Gül ve Hançer

By leilaxgrim

282K 18.9K 7.7K

❗️Yetişkin ögeler içermektedir.❗️ Adım Elizabeth. Bir prenses olarak doğduğum Westminster Sarayı'nda ruhumun... More

1. Bölüm • Osmanlı Sarayı
2. Bölüm • Taş Duvar
3. Bölüm - Ay'a Aşık Olan Güneş
4. Bölüm • Dilsiz Kalan Bülbül
5. Bölüm • Kırılmış Kadehler
6. Bölüm • Kanayan Zaman
7. Bölüm • Kan Söken Şafak
8. Bölüm • Bronz Şamdan
9. Bölüm • Altın Kafes
10. Bölüm • Cehennemde Yeşeren Yasemin
11. Bölüm • Yara Açan Dikiş
12. Bölüm • Şarap Rengi Gece
13. Bölüm • Haliç'e Yanaşan Kader
15. Bölüm • Gerçekleş(e)meyen Kehanetler
16. Bölüm • İktidar Savaşları
17. Bölüm • Geçmişi Taşıyan Hayaletler
18. Bölüm • Vazgeçmek
19. Bölüm • Uzaklara Seslenen Ağıt
20. Bölüm • Pür-Ateş'ü Hevl
21. Bölüm • Sinsi Gölge
22. Bölüm • Esir-i Çah-ı Bela
23. Bölüm • Mail-i İnhidam
24. Bölüm • Ateş-i Seyyal'i Memat
25. Bölüm • Enin-i Hafi
26. Bölüm • A'mak-ı Ezar
27. Bölüm • Cuşiş-i Efkâr
28. Bölüm • Ateş-i Ter
29. Bölüm • Fecr
birtakım sorular
30. Bölüm • Bad-ı Saba
31. Bölüm • Hevaperest
32. Bölüm • Şem'i Şebistân-ı Hakîkat
33. Bölüm • Dil-i Zâr
34. Bölüm• Hicran-ı Lâ Yezalî
35. Bölüm • Dide-i Giryân
36. Bölüm • Sehâb-î hadise
37. Bölüm • Desâis-i Harbiye
38. Bölüm • Mest-i Hab-i Naz
39. Bölüm • Aşiyân-ı Mürg-ı Dil
40. Bölüm • Sad-pâre
41. Bölüm • Bedbin
42. Bölüm • Şeb-i Hicran
43. Bölüm • Dûd-i Dil-i Pürâteş
Q&A
44. Bölüm • Ravza-i Kûy
45. Bölüm • Dil-i Mecruh
46. Bölüm • Ser-efrâz
47. Bölüm • Kurb-ı Kenar
48. Bölüm • Takat-i Visâl
49. Bölüm • Semere-i Şecere-i Hilkat
50. Bölüm • Perdedâr-ı Harem
51. Bölüm • Gubârı-ı Râh
52. Bölüm • Asl-ı Hayâtı-o Dâreyn
53. Bölüm • Büt-i Perîveş
54. Bölüm • Nâle-i Derd-nâk-i 'Uşşak
55. Bölüm • Zehrü'l Katil
56. Bölüm • Nişân-i Tîr-i Sitem
57. Bölüm • Girye-i Sûrûr
58. Bölüm • Kilid-i Genc-i Hikem
59. Bölüm • Terâzû-yı Adâlet
60. Bölüm • Dem-i Vasl
61. Bölüm • Sidretü'l-münteha
62. Bölüm • Zevk-i Tiğ
63. Bölüm • Aşık-ı Bîkarâr
Sahtekâr ve Oyunbozan
64. Bölüm • Çeşme-i Pürhûn-ı Belâ
65. Bölüm • Mahkeme-i Rûz-ı Cezâ
SON SÖZ

14. Bölüm • Savaş Sanatları

4.3K 303 78
By leilaxgrim

"Yeter artık!" diye bağırdı karşısında buz mavisi gözleriyle ona bakan adama. Gözleri akıtamadığı yaşlarının cilvesini çekiyormuş gibi kıpkırmızı, gözlerinin altı Londra sokaklarında gezen bir keş gibi mora çalmıştı.

"Neye yeter Elizabeth?" Karşısında duran gamsız adam öyle soğukkanlıydı ki Elizabeth'i bile gölgesinde bırakabilirdi. Gözlerinin önünde işkence etseler adam utanmadan bir fincan çay ister ve keyifle izlemeye devam ederdi.

Elleri yara içinde olan Elizabeth elinde tuttuğu iki yönlü bıçağı güçsüzce yere bıraktı. Onca yıldır bu bıçaklarla eğitim görmesine rağmen her seferinde ellerine acı verici yaralar açmaktan vazgeçmiyordu. "Bilmiyormuş gibi yapma!" Az önce yere attığı bıçağı onun yüzüne saplamamak için büyük çaba sarf ediyordu. "Eğitilmesi gerekilen bir sirk maymunu gibi ne söylerseniz yapmaktan o kadar bıktım ki." Yerde duran bıçağı ayağıyla tekmeleyerek daha ileri gitmesini sağladı. Savaş atölyesinin beton zeminine sürünen bıçak iğrenç bir ses çıkararak durdu.

Elizabeth on beşinci yaşını kutluyordu. Geçmesi gereken bir sınavla... Bu onu öylesine incitiyordu ki Elizabeth bununla nasıl baş edeceğini bilmiyordu. Öyle gurursuz ve haysiyetsiz bir şekilde buraya gelmişti ve normal bir şekilde sınavı geçmesini bekliyorlardı. Elizabeth kendine itiraf edemese bile üzüldüğünü hissediyordu. Kemiklerini sızlatacak bir üzüntüydü bu.

"Yapamam." Hüzünlü gözlerle ellerinden sicimle yere damlayan kanlara baktı. Köşede onu izleyen annesinin şaşkınlık içinde nefesini tuttuğunu duydu. Babası ise öfkeli gözlerle ona bakıyor olmalıydı. "Benden ne istiyorsanız artık yapmayacağım."

Efendisinin yüzünde beliren o soğuk ifadeye dudaklarındaki sinsi gülümseme de eklenince Elizabeth vücudundaki titremeyi söz geçiremedi. "Bana meydan mı okuyorsun küçük kız?"

Elizabeth artık bazı şeylerin kıyısından döndüğünü ve dönüşün olmayacağını biliyordu. Bu yüzden kafasını dikleştirdi ve tıpkı onunda dediği gibi ona meydan okuyan gözlerle baktı. Adam tıslamaya benzer bir ses çıkardı. "Bu zamana kadar asilce savaştın Prenses Elizabeth. Öyle de bitmesini isterim." Elizabeth'in kalbi şimdi ritminden bir iki kat daha hızlı atıyordu ama bunu karşısındaki adama göstermeye niyetli değildi.

"Bize iki kılıç getir." diye seslendi duvar dibinde duran bir askere. "Düello yapacağız."

Elizabeth önce duyduklarını idrak edemedi, daha sonra yerinden bir hışımla kalkan annesini fark etti ve işte ancak o zaman karşısındaki adamın onu ölümcül bir oyuna soktuğunu anladı. Korkmaya vakti yoktu. O yalnızca sevdiklerini elinden alacak olan ölümden korkardı. Ölüm, ölen kişi için bir şey ifade etmezdi. Ölüm, geride kalanların yasına verdikleri bir isimdi.

Kurumuş kandan büzüşen eline çelik saplı bir kılıç tutuşturuldu. Yumuşak çimleri çıplak ayağının altında, kavurucu olan güneşi teninde hissedebiliyordu. Ne zaman dışarı çıkartılmıştı en ufak bir fikri bile yoktu. Annesi ve babası normal bir seyiri izlemek için oradaymış gibi beklediklerini görünce daha da perişan hissetmekten kendini alamadı.

"Ölmek için güzel bir gün." dedi adam. Üzerindeki ince gömleği çıkartmıştı ve Elizabeth'i korkutan yamalı gövdesi hayal gücüne yer bırakmayacak kadar aydınlıktaydı. İzler o kadar netti ki sanki bilerek açılmış gibiydiler. Her kurban için birer çentik... Acaba o çentiklerde Elizabeth'e yer var mıydı?

Derin bir nefesi ciğerlerine çekip ilk hamleyi beline sallayarak o yaptı. Artık her şeyin çabucak bitmesini istiyordu. Eğer bu, yaşadıkları ölümle bitecekse çabuk olsa iyi olurdu zira Elizabeth'in dayanacak tek bir gücü kalmamıştı.

