ÖTANAZİ OKULU(Kitap Oldu)

By Maral_Atmc6

7.1M 162K 231K

Dilsiz bir kızın kalbi tüm kötülükleri kendisine çekiyordu. Hiçbir kalp bu kadar değerli olmamıştır. Yeşil, Ö... More

(1) TANITIM.
(2) Suikastçi Gölge.
(3) Cehennemim İçinde Açan Gelincik Çiçeği.
(4) Ötanaziye Doğru Yolculuk.
(5) Mutlu Sonlu Kitaplar.
(6) Gece Yarısına Saatler Kala.
(7) Kaçmak İçin Çok Mu Geç?
(8) Benimkisi Ölüm Kalım Meselesiydi.
(9) Tarafını Seç Taşıyıcı!
(10) Beni Yaşatamayacaksın Avcı.
(11) Green Kardeşler.
Kitap Oluyor!!
DUYURU.
ÖTANAZİ OKULU KAPAK FOTOĞRAFI

(12) Kalbine İnat.

272K 11.6K 22.6K
By Maral_Atmc6

“Ölüm herkesin ortak korkusuydu. Kimilerine yaşadıkları az gelirdi, kimilerine ise fazla ama ölüm konusunda hepsinin ortak bir bahanesi vardı: Daha çok erken.”



12 yıl önce.

“Yeşil uyan!” Annemin telaşlı sesiyle gözlerimi açtım.

Elinde küçük bir çanta vardı. Dolabımı açtı ve hırkamı çıkartıp aceleyle bana giydirdi. “Anne ne oluyor?” dedim uyku damlayan gözlerimle ama annemin bir türlü işaret dilini öğrenemediğini unutmuştum. Hırkamın fermuarını çektikten sonra beni yataktan çıkardı. Panik olmuş gibi elleri titriyor ve hızlı hızlı nefesler alıyordu. “Gidiyoruz Yeşil! Seni onlara vermeyeceğim!” dedi gözleri dolarak.

Onlar kim diye sormama fırsat vermeden elimden tuttuğu gibi beni odamdan çıkardı. Evden çıktıktan sonra karanlık bir sokağa girdik. Nereye gittiğimizi bilmiyordum ama anneme yetişmekten güçlük çekiyordum. Karanlıkta ara sokaklara giriyor, sürekli arkasına bakıp duruyordu. Koşarken elimi öyle bir sıkıyordu ki canımı yaktığını fark etmiyordu. Nefessiz kalınca zor da olsa elimi ondan kurtarıp dizlerimin üzerine düştüm. Elimi kalbime bastırıp acısı geçsin diye beklerken, annem koşarak önümde diz çöktü. “Yeşil kalk!” dedi telaşla. “Gitmemiz gerekiyor peşimizdeler!” Bağırarak bana yalvarmasına başımı olumsuz anlamda sallayarak karşılık verdim. İstesem bile göğsümde atan yeni kalbim izin vermiyordu devam etmeme.

Üzerimde pijamalarım olduğu için defterim yanımda yoktu. Ona koşamayacağımı bir şekilde anlatmalıydım. Yüzümü ellerinin arasına alarak ağlamaya başladı. “Şimdi beni dinle Yeşil’im,” diye fısıldadı. “Sen yedi yaşındayken kalbine bunu yapan adamlar peşimizde. Kalbin için geri geldiler, Yeşil seni benden alacaklar,” diye ağlamaya başladı. “Kalk! Sana yalvarıyorum benim için kalk!” Annemin ağlamasıyla saç diplerime kadar korkuyla ürperdim. Aceleyle kendimi toparladım. Evet, zor oldu ama ayağa kalkabildim. Şimdi annemin neden bu kadar çok korktuğunu anlayabiliyordum. O adamlar çok kötüydü. İki yıl önce bana yaptıkları aklıma gelince ağlamamak için kendimi zor tuttum. Bu sefer annemin elini daha sıkı tuttum ve yeniden koşmaya başladık. Her adımımla nefesim bana acı veriyordu. Fakat o adamların eline düşmektense nefessiz kalarak ölmeyi yeğlerdim. Sokağın bitişiğindeki yola çıktığımızda siyah bir araba görünce aniden durduk. Annem yutkunarak beni arkasına çekmişti. Kendini bana siper ederek arabaya bakıyordu. Araba bir sokak lambasının altında durduğu için gece olsa bile arabayı görüyorduk.

Annemin bacaklarının arkasında kafamı uzatıp arabaya bakmaya başladım. Şoför kapısı açıldığında içinde otuzlu yaşlarında sarışın biri çıktı. Annem ve bana bakarak rahatlamış gibi bir nefes verdi. “Şükürler olsun yaşıyorsunuz,” dediğinde annem daha çok ağlamaya başladı. “Levent kızım!” dedi ona yalvararak. “Onlar kızımın peşindeler!” dedi hıçkırıkların arasında.

Annemin Levent dediği kişi başını sallayarak hızla yanımıza geldi. “Biliyorum Handan Hanım,” dedi. “Buraya sizi daha güvenli bir yere götürmek için geldim.” Aniden beni kucağına almasıyla korkuyla onu itmeye çalıştım.

“Yeşil o bizim tarafımızda.” Annem huzursuzluğumu anlamış gibi bana açıklama yapınca kımıldamayı bıraktım.

“Hemen gidelim.” Beni kucağına alan adam konuştuğunda annem aceleyle başını salladı.

Daha arabaya doğru iki adım atmıştık ki üst üste üç kez silah sesi duydum. Karanlığın içinde ateş edilen üç el silah duydum. Nefesimi tuttuğum esnada annemin acı çığlığı kulağıma geldi. “Handan Hanım!” Beni daha sıkı tutan adamın bağırtısıyla yutkundum. Ellerimi omuzlarına bastırdım ve korkarak annemin olduğu yere baktım.

