordum ama daha sonra sesler duydum." Derin bir nefes aldı. "Gerçekten öyle bir niyetim yoktu, yani kimseyi öylece dinlemem ama senin ismin geçtiğinde dikkatimi çekti."

Cihangir'in gözlerine öfke hakim olurken Elizabeth geri adım atmamak için zor durdu. "Bir adam, başka bir adamı hırpalıyordu ve," gözlerini yıldızlara diktiğinde gözlerine bakmasını isteyen Cihangir onun çenesinden tutarak kendisine bakmaya zorladı. "Seni öldürmekten bahsediyorlardı. O adam vardı, senin odanda öldürdüğüm. Daha sonra diğer adamı da gördüm."

"Kimdi?" diye hırladı dişlerinin arasından. Elizabeth korkmuştu.

"Sadrettin Paşa'ydı."

Cihangir'in gözlerinden bir parlama geçti. Kaskatı kesilen bedeni esen rüzgara bile meydan okuyordu. Elizabeth onun gazabından korunmak için kolunda duran elini çekti lakin Cihangir'in gözleri hiddetini kusmak için birilerini arıyordu ve tek aday prensesti.

"Neden bana söylemedin?" dedi dişlerinin arasından ve bir adım prensese attı. Kalçası taş tırabzana değen prenses aşağıdaki uçurum karşısında titredi.

"Nasıl söyleyebilirdim ki? Tanrı aşkına seni öldürmek için görevlendirilmiştim ben bir de canını mı kurtaracaktım?" diyerek sesini yükseltti prenses.

Cihangir iyice hiddetlendi. "Sen bunu çocuk oyuncağı mı sanıyorsun?" Ses tonu güvenlik için gezen bir kaç askeri onlara çevirmişti.

"Ne sandığımı ben sana söyleyeyim," dedi prenses daha da geri çekilerek. Şimdi sırtı surlardan aşağı meyillenmişti. "Gözümün önünde ağabeyimi katleden, beni aç ve susuz bırakıp günlerce hatta haftalarca bir zindanda yaralı olarak bekleten, beni onlarca askerin önüne atıp hakaret ederek saygımı hiçe sayan ve beni her an aileme ve ülkeme karşı koz olarak kullanan bir adamın ölmesine göze yumdum." Nefes nefese kalmış bir şekilde öfkeden beyazı kıpkırmızı kesilmiş gözlerini içine baktı. "Yeterince açıklayıcı olmuştur umarım."

"Beni öldürmek isteyen birini hediyelere boğmamı mı bekliyordun!?" Kızı iyice geriye yatıran Cihangir hafif bir itmeyle aşağı düşürebilirdi. "Ben normal biri değilim, prenses. Ben bir hükümdarım ve sen beni hiçe sayamazsın."

"Geri çekil," dedi dişlerinin arasından Elizabeth. Uçuruma meyillenen sırtındaki yaralar oldukça gerilmişti.

"Seni şimdi buradan itsem ve ölüşünü izlesem bunun için beni kim suçlayabilir?"

Prensesin yalnızca ayak parmak uçları yere değiyordu lakin üzerinde gram korku yoktu. "Bu ikimiz için de kurtuluş olur."

"Ne duruyorum o halde?" Cihangir kızın karnına elini koydu ve biraz daha ittirdi. Asla paniklemeyen prenses buz gibi gözlerle onu izliyordu.

"Çünkü bana bir can borcun var." Elizabeth'in anında verdiği cevap ile irkilen Cihangir aniden geri çekilince kız boşlukta sarsıldı ve sonunda ayakları yere bastı.

"Benim kimseye bir borcum yok." dedi sinirlenerek. Sahi siniri geçmiş miydi ki?

"Senin hayatını kurtardım, eğer o gece odana dalmadaydım şu an ölü bir adam olacaktın." Elizabeth'in cüretkarlığı Cihangir'i iyice sinirlendirirken kolunu bir mengene gibi tutam adam onu hızla kuleden dışarı çıkarttı. Elizabeth arkasından bakan şaşkın askerleri ve ata binerken neredeyse beline kadar sıyrılan elbiseyi görmedi. Cihangir atı öyle hızlı sürdü ki Elizabeth etrafında geçip giden ağaçları bulanık görüyordu. Nefesi kesilse bile bir an olsun dik duruşundan ödün vermedi, arkasına savrulan saçlar Cihangir'in boynuna kara yılanlar gibi dolanıyordu ama bunun farkında bile değildi.