Adam darbeyi kolaylıkla karşıladı ve Elizabeth'in koltukaltına doğru, ölümcül noktaya kılıca savurdu. Elizabeth geri çekilmeseydi darbeyi savuşturamazdı. Onu en rahatsız eden konu ise bütün zayıf noktalarını biliyor olmasıydı. Sağ omzu defalarca çıktığı için artık onu çok rahat hareket ettiremiyordu ve bu onu oldukça güçsüzleşiyordu. Art arda gelen darbelerin çoğunu savuştursa da ufak çizikler aldığı da oldu. Saldırı yapacak gücü yoktu ama savaşmayarak da kaybetmek istemiyordu.

Daha sonra bir şey oldu. Uzaktan, yeşil çimlerin papatyalarla süslenmiş olduğu bahçeden sarı saçlarıyla ona doğru koşan James'i gördü. Öylesine kaygısız ve mutluydu ki Elizabeth onun mutluluğunu gölgelemekten oldukça korktu. Ya öldükten sonra onun yerine James'i eğitirlerse? Bu düşünce Elizabeth'i dehşete düşürmeye yetmişti. Gözleri hala James'te pineklerken içgüdüsel olarak gelen darbeyi tek bir kılıç darbesiyle savurdu.

Gözlerine kararlılığın o çetin öfkesini yerleştirerek karşısında duran ve tüm hayatını ondan çalan adama baktı. Adam gördüklerinden oldukça memnun kalmışa benziyordu. "Ben de haksız rekabet olacak diye endişeleniyordum. Belki şimdi beni biraz eğlendirebilirsin."

Elizabeth boğazından çıkan keskin bir hırlamayla rakibinin üzerine atladı ve kılıcını adamın sol karın boşluğuna salladı. Hareket oldukça hızlıydı ve adamın karşılayacak zamanı yoktu bu yüzden belini içe bükerek hareketi etkisiz kıldı ama Elizabeth'in başka planları vardı. O hızla kolunun altından geçerek boşta kalan elini tuttu ve adamın beline sabitleyerek onu bertaraf etti lakin sevinci çok uzun sürmedi.

Elizabeth zayıf bir kızdı ve böylece onu tutup yere atması çok uzun sürmedi. Elizabeth o hızla yerle buluşunca sırtındaki keskin acı onun nefes almasını engelledi. Adam Elizabeth'in zayıflığını kullanmak istemedi ve bu yüzden saçlarından tutarak onun yüzüne bakmasını sağladı. "Bu kadar kötü bir eğitmen değilim. Daha iyisini göster bana. Öldür beni Lizzy. Mezar taşıma tükürmek istediğini, mezarımın başında tepinmek istediğini ikimizde biliyoruz." Elizabeth'in kafasını yere çarpmasıyla Burnundan dinmek bilmeyen kanlar akmaya başladı. "Beni mezara konmayacak bir şekilde parçalamak istemiyor musun?"

Elizabeth daha fazla kışkırtmaya dayanamayarak adamın iki bacak arasına hızla bir tekme indirdi. Erkeksi bir hırlamayla geri çekilirken hala sinir bozucu bir şekilde gülüyordu. Elizabeth ondan beklenmeyecek bir haraket yaptı ve kanlı dişlerini göstererek ona hayatında asla unutamayacağı bir gülüş çaktı.

O yanılıyordu. Elizabeth onu öldürmeye değer bile görmüyordu.

Adamın yüzündeki gülüş ayazda kalmış bir çiçek gibi solarken elindeki kılıcı kararlılığını koruyan bir şekilde iki elinin arasına aldı. "Sana bir keresinde tüm dünyada bana meydan okuyacak kimsenin olmadığını söylemiştim. Sadece bir kişi bana meydan okuyabilirdi." Elizabeth'in görüşü gittikçe bulanıklaşırken ileriden ona koşan iki kardeşini gördü. Annesi ve babası ise hala düellonun akıbetini bekliyorlardı. "Sen de o kişiyi oldukça merak etmiştin benim küçük prensesim." Elizabeth her şeyi boş vererek gözlerini kapatmak istese de karşısında gördüğü buz rengi gözler ona engel oluyordu. "O sendin." Adamın gözlerinde bir buzun çatlaması gibi ince bir duygu belirtisi oldu. Elizabeth bunu gördü ve son gördüğünün bu olmamasını diledi.

Aniden değişen gözleri ciddi bir ifadeye büründüğünde Elizabeth kaçırmak istemediği bir resitali izler gibi dikkat kesildi. Çok uzaktan birileri adını sesleniyordu. "Şimdi anlıyorum ki yanılmışım. Sen bile bana meydan okuyamayacak kadar korkaksın."

Elizabeth sol tarafına inen kılıcın soğukluğunu tüm kemiklerinde hissetti ve bir daha açmamayı dileyerek gözlerini kapattı.

*

"Olmuyor işte, olmuyor!"

Elizabeth duyduğu yüksek sesli ve küçük bedenden çıktığı oldukça belli olan bir serzenişle uyandı. Gözlerini açtığı ilk an nerede olduğunu kavrayamadığı bir kaç saniyeyi şaşkınlık ve savunmaya hazır bir şekilde geçirdi. Daha sonra aklına gelen hatıralarla beraber gevşemesi gereken vücudu bir keman yayı gibi gerildi. Cihangir'i öldürmek isteyen insanlar vardı! Onları duymuştu ve Elizabeth onların kendisini görmediğini ummaktan başka şansı yoktu.

Koşup geldiği gibi kapının dibine çökmüştü ve boynundaki ağrıya bakarsa tüm geceyi orada geçirmişti.

"Orada durup ne yapacağımı söylemekten başka hiçbir şey yapmıyorsun!" Yine aynı bedenden çıkan ses yeni bir serzenişle kulağına eriştiğinde en sonunda sesin Şehzade Osman'dan çıktığını anlamıştı. Anlaşılan dün talim yaptığı yerde çalışıyordu.

"Ok atıyorsunuz şehzadem. Size nasıl yardımcı olmamı bekliyorsunuz? Eğer çok isterseniz hedefin yerine kendimi koyabilirim ancak."

Elizabeth oturduğu yerden doğrulurken bütün kaslarının küflenmiş bir demir parçası gibi çatırdadığını hissetti. Hiç şüphesiz gece o panikle pencereyi bile kapatmayı unutmuştu. Pencerenin olduğu kenara tüneyerek tıpkı dün yaptığı gibi talim yapan Osman'a baktı lakin tek farkı bu sefer yakalanma korkusu barındırmamasıydı. Osman elinde tuttuğu boyu kadar olan yayla ondan bir iki kulaç öteye yerleştirilmiş olan hedef tahtasını vurmaya çalışıyordu. Sadece çalışıyordu zira attığı okların hiçbiri hedefe değmemişti. Değmeyi bırak bir metre yakınına bile yaklaşmıyordu.

"Babamı istiyorum ben," dedi attığı son oka hüsranla bakan Osman. "Sen öğretemiyorsun bana."

Giray Ağa göğsünde kavuşturduğu kollarını hiç bozmadan gözlerini yere indirerek güldü. Bu sefer üzerinde giydiği pantolonla aynı renkte bir ceket giymişti. "Ok atmadaki yeteneğin gözlerimi yaşartıyor şehzadem."

Osman, Giray Ağa'nın sözlerine aldırış etmeden sırtına astığı çantadan bir ok daha çekti ve sinirle yaya yerleştirdi. Yayı gerdiği an öyle yanlış hareketler yapıyordu ki biraz daha uğraşsa hiç zorlanmadan sırt kemikleri kırılabilirdi. Elizabeth ağrıyan kaslarına aldırmadan geri çekildi ve bir hışımla kapıyı açarak dışarı fırladı. Kapısının önünde durması gereken cariyeler olmadığı için bu işine gelmişti. Havanın nereden estiğine bakarak çıkışı çok kolaylıkla buldu ve kendini yeni yeni ışıyan günün içinde buldu. Yerdeki çimler sabah çiğinin etkisiyle ışıl ışıldı. Elizabeth kendinden beklenmeyecek bir rahatlıkla salına salına tüm bahçeyi geçerek odasının penceresinin baktığı açıklığa ulaştı ve hala talim yapmakta olan Osman'ı dudaklarında esirgenemez bir gülüşle duvara yaslanarak onu seyretmeye başladı.

Osman sinirlerine hakim olamayarak aldığı oku hızla yaya geçirdi ve gererek hızla oku fırlattı lakin ok havanın sert yüzeyine çarparak ileride bulunan ağacın dallarının arasına karıştı. Hırsla elindeki yayı yere attığı sırada arkasından gelen ses yerinden zıplamasına neden oldu.

"Vücudunu hedefine göre dik tutman gerek." Elizabeth kavuşturduğu kollarını bilmiş bir edayla iki yanına sarkıttı. Giray Ağa ise şaşkınlık içinde Elizabeth'e bakıyordu. Onu burada görmek beklediği son şey bile değildi.