Annemi yerde kanlar içinde görünce benim için dünya tersine dönmüş ve kıyametim kopmuştu. “Anne!” diye bağırdım sanki sesim çıkacakmış gibi. Lakin dudaklarımı kıpırdatmaktan ileriye gidemedim. Yere atlamak istedim ama beni tutan kollar buna izin vermedi. Annemin etrafında nefret ettiğim kandan bir gölcük oluşmuştu. En çok kan kafasının olduğu yerdeydi. Hareket etmiyordu, gözleri açık öylece yatıyordu. Yüzü kandan görünmüyordu ve alnında bir delik vardı. “Kurşun kafasından girip alnında çıktı,” dedi beni tutan adam. “Onun için yapacağımız bir şey kalmadı Yeşil.” Levent denen adamın acı çekercesine söylediklerini anlamıyordum. Annemin gözleri açıktı. Belki hareket etmiyordu ama gözleri açıktı işte! Yaşıyordu değil mi? Gözleri açık olduğuna göre yaşıyordu, değil mi? Filmlerde ölen insanların gözleri hep kapalı olurdu ama benim annem bana bakıyordu.

Tırnaklarımı öfkeyle yüzüne geçirdiğimde beni bırakmak zorunda kaldı. Yere atladığımda koşarak anneme sarıldım. “Anne bir şey söyle!” Sesimin çıkmaması umurumda bile değil o beni hep anlardı.

Kanlar içinde kalmış başını kucağıma alıp ağlamaya başladım. Ne kadar da çok kan vardı. Onun yüzünü kandan dolayı göremiyordum. Hıçkırıklarla ağlarken küçük ellerimle yüzünü silmeye çalıştım. Bu kırmızı su yakışmamıştı annemin güzel yüzüne. “Anne lütfen!” Tam şu anda kendimden nefret ettim. Belki o çok duymayı istediği sesimi duysa bana cevap verirdi. Fakat ben bunu ona hiç yaşatamamıştım. Kendimi zorladım konuşmak için. Annemin kanlı yüzünü göğsüme bastırırken ona sesimi duyurmak için kendimi zorladım. Olmadı yapamadım ama yapmalıydım! Annem sesimi duyunca buna kayıtsız kalamaz bana gelirdi. Lakin ben onu geri getirmek için sesimi bulamıyordum.

Göğsüm onun ılık kanıyla ıslanmıştı. Kurşun sesleri çoğalmıştı fakat bunlar umurumda değildi. Annemin başı dizlerimdeydi ve onun kafasını göğsüme bastırarak üzerine eğilmiştim. Küçücük bedenimi ona siper ederek onu etrafımdaki kurşun yağmurundan kurtarmaya çalışıyordum. Bilmiyordum ki. Henüz dokuz yaşında olduğum için çoktan ölmüş birini koruyamayacağımı bilmiyordum. Bunu ileride öğrenecektim. Her kan gördüğümde annemin kurşundan delinen alnını ve kanlı yüzünü hatırlayarak öğrenecektim. Türkiye’de geçirdiğim bu son gecemde bunu bilmeyecektim. Fakat bu geceden sonra Amerika’ya olan yolculuğum bana bunu öğretecekti. Daha sonra tıpkı dalından kopmuş bir yaprak gibi Amerika’dan Alaska’ya savrulurken öğrenecektim. Bir ölüm okuluna sürgün edildiğimde ise ben böyle bir gecede kimsesiz kaldığımı anlayacaktım. Yaşananlar sinsi bir yılan gibi her gece kâbuslarıma çöreklendiğinde ise, ben çığlık çığlığa gerçeklere uyanacaktım.

Bu gece değil ama ileride annesizliğin ne demek olduğunu anlayacaktım.

“Oradalar acele edin!” Arkamdaki sokaktan sesler gelince anneme daha sıkı sarıldım. Levent, “Yeşil gitmeliyiz geliyorlar!” deyince ağlayarak başımı iki yana salladım. Bu adam gitsin istiyorum, herkes gitsin sadece annem ve ben kalayım istiyorum.

Dudaklarımı kanla yıkanmış yanağına bastırdım. “Anne bana bunu yapma.” Sessiz kelimelerim boğazıma kadar geliyor lakin dudaklarımdan çıkmıyordu. “Anne uyan artık. Bak gitmeliymişiz. N’olur uyan.” Sessiz yakarışlarımı duymalıydı. Neden uyanmıyordu?

"Uyan anne, uyan!” Yüzünü avuçlarımın arasına alıp onu sarsmaya başladım. Ağlamam şiddetlendiğinde aldığım nefesler bana acı vermeye başladı.

Alnına dikkatli bakınca gözlerim irice açıldı. Alnındaki açıklıktan o kadar çok kan akıyordu ki korkudan titremeye başladım. Annem kanıyordu! Şoka girmiş bedenim bu yarayı yeni kavramış gibi acıyla kıvranıyordu. Hızla ellerime baktım, ellerimde de kan vardı. Kıyafetim, boynum hatta dudaklarım da bile annemin kanı vardı. Ölmüştü! Ölmüştü ve kanı üzerimdeydi. Öldüğünü yeni fark ediyordum. Ölüm böyle bir şey miydi? Hep böyle korkutucu muydu? “Hayır!” Dehşet içinde ellerime bakarak öyle bir çığlık attım ki yanımdaki adam bir adım geriye gitmişti. Dokuz yaşında bir çocuğun yaşayacağı en büyük incinmeyi bir gecede yaşamıştım. Elime bulaşan annemin kanına bakınca farklı hissetmeye başladım. Midem bulanıyor, başım dönüyor ve korkudan saklanacak yer arıyordum. Kucağımda annemin kanlar içinde kalmış başı ve üzerimde kokusu yerine kanı vardı. Tam şu anda kaybolmuş hissediyorum. Daha fazla dayanamayan benliğim beni hızla sonsuz karanlığına çekti. Gözlerim kapanmadan önce son gördüğüm annemin solmuş yüzü ve kan. Çok fazla kan.

***

Şimdiki zaman.