Saraya geldiklerinde kapı daha onlar yaklaşırken açılmıştı. Attan indiği an Alemdâr onları orada bekliyordu ve telaşlı bir hali vardı. Cihangir çoktan kızın varlığını bile unutmuştu. Üzerindeki pelerini ve kolsuz kaftanını olduğu yerde çıkartıverdi ve sadece siyah pantolonu ile beyaz gömleğiyle kaldı.

"Bana Sadrettin'i getir, Alemdar." diye bağırdığında Alemdar şaşkınca önce hünkârına daha sonra attan henüz inen Elizabeth'e baktı. Şaşkınlığı her zerresinden misliyle okunuyordu. "İkinci Avlu'ya."

"Hünkârım," dedi hızla Cihangir'e yaklaşan Alemdar. "Neler oluyor?"

Cihangir, Elizabeth'in hiç beklemediği bir sinirle Alemdar'ın yakasına yapışarak onu hızla itti. Cihangir'in gücüyle gerileyen Alemdar hala oldukça şaşkındı. "Beni mi sorguluyorsun sen?" dedi yine aynı sinirle. "Ne diyorsam onu yap."

Alemdar hiçbir şeyi sorgulamadan oradan uzaklaştığında Elizabeth Cihangir'in peşinden gitti ama adam o kadar hızlı ilerliyordu ki ona yetişmekte epey zorlanıyordu. İkinci Avluya geldiklerinde Elizabeth'in bütün vücudu gerilmişti. Burası yani diğer adıyla Alay Meydanı Cihangir'in onu devletin en büyük adamlarının önünde bir paçavra gibi attığı yerdi.

Cihangir yanına yaklaşan askerlere bir kaç isim daha söyledi lakin Elizabeth bu isimlerin hiçbirini tanımıyordu. Cihangir durdu ve bir süreliğine gözlerini kapatıp derin derin soluyarak bekledi. En sonunda sert sesiyle "Hareme dön," diye tısladı.

Elizabeth bir şey demedi lakin dönmeyi de reddediyordu. Cihangir ona yeterli süreyi tanıdıktan sonra kızın gitmediğini gördüğünden hızla onun üzerine yürüdü. Hafifçe irkilen Elizabeth korkusuzca adama bakıyordu.

"Sana bir şey dediğim zaman," diye hırladı kızın dibinde. "Onu yapacaksın."

Elizabeth onu daha da öfkelendirmek istemiyordu lakin ona sıradan bir köleymiş gibi davranmasına da izin veremezdi. "Kölen miyim ben senin?"

Cihangir'in sağ gözündeki sarı leke daha da belirginleşmişti ve tık tık atıyordu. "Bana," dedi tane tane Cihangir. "Saygı göstermeyi, öğreneceksin."

Prenses kaşlarını hızla çattı. "Saygı," dedi o da sesini yükselterek. "İki yönlüdür. Sen bana saygı göstermediğin sürece aynı karşılığı bulacaksın."

Cihangir sinirini yatıştırmak için bir adım geri çekildi. Elizabeth ondan gelecek her türlü atağa hazırdı lakin geri çekilmesini beklemiyordu. Tam o sırada avluya önde Alemdar ve arkasında askerler ile birlikte Sadrettin Paşa ve bir kaç kişi daha girdi. Adamın gözlerinden okunan korkuyu Elizabeth bu karanlıkta, bu kadar uzakta bile görebiliyordu. Üzerinde gecelikleri vardı ve yaka paça alınmış olduğu çok belliydi. Alemdar adamın kolundan tuttuğu gibi onu Cihangir'in önüne fırlattı.

"Hünkârım," dedi Sadrettin Paşa kafasını kaldırarak lakin Cihangir'in yüzünü öfke bürümüştü.

"Sen kimsin?" dedi Cihangir ona bakarken. "Sen kimsin ki benim canıma kast edeceksin?"

Sadrettin Paşa'nın gözleri şaşkınlık ve korkuyla daha da açılırken gözleri çok kısa bir an Elizabeth'e döndü lakin bunu Cihangir hariç hiç kimse görmemişti.

"İftira hünkârım," dedi ayağa kalkmaya çalışırken lakin Alemdar onu omuzlarından bastırarak sabit kalmasını sağladı. "Size sadakatim sonsuzdur, ne vakit kusurumu gördünüz?"

Cihangir adama tiksinircesine baktığında Alemdar Paşa inanamazca ona bakıyordu.

"Sen," dedi tiksinircesine ona bakan Cihangir. "Sen bana ihanet ettin. Benim en güvendiğim adam, vezir-i azamım beni öldürmek istedi."