"Prenses?" dedi sorar gibi Osman. Belli ki o da onu burada görmeyi beklemiyordu.

"Sana verilmiş bir sözüm olduğunu hatırladım." dedi. Sakin adımlarla Osman'a yaklaşarak yerdeki yayı aldı ve Osman'ın sırtından aldığı bir okla beraber onun eline tutuşturdu. "Hadi bir daha deneyelim."

Osman elinde tuttuğu okla şaşkınlıkla Elizabeth'e bakarken Elizabeth gülmemek için dudaklarını ısırıyordu. Giray Ağa sonunda kendine gelmiş olmalı ki kararlı bir adım atarak prensesin dikkatini çekti.

"Sizin burada olmanız ne kadar doğru?" diye bir soru yöneltti.

"Ben de bunu sorguluyorum Giray Ağa." dedi kararlılıkla Giray Ağa'ya bakarken. "Çoktan Londra'da olmam gerekiyordu." Giray Ağa vereceği cevabın uygunsuzluğundan mı yoksa verecek bir cevabı olmadığından mıdır bilinmez öylece prensese baktı.

"Hadi Osman," dedi Elizabeth. Osman elindeki yayı tüm gücüyle gerdirerek hedefini aldı. Sırtı yine aynı açıyla kıvrılınca Elizabeth'in boğazında atan kalbi ağzından fırlayacakmış gibi olunca hemen müdahale etme gereği duydu.

Onu belinin iki yanından tutarak vücudunun Giray Ağa'ya doğru dönemesini sağladı. "Sırtını yanlış açıyla büküyordun ve bu hata ölümüne bile sebep olabilir. Şimdi yayı gerdir. İşte böyle."

Giray Ağa prensesi dikkatle izlerken içinden akıp giden hissin ne olduğunu düşünüyordu. Bu da neyin nesiydi böyle? Osman oku bıraktığında ise o hala tek dizinin üzerine çökmüş gül kurusu rengindeki elbisesiyle ne kadar güzel olduğunu düşünüyordu. Aslında yapması gereken onu buradan göndermek olmalıydı. Bunlara izin vermesi zinhar yasaktı.

"Giray yaptım!" Sevinçle Osman'ın ona dönmesi bütün dikkatini dağıttı. "Nasıl da başarılıydım gördün mü?" Giray Ağa ileride duran hedef tahtasına bakınca kılpayı tahtanın kenarına isabet eden kırmızı tüylü oku fark etti.

"Elbette şehzadem."

"Prenses gerçekten de savaş sanatları konusunda ustalaşmış." Sesini biraz alçaltarak devam etti. "Onun senden iyi olması seni üzüyor mu Giray?" Giray Ağa boğazını zorlayan kahkahayı önleyemeden dudaklarından kaçtı. Elbette onu küçümsemek istemiyordu ama bir kızın ondan tecrübeli olması olacak şey değildi.

"Çok çabuk karar veriyorsunuz şehzadem."

"Bana inanmıyor musun?" diye sorgulayıcı bir bakış attı Osman. Giray ileride yayla ilgileniyormuş gibi görünen ama onları dinlediği belli olan prensese baktı. Onu küçümsemiyordu ama bir prenses olarak büyütüldüğü bir gerçekti. Prenses aniden yerde dağılmış duran bir oku aldı ve gözle görünmeyen bir hızla yaya yerleştirdi ve bir saniye bile beklemeden ok yaydan fırlayarak hedef tahtasına saplandı. Tam ortasına. Ve Giray Ağa'nın gözünün önünde yalnızca gerilmiş kollarının ve karnınım kasılan anısı kaldı. Nasıl bu kadar hızlı olabilmişti? Hayır, nasıl bu kadar hızlı bir şekilde hedefin tam ortasını vurabilmişti?

"Sana demiştim." dedi Osman bilmiş bir gülümsemeyle prensese bakarken. Giray bu hızla ok atan bir kızı daha önce hiç görmemişti. Hatta bu hızla ok kullanan birini daha önce görmemişti.

"Nasıl?" diye habersiz bir soru çıktı dilinden. Şaşırmış olan kendisiyken prensesin de şaşkınlık içinde olması onu daha da şaşırtmıştı.

Elizabeth Giray Ağa'ya doğru dönerken içinde tutmakta zorlandığı hevesini kullandığı için oldukça pişmandı. Bunu kendisi de beklemiyordu. Gözü Giray Ağa'nın arkasına kayınca ellerinden kayıp giden yayı zar zor fark etti ve bir iki adım geri giderken eli şaşkınlıkla ağzına kapandı.

Zira Sultan Cihangir tam karşısındaydı.

Giray Ağa prensesin bakışlarını takip ederek arkasını döndüğünde bunu hiç beklemediği için ilk saniyeler şaşkınlıkla ağzı aralansa da büyük bir hızla kendini toplayarak geri çekildi ve ellerini önünde birleştirdi. "Hünkârım."

Elizabeth ise o an Giray Ağa kadar soğukkanlı olabilmeyi diledi lakin onu gördüğü an aklına gelen tek düşünce dün gece yaşanan talihsiz olaydı. Elizabeth sadece babasına doğru koşan Osman'ı takip edebildi gözleriyle. Cihangir ile göz göze gelmekten korkmasının tek sebebi ise dün gece Cihangir onu durdurmasıydı yapacak olduğu şeydi.

"Beni izlemeye mi geldin?" dedi Osman alttan alttan babasına bakarken.

"Yalnız olacağınızı düşünmüştüm." dedi Cihangir imalı gözleriyle Elizabeth'e bakarak. Üzerinde her zamanki gibi beyaz gömlekle siyah pantolonu vardı lakin bu kez üzerindeki gömlek dümdüzdü. Üzerinde giydiği bordo, kürklü kaftan başındaki altın broşlu sarıkla birebir uyum içerisindeydi.

"Biliyor musun, prenses bana ok atmayı öğretiyordu?" Cihangir duyduklarıyla çattığı kaşlarını Elizabeth'ten alarak Osman'a çevirmişti. Belli ki o da prensesten böyle bir şeyi beklemiyordu.

"Misafirimize böyle davranmak hoş mu Osman?"

"Çok iyi kılıç kullanabildiğini de söyledi. Kızlar kılıç kullanmaz değil mi?"

Cihangir'in çattığı kaşlarının hedefi bu sefer prensesten başkası değildi. Küçük bir çocuğu kandıracak kadar istihmak olamazdı. En azından Cihangir tüm bu oyunu kurgulayan kişinin bu kadar basit bir yalanı nasıl atacağıydı. O bir kızdı. Elbette prensesti ve prensesliğin getirilerinden dolayı bazı konularda yeteneği olabilirdi lakin küçük bir çocuğa bu kadar böbürlenerek bunları söylemek ancak bir çocuğun yapacağı işti.

"Giray," diye seslendi arkasında duran ayağa lakin gözleri hala prensesin üzerindeydi. "Tahta kılıçları ver." Amacı onu küçük düşürmekten başka bir şey değildi. Üstelik dün gece yaptığı olay ise başlı başına bir hataydı. Onu cezalandırmak istiyordu. Haremine el kaldıracak cesareti nereden buluyordu?

Elizabeth duyduğu kelam ile belli olacak şekilde gerilmişti. Karşısındaki normal bir asker olsa bu meydan okumayı çok rahat kabul ederdi. Bu zamana kadar yapılan meydan okumalarının hepsini kabul etmişti ve biri hariç hepsinden galibiyetle ayrılmıştı. Lakin karşısında duran kişi doğduğu günden beri bunun için eğitiliyordu ve zorlu bir rakip olacağı kesindi. Elizabeth'in vazgeçmeye niyeti yoktu. Eli belli belirsiz elbisenin üstünden en son yaptığı düellodan kalan  yarasına dokundu.

Cihangir ise onun vazgeçmesini zaten beklemiyordu. Öyle kocaman bir kibre sahipti ki en ufak fikri dahi olmadığı şeyler için sana meydan okuyabilirdi. Tıpkı şu an yaptığı gibi. Lakin Cihangir'in bir yanı öyle olmadığını düşünüyordu.

Giray Ağa tahta kılıçları getirerek birini hünkârına diğerini prensese verdi. Elizabeth elindeki tahta kılıca şöyle bir baktı. Bir düello esnasında en önemli şeylerden biri kılıcını tanımaktı. Ağırlığı normal çelik bir kılıcın epey altında olduğundan dolayı Elizabeth için bu çomakla oynamaktan farksızdı.