Sıçrayarak gözlerimi açtığımda elim ağrıyan göğsümün üzerinde durdu. Kâbus, sadece geçmişimin kâbusu rüyalarıma girmişti. Alnımdaki boncuk gibi ter damlacıkları boynuma doğru süzülürken, nefessiz kaldığımı hissettim. Büyük bir nefes içime çekmek istedim fakat biri boğazımı sıkıyormuş gibi nefes alamıyordum. Gece lambasını açtığımda dudaklarımdan garip iniltiler dökülüyordu. Yataktan kalkmaya çalıştım ancak bedenim yeni bir krize kucak açmışken bu çok zordu. Elim boynuma gittiğinde ağlamaya başladım. Nefes almalıydım çünkü astım krizim tutmuştu. Kahretsin, ilaçlarıma ulaşmalıydım. Titreyen ayaklarımı hareket ettirip yataktan yalpalayarak çıktım. Henüz iki adım atmıştım ki oksijen eksikliğinden boğulduğumu hissettim. Bedenim hızla yere çekildiğinde aniden biri beni düşmeden önce yakaladı. Beni kucağına alan suikastçımı görünce kriz geçirirken bile afalladım. Burada mıydı?

Kızgın bakışlarını yüzüme çıkartıp kaşlarını çattı. “Yatağının yanındaki acil butonuna basmak hiç aklına gelmedi mi?” diye beni azarladığında acı çekercesine yüzümü onun göğsüne sakladım. Artık onu odamda aniden görünce eskisi kadar şaşırmıyordum.

Amber kokusu beni biraz rahatlattı ama hâlâ nefes alırken zorlanıyordum. Beni yatağımın yanına götürdü ve yavaşça kucağından indirdi. Kısa süre içinde elinde ilaçlarımla geri gelmişti. Ensemden tutarak beni hafif öne çekti ve astım ilacımı kullanmama yardım etti. Ciğerlerime giren serin havayla büyük bir nefes çektim içime. Sırasıyla sanki ezbere biliyormuş gibi tüm ilaçlarımı çıkartıp sol elinde topladı. Sürahide bir bardak suyu doldurup yanıma geldi. İlaçları elinden alırken kalp atışlarım yine değişmeye başlamıştı. Tüm ilaçlarımı aldıktan sonra suyu içtim. Bardağı sehpanın üzerine koyduktan sonra bana çok yaklaşmadan ayakucumdan oturdu. Yatak başlığına yaslanarak rahat bir nefes aldım. O gelmeseydi şu anda ne halde olacağımı düşünmek istemiyorum.

Lacivert gözleri büyük bir dikkatle yüzümü inceliyordu. “Uyurken ağlıyordun,” dediğinde gözleri kısılmıştı. “Geçmişin düşündüğümden daha sancılı değil mi?” Sesi düz çıktı lakin gözleri farklı bakıyordu. Kâbuslarımın geçmişimden kaynaklandığını tahmin ediyordu.

Geçmişim var mıydı benim? Yedi yaşına kadar insan yüzü görmeden dört duvarın içinde yaşamıştım. Daha sonra lanetli bir kalbe sahip olmuş ve dokuz yaşımda annemi kaybetmiştim. Bir anda tanımadığım bir ülkeye getirilmiş ve on altı yaşına kadar yeni kafesimde nefes almaya devam etmiştim. Son yolculuğum burasıydı, yani onlarca suçlunun olduğu bir ölüm okulu. Başımı kaldırıp ona tebessüm ettim. “O kadar da kötü değildi.” Kolay yalan söyleyemezdim fakat geçmişimi birine anlatmaya hazır değildim.

Beni anlamak için her defasında dudaklarıma bakması beni anlamsız duyguların esiri yapıyordu. Kaşları huzursuzca çatıldı. “Bir şeyi öğrenmek istiyorum Dilsiz Kız ve bu sefer az önceki gibi yalan söylemeyi aklından bile geçirme!” dişlerinin arasında kızgınlıkla söyledikleri korkmama neden oldu. Sanırım yalana tahammülü yoktu, aksi takdirde aniden çatılan kaşlarının başka bir sebebi olamazdı.

Başımı salladığımda, “Doğuştan mı konuşamıyorsun?” dedi. “Yoksa sonradan mı sesini kaybettin?” diye sordu. Bu soru beklemediğim bir yerden gelmişti. Bana öyle bir bakışı vardı ki sanki vereceğim cevap onun için hayati önem taşıyordu.

Yüzüme en gerçekçi gülümsememi kondurdum ve dudaklarımı oynatıp, “Doğuştan,” dediğimde yüz ifademi gerçekçi çıkarmak için çok uğraşmıştım. Asla konuşamayacaktım o yüzden herkesin doğuştan sanmasını istiyorum.

Uzun uzun yüzümü inceledikten sonra derin bir nefes verdi. Yenilgi içinde çöken omuzları istediğim şekilde bana inandığını gösteriyordu. Bu cevabım sanki onu hayal kırıklığına uğratmış gibi derinden bir iç çekti. “Yani sesini hiç duyamayacağım,” dedi fısıltıyla. Bunu bana değil de kendisine söylemiş gibi sesi kısık çıkmıştı.

Ellerimi oyunbaz bir şekilde çenemin altında birleştirdim. “Sesimi duymayı mı isterdin?” dedim. Daha sonra tıpkı bu öğle bahçede bana yaptığı gibi onu taklit ederek kaşlarımı yalandan çattım. “Ölmek üzere olan bir kızın sesini neden merak ediyorsun? Sakın bana bağlanma canın yanar Avcı.” İnsanları taklit etmeyi seviyorum. Onun bana söylediklerinin bir benzerini söyleyip kıkırdadım. “Ölmek üzere olduğumu unutma ve bana bağlanma.”