"Ben hainlik etmedim. Etmem." diyen Sadrettin Paşa açtığı gözlerini prensese değdirmemek için zor duruyordu. "Başı buyruk dolaşan bu ne idüğü belirsiz kızın bana iftira atmasına göz mü yumacaksınız?" Yükselttiği sesi boş avluda parladı.

Buna sinirlenen Cihangir Alemdar'ın belinde duran kılıcı büyük bir çınlamayla kınından çekti lakin Alemdar onu göğsünden tutarak itti. "Cihangir!" dedi yüksek bir fısıltıyla. Elizabeth ise gölgelere saklanmış her şeyi izliyordu. "Böyle olmaz, hiddetini anlıyorum lakin böyle olmaz."

"Sen karışma." diyerek yeniden paşaya yöneldiğinde Elizabeth daha fazla kendini tutamayarak kendisini Cihangir'in önüne attı. Hızlı hızlı soluyan sultan öfkeden kararmış gözlerini önündeki kıza dikti. Şu an hiçbir şey ona engel olamazdı.

"Alemdar haklı," dedi hızlı hızlı konuşarak. "Onu burada öldürürsen hiçbir anlamı kalmaz. Şu etrafına bak. İbret alacak kimse yok. Bekle, sabret. Onu burada öldürürsen herkesin aklında bir şüphe olacak. Ayak divanını bekle, bekle ki ibret-i alem olsun."

Gözlerinde hala öfke saklı olan Cihangir'in kıza bir adım yaklaştı ve kılıcın ucunu kızın boynuna doğrulttu. "Sadrettin'i götür buradan Alemdar." dedi Cihangir hala kızın yüzüne bakarken.

Avluda ikisi yalnız kaldıklarında aynı anda derin bir nefes aldılar. Elizabeth sakindi, nefesleri yavaşlamış, kalp atışları seyrelmişti. Cihangir ise öfkesinin kurbanıydı, sık nefesleri terden parlayan göğsünü yükseltip duruyordu.

"Hiç korkmuyorsun." dedi Cihangir sivri ucu kızın boğazına dayarken. Soğuk demiri gırtlağında hissetmek Elizabeth'i biraz olsun ürpertmedi.

"Ben silahtan korkmam, hünkârım." dedi fısıltıyla Elizabeth ve boğazını biraz daha yaklaştırdı keskin kılıca. "Ben insanlardan korkarım."

"Lakin benden korkmuyorsun, benimle bir gününü geçirecek kadar güveniyorsun bana." Kılıcın ucuyla hafifçe çenesini kaldırdı. "Her an seni öldürebilecekken."

"Beni zaten öldürdün, Cihangir." Elizabeth pelerinin iplerini çözüp kumaşın yere düşmesini sağladı. "Bu sarayda kendi katilimden başka güvenebileceğim kim var ki?"

Bu cevapla irkilen Cihangir kılıcı indirdi ve anlaşılmaz gözlerle Elizabeth'e baktı. "Bugünden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak."

Elizabeth hafifçe güldü lakin bu sevinçten uzak bir gülümsemeydi. "O zaman son huzurlu uykularımı vaktim varken rahat uyuyayım." Cihangir'in önünde eğilen Elizabeth hükümdarı orada bırakarak söylediği gibi son huzurlu uykularını uyumaya gitti.

*

Yorumlarınızı sabırsızlıkla beliyorum.
Hikayede neler görmek istediğinizi bana bildirebilirsiniz.
Bir sonraki bölümde görüşmek üzere.

Seviyorum sizi.
🌿

Continue Reading

You'll Also Like

AlGon🌼🤍 By okuyanladyy

Historical Fiction

47.8K 2.8K 48
"Aklına pek güvenme yani Alaeddin, bir güzelin gülüşüne bakar yitirmen" Diyen Orhan'a baktı Alaeddin... Etrafı kasıp kavuran Moğol, gözünü bu defa da...
Hırsız By Zeliha Eren

Historical Fiction

995K 7.5K 3
1800'lerin İngiltere'sinde asi, güçlü ama kalacak yeri olmayan bir kızın, İngiltere'nin en çapkın, en sevilen ve en tasasız Marki'si ile karşılaşması...
ZOR AŞK By ELYA

Teen Fiction

3.1K 813 8
Dikkat ! Yüksek oranda aşk içerir... Aşkı bilmeyen bir genç kız , birden aşkın içine düşerse ne yapar sizce?Tam hoşlandığını sandığı biriyle sevgili...
82.7K 515 43
İstek üzerine paylaşım yapılmaz!!!!! Önerilen tümmm kitapları okurken %85 üzerinde beğenmişim demektir. Uzun uzun yorumlar yazmıyorum siz koşup okuyu...