"Babamla yarışabilecek misin?" diye sordu Osman kocaman açtığı gözleriyle Elizabeth'e bakarken. Elizabeth bu soruya cevap vermeden sadece karşısında kaftanını çıkaran cihan hükümdarını seyretti. Başında duran sarığını çıkardığı an ipek parçalarını andıran dalgalı bukleleri bir şelale gibi alnına düştü. Elinde duran sahte kılıcı test eder gibi avucunun içinde çevirdi. Tehtidkârca Elizabeth'e bakarken içinin titremediğini söylerse yalan söylemiş olurdu.

İlk hamleyi Elizabeth yaptı. İlk hamle çoğu kişi için zayıflık gibi görülse de Elizabeth rakibini tanımak için iyi bir hareket olduğunun farkındaydı. Bu yüzden kılıcını direk üzerine saldı ve Cihangir'in hangi yöne kaçacağını hesapladı. Beklediği gibi Cihangir iki yana kaçmadı ve hızlı bir hareketle geriye savruldu lakin önde tuttuğu ayağına bakılırsa sağa kaçması muhtemeldi.

Bir sonraki hamle Cihangir'in kılıcından geldi. Cihangir, Elizabeth'in nereye kaçmaya çalıştığını hesaplamak yerine hangi yönünün daha zayıf olduğunu bulmak istiyordu. Bu sefer sol tarafına yönlendirdiği kılıcında Elizabeth'in savunmasında eksik bir şeyler gördü lakin Elizabeth'in tek yaptığı Cihangir'in böyle düşünmesini sağlamaktı. O her zaman sol yanını daha iyi kullanırdı.

Kenarda duran Giray Ağa ise tedirgince onları izliyordu. Bir şeyler rahatsız ediciydi bunun farkındaydı ama bunun prensesin garip davranışlarından mı yoksa hükümdarının bu uygunsuz tutumundan mı kaynaklanıyordu emin değildi. Bir kadınla savaşmak yasaktı. Nasıl koruma bekleyen bir kişiye saldırılabilirdi ki...

Kılıçları yeniden çarpışınca Elizabeth az kalsın elindeki kılıcı düşürecekti. Şimdi iki kılıç başlarının üzerinde birbirine yapışmış halde duruyordu ve her ikisinin de yüzleri uygunsuz olabilecek kadar yakındı. Cihangir'in saçları terlemiş anlına bukle bukle düşmüştü. Elizabeth ise uzun saçlı olmasının dezavantajını taşıyordu. Şakaklarından taşan zülüfler yanaklarının kenarına yapışmıştı.

"Neden yapıyorsun bunu?" diye sordu. Menekşe rengi gözleri onun okyanus delisi gözlerinde az kalsın kayboluyordu.

"Yeteneklerinin körelmesini istemiyorumdur." diye cevapladı Cihangir onu. Elizabeth cevabın onu neden sinirlendirdiğini bilmiyordu ve düşünecek vakti yoktu. Kendinden beklenmeyecek bir hızla Cihangir'i itince Cihangir kontrolsüz bir gücün etkisiyle bir adım geriledi lakin Elizabeth onun toparlanmasını bekleyecek kadar hoşgörülü değildi. Sol tarafına savurduğu kılıcın bel kemiğinde yaptığı yankıyı beklerken kılıcı Cihangir'in avuçlarında kaldı ve Cihangir erkekliğinin verdiği bir hızla Elizabeth'i döndürerek sırtını göğsüne yasladı. Elizabeth dudaklarından çıkan çığlığa engel olamadan sırtı sertçe Cihangir'in göğsüne çarptı. Cihangir'in sık nefesleri Elizabeth'in sırtının katlarının içine siniyordu.

"Bana ölmek için yalvaracaksın, demiştim. O gün bugün mü yoksa?" Cihangir'in alaylı kelamları amacına ulaşarak Elizabeth'i hırçınlaştırdı. Normal bir vakitte olsa bu hareketten kolayca kurtulabilirdi ama tüm yeteneklerini ona göstermeye hiç niyeti yoktu. Bu yüzden saf bir kızın yapacağı gibi debelenmeye başladı. Cihangir onu iterek bıraktığında ise hızla dönüp karşılık vermeye hazırlandı.

"Yanlış kişiye meydan okuyorsunuz hünkarım." dedi nefes nefese kalmış bir halde. "Unutmayın. Sizin tüm sevdiklerinizin sonunu getirecek olan da benim."

Lanetin hatırlatılması Cihangir'in yüzündeki neşeyi alıp götürürken ikisi de ciddileşmişti. Kılıçları her çarpışmada biraz daha sarsılıyordu ve Elizabeth'in aklından geçen tek şey dün gece kulak misafiri olduğu konuşmaydı. Cihangir'in ölmesini umursamamalıydı lakin onun yüzüne her baktığında onu göremeyecek olmak canını sıkıyordu. Kendisiyle boy ölçüşebilecek, başa çıkabilecek birini bulduğu için kaybetmek istemiyor olabilirdi. Belki de Elizabeth bencilliğinin oyununa yenilmişti ve Cihangir'in ölürken son gördüğü yüzün kendininkisi olmasını istiyordu.

Elizabeth Cihangir'in savurduğu kılıcın altından hızla geçerek Cihangir'in elini etkisiz kıldı ve kılıcın ucu Cihangir'in boğazına dayandı. "Dün gece beni küçük düşürdün." dedi Elizabeth. Aklından geçen onca söylenecek şey varken neden Hanzade'yi ve dün geceyi hatırlatmıştı emin olamadı.

Cihangir burnundan sert bir nefes vererek Elizabeth'in kılıcı tutan kolunu yakalayarak onu pamuktan bir çuvalmış gibi kollarının arasına aldı. Elizabeth'in kolları Cihangir'in avuçları içindeydi ve Cihangir'in gövdesi ile kendisi arasında sıkışıp kalmıştı. "Gebe bir kadına, üstelik benim haremimde olan bir kadına el kaldırıyordun."

Elizabeth, Cihangir'in öfkeden kararan yüzüne, hırs bürümüş gözlerle baktı. Yaptığı hatanın elbet farkındaydı ama bunu kabul edecek gücü yoktu. Bunu karşısındakine göstermemek için hırçınlaşmaktan başka yol da göremiyordu. Damarlarında ilk kez bayrağını çeken pişmanlık tüm vücudunu istila etmişti ve Elizabeth bu hissin acemiliğini tüm zerresinde hissediyordu. Bu sarayda kendinden ödün veriyordu.

"Onu önemsemediğini, alelade bir kadın olduğunu söylemiştin."

Cihangir; prensesin öfkeden kısılmış gözlerine, yenilgiyi kabul edemediği için dikilen çenesine baktı. Belki de masum sıfatının yanından bile geçemeyecek bir kızın gözlerinde o saf öfkenin masumluğuna kafa yoruyordu. O saltanatın üzerine bir gölge gibi çökmüş, karanlığın bürüdüğü gölgesinde vesveseler yetiştirmişti lakin Cihangir bunu kabul etmek istemiyordu. O bir şey görüyordu. Elizabeth ne kadar saklamaya çalışsa da ortada bundan daha farklı işler çevriliyordu ve Cihangir sırf bu yüzden Elizabeth'i saraydan göndermiyordu.

"Sana mı kaldı bunu düşünmek?" dedi dişlerinin arasından. Elizabeth soruya cevap vermeden hırsla kollarından çıktı ama yeni bir atakta bulunmadan sadece baktı Cihangir'e.

"Ona vurmayacaktım." Kabullenmek acıtır sanıyordu. Hayatında daha önce hiç kabullenmemiş bir insan için bunu anlaması zordu fakat Elizabeth acının ne demek olduğunu çok iyi biliyordu ve nerede görse tanırdı. İnkar etmenin anlamı yoktu. Zayıf bir kadına vurmak elbette güç sayılmazdı ve Elizabeth bunu söylemekten çekinmeyecekti.

Cihangir bunu bilse dahi Elizabeth'in itiraf etmesini beklemiyordu. Dişliydi ve yanlış yaptığını asla kabullenmeyecek bir yapıya sahipti. Kaldı ki ağabeyinin ölümünde bile bunu itiraf edememişti. Bir şeyler hep tersti.

Elizabeth sırtına yüklediği duygularını aşarak hırsla Cihangir'e saldırırken bu kez gerçek bir savaşın içindeymişçene karşı karşıyaydılar. Elizabeth bir kadının yapamayacağı hareketler yapıyor, Cihangir'in bile şaşırmasına neden oluyordu.

"Aileme haber verdin." dedi Elizabeth. Daha bir hırslanmıştı. Aslında bu bir soruydu ama Elizabeth sorunun cevabını biliyordu. Çığlık atarak her yeri parçalamak istiyordu.