Fakat gülmemişti, benim yaptığım bu küçük şaka onu susturmuştu. Bakışları durgunlaşmış, lacivert gözleri bir şeyi düşünüyormuşçasına durulmuştu. “Ölüm kelimesini çok sık kullanıyorsun Dolunay Surat,” dedi. “Bunu sevmedim. Ayrıca birine bağlanmak bana göre değil,” dediğinde kıkırdadım. En azından bu konuda bana karşı dürüsttü.

“Haklısın birinin bana bağlanacağını sanmıyorum.” Buna üzülmem gerekiyordu ama doğru olan kimsenin bana bağlanmamasıydı.

Tek kaşını kaldırarak bana baktı. “Bu da ne demek?” dediğinde gülüşüm büyüdü. Ne demek olduğunu çok iyi biliyordu.

Elimle kendimi gösterdim ve ne dediğimi anlasın diye dudaklarımı yavaşça oynattım. “Kalp hastasıyım ve birçok saçma korkularım var. Hepsini geçtim kim dokunamadığı bir kadını sever ki? Mesela senden örnek verelim,” diyerek başımı eğdim. “Söylesene sen hiç dokunamayacağın bir kadını sever miydin?” Elimi ona doğru uzatıp parmaklarımı açtım. Elimi havada ters çevirdiğimde avucumu açmıştım. “Onun elini tutamayacaksın, asla kokusunu içine çekemeyeceksin ve ona sarılıp öpemeyeceksin. Bunlardan birini dahi yapmaya kalkıştığında o acı çekecek. Hangi erkek sevdiği kadının acı çekmesine dayanır ki? Ve hangi erkek sevdiği kadın yanında, yakınında ve bir nefes kadar uzağındayken ondan uzak durabilir? Söylesene Avcı, sen hiç dokunamayacağın bir kadını sever miydin? Sadece uzaktan izleyeceğin ama hiç senin yanında uyanamayacak birini sever miydin?” Başta gülerek başladığım cümleler sonrasında nedense canımı yakmıştı. Şimdi ben merakla onun vereceği cevabı bekliyordum.

Dudaklarım hareket etmeyi bıraktığında sertçe yutkundu. Sanki olaya bu tarafından daha önce hiç bakmamış ve şimdi bazı şeylerle yüzleşiyormuş gibi lacivert gözlerinde fırtınalar kopuyordu. Havadaki elime baktıkça dizlerinin üzerinde duran elini sıkıyordu. Gözlerini elimden çekmiyor ve yumruk olan elini daha fazla sıkıyordu. Elimi tutmamak için kendisiyle mücadele ediyor olabilir miydi? Tutsun istedim elimi. “Tutarsan hemen ölmem ki,” dedim küçük bir umuda sarılarak. Elimi tutsun ve bana bir erkeğin benim gibi birini de sevebileceğini kanıtlasın istedim. Bir çocuk saflığıyla baktım ona ama o, hâlâ kararsızca elime bakıyordu. Belki de tutacaktı. İşte bu küçük umut kırıntısı ruhumun hasta bedenimi terk etmesini sağladı. Bir kuş gibi hafif ve özgür şekilde yükseldi boşlukta. Bir anlığına umut ışığım oldu ve dağıttı karanlığımı. Farkında olmadan beni özgür bıraktı.

Başını kaldırıp yüzüme baktı. “Haklısın,” dedi fazla acımasızca. “Ölmek üzere olan bir kadının elini hiçbir erkek tutmaz.” Sözleri bir bıçaktan daha keskin ve ölümcüldü.
Elim boşlukta kayıp düştü yan tarafıma. Ruhum ise tekrar düştü hasta bedenime.

Tüm ışıklar söndü, karanlık tekrar kucakladı beni.

Tekrar sustuğunda bu sessizliğini sevmemiştim. Kendimi toparlayıp işi yine muzipliğe vurdum. Gülerek elimi yüzüne doğru salladım. “Zaten elimi tutmanı gerçekten istememiştim. Hem sende birini sevecek bir kalp olduğunu sanmıyorum,” dediğimde az önceki dalgın ruh halinden çıkıp alayla bana baktı.

“Benim kalpsiz olduğumu mu söylemeye çalışıyorsun?” Sesinde hafif sitem sezmiş olmam kesinlikle hayal gücümün bir ürünü olmalı.

Öyle olmasaydın elimi tutardın.

Hızlı başımı salladım. “İma etmiyorum ki doğrudan söylüyorum. Bir katilin kalbi olmaz ve olduğuna hiçbir güç beni inandıramaz. Birini öldüren bir katilin duyguları olmaz ve olmamalı!” Gülüşüm aniden yüzümde solmuştu. Annemi benden alan katilinde bir kalbi yoktu. Öldüren insanlar kalpsiz ve duygusuz insanlardı.

Söylediklerim onu kızdırdığı için kaşlarını çatarak bana ters ters baktı. “Haklısın benim bir kalbim yok,” diyerek beni tersledi. “Şimdi uyumaya devam et Melez Kız!” Melez kısmını tükürürcesine söylemişti. Bir şeyi fark ettim o da bana ne zaman melez dese o gün bana hep kızgın oluyordu. Sanırım onu yavaş yavaş tanımaya başlıyordum. Sakinken Dilsiz Kız, keyifliyken Dolunay Surat ve kızgınken Melez Kız diye sesleniyordu. Şu bir yılda adımı bir kez bile söylememişti ama üç farklı isim takmıştı.

Işıkları kapatınca odam tekrar karanlığa bürünmüştü. Kapımın açılıp kapanmasıyla gittiğini anladım. Kalbimde anlamsızca bir huzursuzluk oluştu. Acaba fazla mı ileri gittim? Bir yanım onu üzdüğümü düşünüp kahrolurken, diğer yanım o asla üzülmez diye beni teselli ediyordu. Karanlıkta yanıp sönen dijital saatim henüz gecenin üçü olduğunu gösteriyordu. Bölünen uykum yüzünden bir sağa bir sola dönüp durdum. Yaklaşık kırk dakika boyunca yatakta uykumun gelmesini bekledim. İşe yaramayınca yataktan çıkarak ışıkları yaktım. Üzerime hırkamı ve her ihtimale karşı not defterimle kalem alarak odadan çıktım. Evet, pijamalarımla odamdan çıktım. Bu kat bana ve İnfazcılara aitti, yani mahkûmlar binde bir gizlice çıkıyor olsa da oldukça güvenliydi. Biraz koridorda gezmek belki de uykumu getirirdi. Işıkları açmadan yavaşça yürümeye başladım. Gözlerim arada pencerelere kayıyor dışarıyı izliyordum. Koridorun bitişiğine geldiğimde sola dönerek düz bir şekilde yürüdüm. Merdivenlerin yanına gelince geri odama doğru dönmeye hazırlanıyordum ki duyduğum gürültüyle adım atmayı bıraktım.

Ellerimi merdivenlerin tırabzanlarına bastırıp alt kata bakmaya çalıştım. Karanlıkta bir şey göremesem de beşinci katın koridorunda ayak sesleri geliyordu. Şu anda aklımda iki ihtimal vardı; birincisi hemen odama gitmek ama ikincisi inip bakmak. Eğer mahkûmlardan biriyse Gölge beni onlardan korurdu çünkü o, hep beni izlerdi. Suikastçıma güvenerek yavaşça merdivenlerden inmeye başladım. Beşinci kata indiğimde kulağıma hafif sesler gelince koridorun ışığını açtım. Aniden karşımda üç tane yüzü maskeli kişi görünce korkuyla bir adım geriye gittim. Yerdeki iki gardiyanı baygın bir halde görmek nefesimi tutmama neden olmuştu.

Maskelilerden biri hızla üzerime yürümeye başlayınca koşarak merdivenlere doğru gittim. Fakat daha ilk basamağa yetişmiştim ki kolumdan yakaladı beni. Kolumu kurtarmak için çırpındığımda, “Senin bu saatte odanda olman gerekiyordu Yeşil!” diye fısıltıyla azarladı beni. Bu ses çok tanıdıktı.

Maskenin altında çıkan tanıdık sesle çırpınmayı bıraktım. Bu ses Emily’e aitti. Bu saatte onun burada ne işi vardı? Maskenin altında görünen gözlerine dikkatli baktığımda rahat bir nefes aldım. Kolumu ondan kurtarıp eşofmanımın cebindeki not defterimi çıkardım. “Yüzündeki ten çorabı mı?”

Ben gülmeye başlayınca burnundan sert bir nefes vererek eliyle arkadaki maskelilerden zayıf olanı gösterdi. “Dezli’nin çorapları. Böyle bir yerde maske bulmak çok zordu.” Hafif sitemli çıkan sesiyle ikinci maskeli kişiyi de böylece öğrendim.

Diğer maskeli kişi ise tedirginlikle etrafına baktı. “Artık harekete geçecek miyiz? Işıklardan dolayı her an gelebilirler ve bu çorap kokuyor. Neden bana kullanılmış bu şeyi verdiniz ki?” Bu ses ise Stewart’da aitti, onun isyanı beni daha çok güldürdü.

Stewart’ın omzuna vuran Dezli, “Sadece bir kere giydim onu yalan söyleme! Ayrıca şu ucubeyi odasına gönderin de işimize devam edelim!” diyerek onu azarladı. Sert ve alaycı çıkan sesiyle Dezli’nin neden bana böyle dediğini düşünürken, Emily ve Stewart aynı anda, “Deborah?” deyince bu kızın Dezli olmadığını anladım.

Kollarını göğsünde birleştirmişti ve maskenin altında bile bana ölümcül bakışlarını atıyordu. “Evet, canım benim şimdi ben yapmadan gönderin şu böceği!” dediğinde sıkıntıyla bir nefes aldım. Bu kızın benimle ne sorunu vardı?

“Ne ara geldin sen? Az önce Dezli buradaydı!” Emily dişlerinin arasında sıkılmışçasına konuşmuştu.

Deborah’ın güldüğünü duydum. “Gerçekten mi? O aptal kızın böyle tehlikeli bir görevi korkmadan sonuna kadar devam ettireceğine inandınız mı? Fazla heyecandan korkup benim geri gelmemi sağladı,” dediğinde bu kişilik değiştirme işini nasıl yaptıklarını merak etmedim desem yalan olur.

“Deborah geldiğin cehenneme geri git ve bana Dezli’yi gönder!” Sanırım Deborah’a katlanamayan bir ben değilmişim ki Emily sabırsızca ona bakıyordu.

Yumruklarını sıkan Deborah başını olumsuz anlamda salladı. “Henüz yeni geldim ve seninle vakit geçirmeden bir yere gittiğim yok! Ayrıca sende biliyorsun bu işte benden iyisini bulamazsın Edvard!” diye kısık sesle bağırdı.

Emily tam karşı atak yapıp bir şey söyleyecekti ki, “Neden tartışmayı bırakıp şu lanet yerden gitmiyoruz?” diyen Stewart’ın sesiyle sustu. Hepsi bu casusluk işinde başarılı olduğunu düşünüyordu ama az önce ışıkları yaktığım an çoktan izlenmeye başlamıştık. Şu anda kaç kişi yukarıdaki kameralarda bizi izliyor kim bilir. Müdahale etmemeleri bizi izlemedikleri anlamına gelmiyordu. Yukarıdakiler garip bir şekilde bize göz yumuyordu. İyi ama neden? Öğrenmemiz gereken asıl şey buydu.

Bana bakan Emily eliyle üst katı gösterdi. “Yeşil derhal odana gidiyorsun, Stew sende ışıkları kapat.” Emily’nin komutuyla ışıklar kısa sürede söndü.

Onlar tekrar karanlığın içinde hareket edeceği esnada hızla Emily’nin kolunu tuttum. Karanlıkta bana kızgın bakışlar attığına eminim. “Hayır, alev kafa sen bu işe bulaşmıyorsun!” diye sessizce beni azarladı.