Cihangir, Elizabeth'in üzerine hamlelerini yaparken bir an şaşırsa da bunu belli etmemeye karar verdi. "Seni bu kadar rahatsız eden ne? Özgürlüğüne kavuşma şansı elde edebilirsin ve sen buna karşı mı çıkıyorsun?"

Elizabeth boğazından hırlamaya benzer bir ses çıkararak kılıcını Cihangir'e savurdu. Cihangir onun tepkilerini izlemekten son anda kaçabilmişti hareketten. İzin verse karşısındaki kız onu parçalayacakmış gibi duruyordu.

"Pamuklara sarılarak büyütülmüş bir prenses için ne büyük bir endişe ve evham." Cihangir bu sözleri sarf ederken kendi bile emin değildi zira Elizabeth öyle biri değildi. Bunu biliyordu ama onu kışkırtmaktan da delice zevk alıyordu. Elizabeth ise boğazına oturan yumrunun daha da büyümesini engellemeye çalışıyordu ama başarısızdı. Savaşta kışkırtılmaya alışkın olsa bile şu an sağlıklı bir halde değildi ve ayağına iğne batsa bile hırçınlaşabilirdi.

"Bu dünyada beni yenebilecek tek kişi senmişsin gibi davranıyorsun."

Elizabeth biliyordu ki yüzüne tokat yese bundan daha çok etkili olamazdı. Bir anda etraf soyutlaştı ve ölüm grisi gözler önüne döküldü. Sağ elinde yakut bir kılıç, ayaklarının altında soğuk çimenler vardı. Geçmişin içine yatırıp mumyaladığı bu anı gün yüzüne çıkmış ve mezardan çıkan bir ölü kadar Elizabeth'e rahatsızlık vermişti. Gri gözler onu istiyordu.

Ya da ruhunu.

Zaten ruhunu çoktan orada bırakmamış mıydı?

Gri gözlü adam çelik kılıcı salladı. Kılıçlar çarpışırken çıkan metalin sesi Elizabeth'i ürküttü ve çarpıldığı yerden sımsıcak kanlar akmaya başladı.

"Kurtulamıyorsun benden." dedi gri gözlü şeytan. "Biz bir bedende iki ruh olacağız." Adamın sağ gözünden buz grisini bulanıklaştıran bir kan damlası yerdeki çimenlere düştü ve Elizabeth aniden kendine geldi.

Elindeki tahta kılıç yerdeki yemyeşil çimlerle buluşurken kararan gözlerini sabitlemeye çalışsa da midesinde baş gösteren bulantı buna asla izin vermiyordu. Geçmişten geleceğe süzülüp kendini hissettiren erimiş yara izi sızlamaya başladı ve Cihangir'in son anda savrulan kılıcından kaçabildi ama yapamazdı. Daha fazla devam edemezdi. Cihangir onu belinden tutup tekrar sırtını göğsüne yasladığında içindeki öfke hissi korlarla beslenmiş bir ateş kadar parlak ve saftı.

"Her zaman, o sabah avluda William'ın karşısında çaresiz kaldığın gibi çaresiz bırakacağım seni." Kulağına bir duaymış gibi söylenen fısıltılı sözleri ondan başkası duymamıştı ama Elizabeth'in içinde bir gürültüye neden olmuştu. Alevden top büyüyerek bir volkan gibi patladı ve Elizabeth daha ne yaptığını bilemeden kaldırdığı dirseğini Cihangir'in burnuna geçirdi.

Dirseğine yayılan kanın sıcaklığı onu ürpertirken ne yaptığını daha yeni yeni fark ediyordu. Cihangir elindeki kılıcı hızla yere atarken elini burnuna kapattı lakin öyle çok kan vardı ki fışkıran kan parmaklarının boğumundan çıkarak beyaz gömleğinin manşetlerini ala buluyordu. Giray Ağa'nın bir şeyler diyerek Cihangir'e koştuğunu gördü ama her şey puslu bir perdenin arkasında görüyordu.

İki ağanın ona yaklaştığını ve kollarından tuttuğunu fark etti ama kollarını hırsla kurtararak Cihangir'e yürüdü. Osman korkmuş, olduğu yerde olan biteni izliyordu. Ağalar Elizabeth'in gitmesine izin vermeyerek onu yeniden kollarından tuttuğunda çırpınmayarak kaderine razı geldi. Cihangir'in son anda onlara emir verdiğini ve Elizabeth'i bırakmaları gerekmesini söylediğini fark etti. Burnundaki kan ağzına akmış ve ak dişlerini ala boyamıştı.

Elizabeth serbest kaldığı an hızla Cihangir'e giderek dizlerinin üzerine çöktü ve Cihangir'in elini çekerek burnuna baktı. Özgür kalan kanlar yeniden geçtiği yollardan geçmeye başlamıştı. Eteğinden tuttuğu bir parçayı yırtarak hemen Cihangir'in burnuna bastırırken, bu kez Cihangir'in gözlerinden geçen pişmanlığı okumasını istedi. Geçmişindeki kirlerden dolayı onu suçlayamazdı.

"Ben böyle olsun istemedim." dedi. Zaten zihninde şekillenebilecek tüm kelamlar bunlardı. Elinde tuttuğu gül kurusu bez parçası giderek kanın koyu rengine bürünüyordu ve incecik parmakların arasında gittikçe küçülüyordu. Elizabeth ne kadar telaşla kanamayı durdurmaya çalışsa da Cihangir, kaygıdan arınmış bir şekilde ona bakıyordu. İrislerinin duyguları bir zincir gibi bağladığı o gözlerle Elizabeth'e baktıkça Elizabeth'in ayakları daha çok birbirine dolanıyordu. O gözlerdeki duygu yansımasının ayaklarına geçirdiği pranganın bilincinde olarak onun gözlerine bakmak istese de yapamazdı. Baksa biliyordu, doyamazdı. Yanaklarına bulaşmış kanın masmavi gözleriyle yaptığı uyum o kadar mükemmeldi ki Elizabeth kendinden bu sadistçe düşünce için utandı. Tıpkı kırmızı göğün şafak vakti, lacivert gökyüzüne saldığı damarları gibi, kan kirpiklerinin uçlarına kadar çıkmıştı. Elleri bu görüntüyü parmaklarından akan boyalar ile bembeyaz tuvalin üzerine geçirmek istiyordu. Tertemiz tuval ancak böyle bir görüntü için kirletilebilirdi.

"Hünkarım, iyi misiniz? Hekim çağırayım mı?" Giray Ağa telaşla Cihangir'e bakarken Cihangir Elizabeth'ten gözlerini kopararak ona döndü.

"Ölüyor muyum, Giray?" Alayla sorduğu soru Giray Ağa'nın suratının utançla çarpılmasına neden oldu. "Osman'ın yanına git. Korktu."

Daha yeni aklına gelen gerçekle Osman'a dönen Elizabeth çocuğun şok olmuş bir şekilde Elizabeth'in eline baktığını gördüğünde ne yapacağını bilemeyerek ellerini saklamaya çalışsa da nafileydi.

"Şehzadem, diğer dersinizin vakti yaklaştı." diyen Giray Ağa Osman'ın onunla gelmesini istese de Osman herkesi şaşırtarak Elizabeth'e yürüdü. Gözlerinde tartışmasız geçen bir savaşın galibiyetine kavuşan bir kumandanın zaferi vardı. Hayran hayran bakıyordu prensese.

"Elizabeth benimle gelsin, sen gelme." dedi. Elizabeth şaşırsa dahi bunu gizlemede yeterince başarılıydı. Giray Ağa Osman'a itiraz edecek gibi olunca Cihangir Giray Ağa'nın durmasını sağladı.

"Dairene git Osman."

Osman babasına bakmaktan çekinirken kafasını başka yöne çevirerek omuz silkti. "Elizabeth de benimle gelsin." Cihangir ayağa kalkarak onlara bir cevap vermediğinde Giray Ağa ve iki yaveriyle hızla oradan uzaklaştı ve kocaman avluda onu Osman ile yalnız bıraktılar.

Elizabeth Osman'a bakmadan ilerideki su dolu mermer kasenin içine ellerini daldırıp kanlarından arındırdı. Osman ise rahatsız edici bir şekilde her hareketini takip ediyordu.

"Onu nasıl yaptın?" dedi en sonunda.

"Bir şey yapmadım, Osman. Sadece dirseğimle vurdum." Çimenlik alandan çıkarak sonunda sarayın içine girebildiler. İkisi yan yana yürürken epey tezat duruyorlardı.

"Ondan bahsetmiyorum ki ben. Nasıl ondan korkmadan bu kadar çetin bir dövüş yapabildin?"

Elizabeth, meraklı çocuğa yandan bir bakış attı. Osman Elizabeth ne söylerse söylesin 'tamam' diyecekmiş gibi duruyordu. "Savaşta her şey bilek gücü değildir, Osman. Önemli olan rakibin zihnine saldırabilmektir."

"Sen babamın zihnine mi saldırdın?" Elizabeth nemli elinin içinde hissettiği çocuğun eliyle bir an yerinde donup kaldı. Çocuk gözlerini dikmiş sorusunun cevabını arar gibi Elizabeth'e bakıyordu. James'in küçüklüğünden hiçbir farkı yoktu.

"Ne çok soru soruyorsun sen böyle?" dedi yoluna devam ederken. Bir yandan da Osman odasının yolunu tarif ediyordu.

"Soru sormazsam nasıl öğrenebilirim ki? Hem sen bunca şeyi nereden öğrendin?"

"Ağabeyimden öğrendim." Bir an yalan söylemek hoşuna gitmedi. Bu maşanın ucundaki bir koru ıslak kalbine dokundurmak gibiydi. Değen kor tıslıyor ve geriye ince bir duman çıkartıyordu.

"Benimde bir ağabeyim olsun isterdim." dedi Şehzade Osman. Bakalım büyüdüğün zaman ve tahtta hak iddia ettiğin zaman böyle düşünebilecek miydin? diye içinden geçirdi Elizabeth. "Ama yakında bir kardeşim olacak. Biliyor musun Hanzade gebeymiş. Huricihan bana onun karnında bir canavar olduğunu söyledi ama ben inanmıyorum. Beni çocuk sanıyorlar, ben biliyorum."

"Hanzade'yi seviyor musun?" oldukça alakasız olan bu sorunun cevabını Elizabeth oldukça merak ediyordu. Osman bir an düşecek gibi olunca Osman'ın da muallakta olduğu bir soru sorduğunu anladı.

"Onun bebeğinin bir annesi olacak. Benim bir annem yok. Sevmem gerekiyormuş gibi hissediyorum ama ondan hoşlanmıyorum. Bu beni kötü biri yapar mı?"

Elizabeth ciğerlerini delip geçen temiz havanın varlığıyla rahatladı. "Elbette bu seni kötü bir yapmaz, Osman." Hanzade şu an düşünmesi gereken en son sorun bile değildi. Ailesi çok yakında başkente gelecekti ve işte o zaman Elizabeth içindeki gömülmeyi bekleyen kız çocuğunu cayır cayır yanan ateşin içine bırakacaktı. Külleri rüzgara savrulacak ve ondan bir hiç bırakana kadar kasırgalar koparacaktı.

"Burası." dedi Osman. Diğerlerinden farkı olmayan bir kapının önüne gelmişlerdi. "İçeri gelsene." diye bir teklif sunduğunda Elizabeth içinde bulunduğu durumdan rahatsız oldu. Bu saraydan kimseyle yakın olmak gibi bir çabası yoktu. Kaldı ki nasıl olacağını bilmese de en yakın zamanda bu saraydan kurtulmak için plan yapması gerekecekti. En sonunda hayatında hiç tatmadığı bir tadın damağına yayılmasına izin verebilirdi. Özgürlüğün.

"Üzgünüm, Osman lakin yapmam gereken birtakım işler var. Sen keyiflenmene bak. Çok yakında yine görüşebiliriz."

"Söz mü?" Umutla ona bakan çocuğa döndü.

Bir dizinin üzerine çökerek Osman ile gözgöze gelerek işaret ve orta parmağını birbirine kenetledi. "Söz."

Osman'ın kapısının önünde ne kadar bekleyip boş kapıya baktı emin değildi lakin buradan ayrılmak istemiyordu. Sebebi ise bu koridorlarda gezmek istememesiydi. Bu taş duvarlar bütün sırlara gebe kalmıştı ve içlerinden geçen zavallı insanların kulağına bir şeytanın vesvese vermesi gibi tüm sırları fısıldıyordu. Elizabeth sırlardan korkmuyordu. Zira Westminster'ın yada Buckhingam'ın duvarlarındaki sırlara çoğu kez şahit olmuş, bir çok kez uykularını kaçırmıştı. Duymak istemiyordu çünkü bu sırların yükünü taşıyacak takati yoktu. Dün gece öğrendiği şey içten içe onu yiyip bitirse bile bunu Cihangir'e söylememekte kararlıydı. Onun ölmesini istemiyordu lakin buna da engel olacak değildi. Belki ölürse sarayda olaşacak kargaşadan kendini kurtarabilir ve çok uzaklara kimsenin onu bulamayacağı yerlere gidebilirdi. 

Adımlarını peşi sıra atarak odasının yoluna koyulduğunda nedense içinde olup biten kasırga daha da alevlenmişti.

*

Kanlıydı bu sarayın taşları. Bir taş bir taş üzerine koyarken sıvası kanla yapılmış gibiydi. Bir rüzgar esse yıkılacak olan kocaman saray içinde bulunan insanların acılarıyla besleniyordu. İşte bu yüzdendi bu kadar dayanıklı olması. Kapıları aç bir şeytanının ağzı, avluları midesiydi. Bu şeytan öyle bir açgözlüydü ki asla doymuyor kendi acılarını insanlara veriyordu. Kimine göre "Devrin Sarayı" kimine göre "Zulümler Sarayı"ydı. Ne denirse densin değişmeyen tek şey vezir de yaptığıydı, esirde. Emsali bulunmayan bu saray adamların kanıyla kadınların gözyaşıyla yıkanmıştı. Öldürmüş, yaşatmıştı.

Bundan tam otuz iki yıl önce bu saray taze mutluluğuyla bir kızı ağırlamıştı. Simsiyah omuzlarına dökülen saçları, kara kaşları, gözleri ile tüm sarayın ilgisini üzerine almıştı. Diğerleri gibi hinlik peşinde değildi. Gözlerinde o ezilmiş bir kızın ifadesi yoktu zira öyle biri de değildi. Doğduğundan beri hem annesi hem de babası onu pamuklara sararak yetiştirmişti. Annesi ona bir kadının ağırlığını anlatmış, babası ise gururla başını yukarıda tutmasını sağlamıştı. Saraya giren diğer kızlar gibi değildi. Babası devletin en önemli adamıydı ve işte tam da bu yüzden daha haremin içine girerken hürmet edilmişti. Sultan Mustafa ile de o gecelerden birinde tanışmıştı. Çalgıdan çengiden, birbirine şiddetle bakan kem gözlerden uzaklaşmak için sarayın derin koridorlarına dalmıştı. Sultan Mustafa ondan onbir yaş daha büyük olsa dahi o kadının gözlerindeki olgunluğa şahit olmuş ve o gece tutulmuştu ona.

Çok yakında ilk evladını kucağına almıştı. Yavuz doğduğu gibi tüm başkente bereketini salmıştı. Padişah Mustafa Han'ın ilk şehzadesi ilk evladıydı, nasıl bereketle karşılanmasındı? Lakin daha sonra tüm kötülük kara bir bulut gibi çökmüştü kadının üstüne. Sultan Mustafa'nın annesi, Valide Handan Sultan haremin içinde kendine rakip olacak bir kadının yetişmesine izin vermeyecekti, veremezdi. Her gece başka birini gönderdi padişahın yanına, farklı ten, farklı kokular ile bezedi. Kadının yapacağı tek şey oğluna sarılıp onunla yetinmekti. Sonra Efruz Hatun'un gebe olduğunu duyurdular. Birken bin yıkıldı kadın ağladı, ağladı. Lakin izin veremezdi. Ona böyle davranmalarına göz yumamazdı. Bu yüzden dişlendi. Bu saray o masum kızı türlü oyunlara, sahtekârlıklara itti. Sonunda başardığında o kızdan geriye bir hiç kalmıştı.

Afife Sultan, bu sarayın değiştirdiği kişilerin en başındaydı. O, bu sarayın çirkinliklerini fark eden ama o çirkinliklerden vazgeçmeyen biriydi. sekiz çocuk vermişti padişaha, sevdiği adama lakin ilk evladı Yavuz'u kaybettiğinde yaşadığı acıyı hiçbir evladı dindirememişti. Sadece Efruz Sultan'ın en büyük oğlu Şehzade Cihangir onun yanında durmuş, onu teselli etmişti. Onu kendi annesinden ayırmamıştı zira candan bağlı olduğu ağabeyini kaybettiğinde o da Afife Sultan'dan daha küçük bir acı yaşamamıştı.

Şimdi bile yıllar sonra bu saraya ayak bastığı zaman hala oğlunun acısını en derinlerde hissediyordu.