Kolunu daha sıkı tutunca bir süre sessiz kaldı fakat hemen sonra, “Tamam, ama herhangi bir krizde seni orada bırakırım ona göre!” dediğinde gülerek beni göremese de başımı salladım.

“Ciddi misin? O da mı bizimle gelecek!” Bu kısık öfkeli sesin kime ait olduğunu ne yazık ki iyi biliyordum.

“Kes sesini Deborah!” Aynı anda Emily ve Stewart ona kızınca Deborah susmak zorunda kaldı.

Yürümeye başladığımızda Emily yavaşça yanıma gelerek kimsenin duyamayacağı kısık bir sesle konuştu. “Onunla nasıl bir ilgin var? Ne zaman yemekhaneye insen gözlerini senden ayırmıyor. Zaten eski patronlarımdan birini ve özellikle en ürkütücü olanı böyle bir yerde görmek beni tedirgin ediyor. Öyle zengin ve asil bir aileden gelen birinin bu pislik çukurunda ne işi olduğunu merak ediyorum. Fakat ondan ölesiye korktuğum için bunu ona soramıyorum. Belki sen biliyorsundur nedenini?” Şu ana kadar kimden bahsediyor ve ne demek istiyor diye düşündüm çünkü söylediklerinden tek kelime bile anlamamıştım.

Öylece yüzüne baktığımı karanlıkta anlamış olacak ki, “Ah, boş versene o aileyi anlamak imkânsız,” dedi ve önden yürüdü.

Yeniden yürümeye hazırlanıyordum ki biri arkada sertçe omzuma çarptı. Birkaç adım sendelediğimde karşımda beliren kızın öfkeli sesini duydum. “Edvard’a yakın olmayı aklından bile geçirme! Yoksa o kalbini söker ve ayaklarımın altında ezerim ucube!” Tiksinti dolu sesinden bana katlanamadığını ne yazık ki bir kez daha gördüm. Deborah’ın radarına fazla girmemeye dikkat ederek onların peşinden gittim.

Nereye gittiğimizi bilmeden merdivenlerden aşağıya yavaşça inmeye başladık. Adım atarken oldukça sessiz ve dikkatliydik. Gardiyanlar genelde yatakların olduğu, yani mahkûmların odalarının kapıları önünde olduğu için koridor bomboştu. Karmalar beşinci kattaydı ve odalarını tutan gardiyanlardan bir şekilde onları bayıltarak kurtulmuşlardı. Giriş katına geldiğimizde hepimiz durduk. Şimdi nereye gittiğimizi bilmiyordum. Emily bize öncülük ediyordu, dışarı çıkınca ses çıkarmadan onu takip ettik. Bahçeye çıktığımızda portakal ağaçlarının arasına girince onu kaybetmemek için adımlarımızı hızlandırdık. Nereye gittiğini biliyor gibi bir hali vardı. Ağaçların arkasında duran beyaz çardağı geçtiğimizde bu sefer botanik bahçeye girmiştik. Sonbahardan dolayı çiçeklerini döken bitkiler solmuş bir çalıyı andırıyordu. Hemen arkamda bir inilti koptuğunda durmak zorunda kaldım.

“Lânet olsun, bu çalının dikeni parmağımı kesti!” Deborah’ın çalı diye bahsettiği yaban böğürtleniydi.

“Dert yakınmayı bırak küçücük bir yara hadi devam edelim.” Emily hâlâ önde sabırsız adımlar atarken konuşmuştu.

“Küçücük mü? Parmağım kanıyor Edvard.” Sevdiği adamdan ilgi beklercesine oyunbaz bir şekilde çıkan sesine güldüm.

Emily adım atmayı bırakıp arkasına döndü. Yıldızların bize ışık tuttuğu karanlık gecede kaşlarını çattığını görebiliyordum. İşaret parmağını tehdit edercesine Deborah’a doğru salladı. “Bana bak beni başka erkeklerle sakın karıştırma! Kızlara el kaldırmam saçmalığı yerine kızları dövmek ilgi alanım! O yüzden kes sesini ve peşimden gel!” diye tıslayınca Deborah derin bir iç çekip, “Haşin erkeğim benim,” dediğinde Emily çıldırırken Stewart ve ben kahkaha attık.

“Başlarım haşin erkeğine!” diye delirerek Deborah’ın üzerine yürüyen kızı zor olsa da durdurabildik. Bu gidişle yakalanacaktık.

Botanik bahçeyi geçtikten sonra bahçenin köşesinde tenha bir yerde küçük ama ürkütücü bir kulübenin önünde durduk. “Bu gece bekçilerin burada olmayacağını nasıl bildin?” Stewart’ın meraklı sesine Emily güldü. “Burayı korumakla görevli gardiyan sevgilisiyle telefonda konuşurken duydum. Kız arkadaşının doğum günü olduğu için bir geceliğine gizlice çıkacağını söylemişti.”

Aklımda birçok soru vardı ama karanlıkta yazdıklarımı okuyamazlar diye sessizliğimi korudum. Fakat Deborah’ın sorduğu soru aklımda geçenlerden biriydi. “Bu kulübeyi niye kafaya taktığını anlamıyorum?” Kesinlikle buraya neden geldiğimizi bende bilmek istiyordum.

Etrafını kolaçan eden Emily eliyle kulübeyi gösterdi. “Burayı tesadüfen bulmadım. Üç ay önce infazı gerçekleşen bir kızın odasının yakınına saklanıp tüm gün nöbet tuttum. Gece yarısı gardiyanlar kızı zorla odasından çıkartıp buraya kadar sürüklediler. Görmeniz gerekiyordu kızın ağzını nasıl kapattıklarını ya da kurtulmak için nasıl çırpındığını. Ağaçların arkasına saklanıp her şeyi izledim. Kızı zorla kulübeye kapattıktan kısa süre sonra infazcılar geldi. İnfazcılar gelene kadar kızın çığlıkları dinmemişti. Tam üç saat burada bekledim fakat İnfazcılar çıkıp gittiler ama kızın bile cesedi çıkmadı. Her ne yapıyorlarsa bu kulübeyi kullanıyorlar. Bu küçük barakanın kayıp kızlarla bir ilgisi var.” Aniden içime dolan korkular geri gitme isteğim çoğaldı. Kulübe sadece tek oda büyüklüğünde görünüyordu, burada ne saklıyor olabilirler ki?