"Validem." Taşlıkta oturduğu divanının önüne gelen Huricihan annesine hasretle baktı. Çok değil daha bir kaç hafta önce görüşmelerine rağmen içinde büyüyen hasret daha çok büyüyordu. Kaideler gereği Cihangir tahta çıktıktan sonra Afife Sultan Edirne Sarayı'na gönderilmişti lakin Cihangir en sevdiği kardeşinden ayrı kalmaya dayanamayacağı için Huricihan'ın Topkapı'da kalmasını istemişti. Ağabeyine oldukça düşkün olan Huricihan'da buna karşı çıkmamıştı.

"Gel, Huricihan'ım. Bu saraya geldiğimden beri çok görüşemedim seninle. Hasretim gittikçe büyüdü." Afife Sultan yaşından beklenir bir şekilde taşlıktaki divanda heybetle oturuyordu. Huricihan Sultan ise etrafın getirdiği mahremiyetsizlikten pek hoşnut değildi. Validesiyle doyasıya vakit geçiremiyordu.

Muhabbetin koyulaşacağı sırada Afife Sultan'ın gözüne çarpan ayrıntı duraksamasına neden oldu. Huricihan'ın sesi kesikleşmiş Afife Sultan sadece karşısındakine odaklanmıştı. Hanzade Hatun'u tanıyordu. Gebe olduğunu çok kısa bir süre önce öğrenmişti lakin onda bu saraya sultan olacak vasıf yoktu ama karşısındaki kadın öyle değildi. Afife Sultan bir kadının duruşundan bile böylesine asalet akarken nasıl oldu da buraya düştüğünü merak etti. Üzerindeki gül kurusu elbise buralara ait değildi bunu biliyordu. Bembeyaz teniyle tezatlık oluşturan siyah saçları dalgalar halinde bel oyuntusuna kadar iniyordu. Çenesini dikişinde, ellerini kenetleyişinde bir asalet vardı ve işte bu yüzden Afife Sultan onda kendini göremeden edemedi. Hanzade tüm çirkefliğiyle ona çemkirirken o sadece susuyor ve sükunetin Hanzade'yi daha da delirtmesini sağlıyordu.

"Huricihan," dedi gözlerini kızdan ayırmayarak. Validesine hararetle bir şey anlatan Huricihan annesinin onu dinlemediğini fark ederek bozulsa da annesinin pür dikkat bir yere odaklandığını gördüğünde kendi de o tarafa döndü. Şaşkınlık denize dökülen lavın yarattığı cızırdama kadar ses uyandırmıştı.

"Aman Allahım." derken tek eli ağzına örtüldü ve en son onu kanlar içinde sefil bir halde gördüğünü hatırladı lakin şimdi İngiltere Prensesi Elizabeth kanlı canlı karşısında duruyordu. O gün ne olduğunu öğrenmişti elbet lakin sadece kızın ağabeyinin öldürüldüğünü duymuştu. Ona ne olduğunu sorduğunda ise cevap almayı beklediği kişiler hep cevap vermeyerek konunun üzerini kapatmaya çalışmışlardı. Onun öldüğünü düşünmüştü.

"Neden bu kadar şaşırıyorsun?" dedi validesi.

"O," diyebildi sadece Huricihan. "Prenses Elizabeth."

"Prenses mi?" Şaşkınlığını gizleyemeyen Afife Sultan şimdi kıza daha dikkatli bakıyordu. Buraya ait olmadığı zaten çok belliydi fakat bunu da beklemiyordu. Şimdi bütün taşlar yerine oturmuştu. Kızın duruşunda, endamında, asaletinde ancak bir soylunun takınabileceği bir zariflik vardı.

"Ne işi var onun burada?"

"Sormayın validem." Huricihan Sultan bu kıza yakınlık beslediği için kendinden utanıyordu zira o ağabeyinin canına kasteden kişinin kardeşiydi. "Ağabeyi ile birlikte ta İngiltere'den kalkıp buraya gelmişlerdi. Hünkârımızın hükümranlığını, yeni devleti kutlamak için lakin bir gece bu sarayda bir kıyamet koptu ki sormayın. Sabah kalktık, bu kız kanlar içinde etrafta koşturuyordu. Meğer amaçları farklıymış. Hünkârımızın  canına kast etmiş kızın ağabeyi ve hünkarımız o gece almış kellesini. Bu kızı da öldü zannediyordum. Şimdi görünce şaşırdım."

Afife Sultan duyduğu basit hikâye ile daha da şaşırdı. Bu olayda o kadar eksik kalan yerler vardı ki kendini içinde olmamasına rağmen huzursuz hissetti. Demek Cihangir o yüzden apar topar onu bu saraya getirmişti. Kızı Ayşe Sultan'da onunla beraber bu saraya geldiğinde zaten bunun hasret gidermek için yapılan bir çağrı olmadığının farkındaydı. Lakin şimdi dengeler değişmişti. Eğer Cihangir onları korumak için bu saraya çağırdıysa işler gerçekten ciddiydi. En kısa zamanda bunun ayrıntılarını öğrenmeliydi.

Yerinden kalkıp tartışan kadınların yanına geldiğinde onu fark eden Hanzade hemen eğilerek selam verirken Britanyalı prenses ise sadece sert bakışlarını ona dikmişti.

Hanzade ikaz eder gibi prensese baktığında prenses ise ona gereksiz bir bakış attı. "Saygıdan yoksun olduğun belli. En azından tevazu göster."

Hanzade'den çektiği gözlerini karşısında durmuş olan sultana baktı. Efruz Sultan'la aynı yaşta olduğunu tahmin ediyordu lakin yüzündeki gergin deri yaşını epey gizliyordu. Üzerindeki zümrüt yeşili elbise  ise yeşil gözlerini daha da ortaya çıkarmıştı. Kahverengi saçları bir genç kızınki gibi açık, belinden aşağı dökülüyordu ve kırmızı bir taç süslüyordu. Kabul etmekiydi ki karşısındaki kadın çoğu genç kızı çatalatacak kadar güzeldi. Eğer gözleri aynı Huricihan'ın gözlerinin aynısı olmasaydı onun validesi olduğunu anlamazdı.

"Ben hür bir kadınım Hanzade." dedi lakin gözleri zümrüt yeşili gözlerden ayrılmamıştı. "Makam olarak da kimsesinin önünde eğilecek kadar düşük değilim."

Afife Sultan duyduklarıyla sinirlendi ama sinirinin altında yatan takdiri de göz ardı edemedi. Bu kız dişliydi. Bu saray gelen prensesler görmüştü lakin diğer el bebek gül bebek yetiştirilen o prenseslerin aksine bu kız hırçın ve zekiydi. Daha zekilik namına bir şey görememiş olsa dahi o gözlerinin içinde şakıyan parıltıyı görmemek imkansızdı.

"İsmin ne senin?" diye sordu Afife Sultan bilmesine rağmen.

"Elizabeth." Elizabeth kadının endamındaki kesin duruşa baktığında geri çekilmek isteyebilirdi lakin bunu yapacak kadar aciz değildi. Öfkeli gözlerinin ardından sinirlendiğini anlayabiliyordu ve öfkeli insanlarla başa çıkmak hakkında yeterli bir tecrübeye de sahipti.

"Elizabeth," dedi Afife Sultan güzel bir aksanla. Kimse bilmese de o İngilizce ve Arapçayı kendi dili gibi biliyordu. "Hürmet göstermek ne zamandan beri millet ayırır oldu. İngiltere'de saygıyı öğretmiyorlar mıydı?"

İngilizce telaffuz ettiği kelimeler Hanzade ve Huricihan'ı şaşırttığı kadar Elizabeth'i de şaşırtmıştı lakin Elizabeth hislerini ustaca kapamayı çok evvel öğrenmişti. "Ben saygıyı yaşça büyüklerime değil, benden akılca üstün olanlara ederim. Nasıl ki çok yaşamak beyni doldurmuyorsa, az yaşamak da," işaret parmağını şakağına vurarak, "burayı boş bırakmıyor." dedi.

Çok kısa bir an için Afife Sultan'ın dudağının kenarı kıvrılır gibi olsa da Elizabeth hayal görmüş olabileceğini düşündü. "Lakin sen tek bir bakışta karşındakinin zeki mi yoksa ahmak mı olduğunu anlıyorsan ne ala." dedi Afife Sultan. İngilizce yürüttükleri sohbet diğer iki kızın safça onlara bakmasına yol açmıştı.

"Cürretimi mazur görün, efendim." dedi Elizabeth. Bazen geri adım atmak gerekebiliyordu zira karşısındaki kadın diğer tanıştığı kadınlar gibi değildi. "Lakin bir sorun var. Bu kadar zeki olduğunuzu ima ettiğiniz halde nasıl oluyor da koskoca haremin yönetimini Efruz Sultan'a bıraktınızı aklım almıyor."

Afife Sultan'ın gözlerinden geçen karanlık Elizabeth'in susması için bir ikazdı adeta. Geçmişte ne yaşandı bilemezdi ama kör nokta bulduğunda ise vurmaktan asla kaçmıyordu. "Sultanım." diyerek kafasıyla selam verdi ve dairesinin yolunu tuttu.

"Umarım bana söylediklerini yaşayarak tecrübe etmezsin." dedi Afife Sultan ama bunu kendisi bile zor duymuştu.

Elizabeth odaya geldiğinde kendinde garip bir değişiklik hissetti. Oldukça hareketli bir gündü ve sanki sabahki talimin üzerinden yıllar geçmiş gibiydi. Şimdi güneş yerini aya bırakmaya hazırlanırken boğazın suları kızıl bir renge bürünmüştü ve Elizabeth İstanbul'dan nefret etmediğini fark etti. Eğer buradan giderse özleyecekti. Lakin İstanbul'a geldiğinden beri bir kez olsun Thames'in o gri sularını özlememişti. Garipti. Doğup büyüdü yerden nefret edip esir tutulduğu şehri seviyordu. Nasıl sevmesindi. Dünyanın en ihtişamlı yerindeydi. Tarih öncesinde bir çok devlet buraya sahip olmak için milyonlarca orduyu heba etmişti.

Derin bir nefes alarak korsesinin bağlarını açmaya koyulduğunda yemeğinin çoktan metal siniye konduğunu gördü ve demir tabaktaki bir üzümü ağzına atarak onu yavaşça çiğnedi. Tam geri çekiliyordu ki ekmeğin altından görünen buğday rengi kağıdı gördüğünde boğazına takılan lokması onu bir kaç kez öksürttü. Bir süre kağıda baktı. Sanki ellerse tüm hayatı değişecek gibi hissediyordu.

Güneş iyiden iyiye batmıştı lakin kalkıp şamdanlardaki mumları yakacak gücü kalmamıştı. Sanki aniden tüm gücü çekilmişti. Önce camları daha sonra bordo renki kadife perdeleri kapattı ve oda sadece şöminede gürül gürül yanan ateşle aydınlandı. Elizabeth sanki zehirli bir yılanmışçasına tepsinin yanından geçmeye korkuyordu. Elbisesini çıkarttı ve şifon beyaz geceliklerinden birisini giydi. Saçlarını da arkasına salarak siyah saçlarının geceliğinin beyazıyla tezat oluşturmasını sağladı. Sonunda oyalanacak bir şeyi kalmayınca el mahkum tepsinin yanına giderek kağıdı eline aldı.

Arkasında güzel bir el yazısıyla 'Elizabeth' yazıyordu. Ön yüzünü çevirdiğinde ise katlanmış kağıdı tutan reçineyi fark etti ve işte o an elleri soğukta kalmış bir kuş gibi titremeye başladı. Bu siyah bir reçineydi ve yalnız kraliyet ailesine özgüydü. Kalbi yeni doğmuş bir bebek gibi hızlanırken titreyen bacaklarıyla şöminenin önüne gitti ve dizlerininin üzerine oturarak iyice baktı. Yanlış görebileceğini düşünmüş olsa bile hala simsiyah parlıyordu lakin bir sorun vardı. Reçine herhangi bir mühür  ile damgalanmamıştı. Ailesi olsa damgalı gönderebilirdi ama belki de tanınmamak için herhangi bir mühür basmamışlardı. Tonlarca ihtimal olabilirdi ve Elizabeth bunu açmadan öğrenemeyeceğinin farkındaydı.

Önce reçineyi hafif bir katlamayla kırdı ve kağıdı araladı. El yazısı kağıdın arkasındaki ile aynı yazıydı. Elizabeth sabırsızca gözlerini yazıda gezdirirken az önce teklemiş olan kalbi şimdi bir aslan tarafından kovalanan ceylanınki kadar hızlıydı. Önce inanamadı ve tekrar tekrar okudu. Nefesi kesik kesik ve cılızdı. Öyle ki arada bir inliyordu. Titreyen elini ağzına kapatırken bunun nasıl olabileceğini defalarca aklından geçirdi. Olmaması için bir sebep yoktu. Yüzü kızıl şömine ateşinde gittikçe ısınırken çığlık atarak ağlama ve kahkahalarla gülmek arasında gidip geliyordu.

Kağıtta yazan her bir kelimeyi ezberlenene kadar okudu ve en sonun onu önünde yanan ateşin içine atarak yavaşça yanışını izledi. Elleri iki yana dayanmış ve şöminenin üzerine eğilmişti. Yanan ateşin üzerinde yansımasını görüyor olsaydı muhtemelen o kız ona gülümsüyor olacaktı zira dudaklarındaki gülümseme korkutucu derecede karanlıktı. Ateşe baktı.

Ateşin içinde yanan, ondan yardım dilenen umuda baktı.

Tek yapması gereken cevap için bir kağıt ve kalem bulmaktı.

"Sevgili canım kuzenim Elizabeth,

Duyduklarım hakkında ne kadar üzülsem de bunları kelimelere dökecek gücü bulamıyorum. Beni bu kahırdan kurtaran tek şey ise senin hala bir şekilde o barbar yuvasında sağ olma ihtimalin. Eğer sen de ağabeyin Prens William gibi katledildiysen bu dünyada sarılacağım tek kişi kalmamış olacak ve ben de öleceğim. Sana söylemekten mutluluk duyarım ki yakın zamanda İstanbul'a ayak bastım. Buraya gelişimin yegane sebebi ise seni kurtarmak istemem. Buradan bakınca ne kadar delice geldiğinin farkındayım ve bunu okurken zihninin 'Benim yardıma ihtiyacım yok.' diye bağırdığını duyabiliyorum. Elbette ihtiyacın yok çünkü her zaman en kurnazımız sen olmuştun. Sadece seni canlı kanlı görmek istediğim için buradayım. William'ın ölüm haberi tüm ülkeye bomba gibi düştü ve annen ve baban en kısa sürede burada olacak bunu biliyorum. Onların eline geçmen de senin için çok iyi sonuçlar doğurmayabilir. Bu yüzden seni koruyacağıma ve himayem altına alacağıma söz veriyorum. Çok yakında bir savaşın içine gireceğiz ve bu savaştan kimin galip çıkacağı kesin değil. Çok yakında Avusturya bizimle ittifağını kesecektir. Parlemento kararını vermeden önce onlarla birtakım görüşmeler yaptım ve mevcut düzen hakkında değişecek olanları söylemekten onur duyarım. Bunlar mektupla söylenmeyecek kadar önemli. Bu yüzden seninle yüz yüze görüşmem gerek. Altta sana yazdığım isimler sarayın içinde sana yardım edecekler. Böylece dışarı çıkabilir ve benimle görüşebilirsin. Lütfen bana iyi olduğuna dair bir mektup yaz ve beni rahatlat.

Her zaman ve sonsuza dek.

Sevgiler,
Cambridgeshire Dükü
Theodor Blackwall"

*

Kurgu hakkında neler düşünüyorsunuz?

Galiba en kısa sürede bir soyağacı çıkarsam çok iyi olacak :d

Görüşlerinizi bildirmekten çekinmeyin.
🌻

Continue Reading

You'll Also Like

31.9K 5K 97
Geçmiş peşinizi bırakmazken, gelecekten ne bekleyebilirdiniz ki? Hiç bir şey! Geçmişinizle, geleceğiz arasında kalırdınız. En kötüsü de bazen peşiniz...
111K 8.6K 190
''Boşanmayı kabul ediyorum.'' Sovieshu yarı rahatlamış, yarı pişman bir ifadeyle bana baktı. Maskaralık mı yapıyordu, yoksa samimi miydi? Şu ana kada...
8.2K 301 44
"Sera" "Efendim" "Biz evlensek ya. Her akşam gördüğüm son, her sabah gördüğüm ilk yüz seninki olsun. Sana sarılarak uyuyup uyanayım. Hı olmaz mı?"
7K 808 32
𝙀𝙡𝙡𝙚𝙧𝙞𝙢𝙞𝙯 𝙗𝙞𝙧𝙡𝙚ş𝙞𝙠𝙠𝙚𝙣 𝙗𝙞𝙧𝙗𝙞𝙧𝙞𝙢𝙞𝙯𝙚 𝙗𝙖𝙠ı𝙥 𝙜ü𝙡ü𝙢𝙨𝙚𝙙𝙞𝙠 "𝙜𝙞𝙩𝙢𝙚𝙣𝙞 𝙞𝙨𝙩𝙚𝙢𝙞𝙮𝙤𝙧𝙪𝙢" "𝘽𝙚𝙣𝙙𝙚 𝙜𝙞...