Fazla vakit kaybetmeden kulübenin demir kapısının önünde durduk. Tuhaf, tahtadan yapılan bir yere demir kapı takmaları çok tuhaf. Stewart montunun cebinde el fenerini çıkarıp yaktığında hepsi yüzlerindeki komik çoraptan kurtuldu. Feneri kapıya tutan çocuk başını olumsuz anlamda salladı. “Kilitli, nasıl açacağız?” dediğinde herkesin yüzünde yenilmişlik karışımı mutsuz bir ifade oluştu.

Aceleyle cebimdeki defterimi çıkartıp yazdığım sayfayı feneri tutan çocuğa uzattım. “Kilidi kıramaz mıyız?” Belki sağlam bir taş işimizi görürdü.

Stew, “Olmaz Yeşil, kilit çok sağlam görünüyor. Ayrıca kilidi kırarsak buraya birilerinin geldiğini anlarlar. Bir yolunu bulup bekçiden anahtarı almalıyız,” dediğinde Emily’nin iç çeken sesini duydum. “Bugün de olmadı. Ona ne zaman yaklaşsam sanki onu bir parça daha kaybediyorum.” Ablasını arayan çaresiz bir kızdı. Buradaki herkes ona yardım etmek için belayı göze almıştı. Peki ya ben? Benim burada ne işim vardı?

Aslında aradığım cevap en başından beri gözlerimin önündeydi. Emily diğerleri gibi değildi, en az benim kadar suçsuz bir şekilde buradaydı. Ona yardım etmek istiyordum. En başından beri benim istediğim onun bu okuldan gitmesi. Kız olduğunu öğrendiğim andan beri buradan kurtulsun istiyorum. Bir karar vererek derin bir nefes aldım ve aklımdakilerden vazgeçmeden yazarak ona uzattım. “Bu nedir?” dediğinde ‘oku’ dercesine gözlerimle yırttığım sayfayı gösterdim.

Işığı Stewart’dan alarak yazdıklarımı okumaya başladı. “Anahtarı gardiyandan ben alabilirim. Siz mahkûm olduğunuz için onlara yaklaşmanız yasak fakat ben bunu yapabilirim. Yarın bana hangi gardiyan olduğunu göster gerisini bana bırak.” Bir şekilde o anahtarı alacaktım.

Yazdıklarımı okuyunca hızla başını kaldırıp bana baktı. “Ger-gerçekten bunu yapar mısın?” Sesinin heyecandan titremesiyle içim burkuldu. Ablasını çok seviyor olmalıydı.

Gülerek başımı salladığımda aramızdaki mesafeyi kapatıp bana sarıldı. “Bunu yaparsan hayatım boyunca sana borçlu kalırım.” Tebessüm ederek sarılışına karşılık verdiğimde Deborah’ın öfkeli sesini duydum. “Derhal onu bırak Edvard! Bana onunla sevgili olmadığını söylemiştin!” diye öfkeyle bağırmıştı. Bu kızın gerçekten ciddi sorunları vardı.

Sıkıntıyla burnundan soluyan Emily yavaşça benden ayrıldı. “Sevgilim değil arkadaşım sayılır. Bırak artık şu gereksiz kıskançlığı.” Bıkmış sesi Deborah’ın çok fazla üzerine geldiğini gösteriyordu.

Omuz silken Deborah beni iterek onun yanındaki yerini aldı. “Ben kıskanç bir kadınım ve sevgilimin başka bir kıza sarılmasına dayanamam,” dedi Emily’nin elini tutarak.

Panik yaparak elini çeken Emily, “Ne ara sevgili olduk? Sana dedim tipim değilsin diye!” Öfkeyle bağırdıktan sonra okula doğru ağaçların arasına yürüdü.

Ayağının birini sertçe yere vuran Deborah bağırarak peşinden gitti. “Buraya gel ve bana kimmiş senin tipin onu söyle!” diyen bağırtısını hâlâ duyabiliyordum.

İkisinin arkasında kahkaha atan çocuğa baktım. Sanırım bu durumda en çok eğlenen oydu. “Deborah diğer karakterinin yaptıklarını hatırlıyor mu?” Bu soruyu dünden beri sormak istiyordum.

Gülüşünü durdurup yazdığım şeye bakıp hayır dercesine bir hareket yaptı. “Deborah ve Dezli aynı bedende iki farklı karakter. İkisi de diğeri ortaya çıktığında ne yaptığını bilmez ve asla sorgulamazlar.” Yaptığı açıklamayı yetersiz bulduğumdan ikinci bir soru yazıp uzattım.

“Peki, birbirlerini biliyorlar mı?” Bu konunun ilgimi çektiğini görünce hafif tebessüm etti.

“Hadi gel bu güzel havada biraz yürüyüş yapalım. Böylece aklındaki sorulara cevap verebilirim.” Tebessümüne karşılık verip onunla ağaçların arasına girerek yürümeye başladık.

Sürekli cevap isteyen bakışlarıma sonunda dayanamadı ve iç çekerek anlatmaya başladı. “Deborah’ın aslında Dezli’nin hayal gücünün bir ürünü olduğunu biliyor muydun?” dediğinde adım atmayı bıraktım. Ben dünden beri ikinci karakterin Dezli olduğunu düşünüyordum çünkü Deborah daha baskın bir karakterdi. Dezli ise aynı bedende misafir ruh gibiydi ve tam tersi olduğunu bilmek beni afallatmıştı. Stewart kahkaha atarak saçlarımı karıştırdı. “Karanlıkta bile yüzünün aldığı komik şekli görebiliyorum,” dediğinde bende güldüm kim bilir daha neler öğrenecektim.

Tekrar yürümeye başladığımızda Stewart anlatmaya devam etti. “Dezli, Emily ve beni bir araya getiren aynı kaderi yaşamış olmamız. Üçümüzde kimsesizler yurdunda büyüdük. Farklı şehirlerde birer yabancı olarak aynı kaderi yaşadık. Ta ki burada tanışana kadar bu devam etti. Dezli içimizde en kötü kaderi yaşayan tek kişi. Bakma Deborah rolündeyken sinir bozucu biri olduğuna aslında bu onun kendini koruma çabası. Henüz beş yaşındayken evlatlık alınmış ve her çocuğun hayali olan aileye kavuştuğunu düşünmüş. Fakat yanıldığını anlaması uzun sürmemiş ne yazık ki. Onu evlatlık alan aile uyuşturucu kaçaklarının lideriymiş. Polisler tarafından gözetim altında tutulduğu için sahte bir evlilik yapıp bir çocuk evlatlık edinmişler. Böylece iyi aile imajı çizerek polislerin dikkatini dağıtacaklarmış. Başarmışlarda, bir villa satın alarak dışarıya mutlu aile pozları vermişler. Kimse bodrumda yetişen uyuşturuculardan şüphelenmemiş. Dezli henüz çocuk olduğu için yeni ailesinin karanlık yüzüyle hemen tanışmamış. Gece yarıları eve gelen adamlar, gizli gizli dışarı çıkarılan kargoları anlayacak yaşta değilmiş. Fideler bodrumda yetiştikten sonra üst kattaki laboratuarda toz haline getiriliyormuş. On bir yaşına geldiğinde onu da bu pis işin içine çekmeye çalışmışlar. Zorla laboratuara sokup işi öğretmeye çalışmışlar. Bazı şeylerin farkına varan Dezli bunu reddedince şiddet görmüş, hem de aklının alamayacağı kadar kötü şekilde.” Daha söylediklerini beynim algılayamazken o susmadı.

“Kendinden geçene kadar yediği dayakların haddi hesabı yokmuş, duyduğu hakaretler bitmek bilmemiş ve son olarak zorla ona uyuşturucu vermişler. Her gün düzenli bir şekilde kullanmaya zorlamışlar. İstedikleri olmuş, sırf uyuşturucuya olan bağımlılığı yüzünden onların istediğini yapmış. Laboratuarda çalışıp işi öğrenmiş, henüz çocuk olduğu için çabuk kavramış. On dört yaşına geldiğinde ise sözde ailesi taşınacağı için onu yanlarında götürüp ayak bağı olmasını istememişler. Bir fuhuş evine satıldığını öğrenince çıldırmış haliyle. Satıldığını öğrendiği o gece adamlar onu almak için gelmeden hemen önce Deborah ortaya çıkmış. Tüm hayatını bir evde binlerce farklı insanlarla geçiren kız, tek gecede yalnızlığından sıyrılıp kendine onu koruyacak ikinci bir karakter yaratmıştı. Dezli kendisinin yapmaya korktuğu her şeyi Deborah’a verdi. Cesareti, kararlılığı ve karanlık biri olmayı ondan öğrendi. Hepsini tek bir karakterde bütünleştirdi. Deborah’a dönüştüğünde ilk işi polisi aramak olmuş. Birazdan ailesini öldüreceğini söyleyerek kendisini ihbar etmiş.” Şu anda şoka girdiğime yemin edebilirim. Kötü diye bildiğim kızın hayatı beni çok etkilemişti. Stew’in aksine ben Deborah’ın bir gecede doğduğunu düşünmüyorum. Dezli orada gördüğü işkenceler ve çektiği acılarla her geçen gün Deborah biraz daha içinde hayat bulmuştu. Tanık olduğu şeyler yavaş yavaş Deborah’a nefes olmuştu. Deborah’ın içinde doğması yılları bulmuş olabilir. Uzun yıllar boyunca onu beslemiş olabilir. İnsan psikolojisi yavaş yavaş ama bir anda çökerdi. Yavaş yavaş Deborah’a hayat verdi ve tek bir gecede bir anda onu ortaya çıkardı. Her şey kafasında olup bitiyordu.

Devam etsin diye ona baktığımda, durup başını gökyüzüne çevirerek yıldızlara baktı. “Yaptı,” diyerek başını salladı. “Onu satan tüm o insanları bir gecede uykularında katletti. Ertesi gün muhtemelen tüm gazeteler on dört yaşındaki bir çocuğun uyuşturucu için ailesini öldürdüğünü yazmışlardır. Küçük bir çocuk paravan bir aileden oluşan beş kişiyi öldürdü. Sadece biz ve artık seninle birlikte dört kişi bunu yapmasının gerçek nedenini biliyor artık. Diğerleri uyuşturucu için bunu yaptığını düşünüyor çünkü Deborah böyle bilinsin istiyor.” Gözlerini bana dikip buruk bir tebessüm gönderdi.
“Dezli psikolojik sorunları olan bir çocuktu ve o gün kendisine yardım etsin diye karakterini böldü. Fakat iyi tarafını korumak için beynini öyle bir hale getirdi ki, Deborah ile aynı şeyi yaşasalar bile farklı düşünüyorlar.” Yani biri ışığa çıktığında diğeri karanlıkta kalıyordu. Çift karakterli insanlarda bu çok yaygın bir durumdu. Haftada iki kez burada bir psikologla bir saat boyunca görüşmek zorunda olduğum için bazı şeyleri biliyordum. Haftanın iki günü odamdan çıkıp üst kata beni çıkarırlardı. Kendimi bir hastane odasında bulur ve iki günümü makinelere bağlı geçirdim. Çıktıktan sonra ise dağılan psikolojimi toparlamak için psikologla olan iki günlük seanslarım başlardı.

Stew, “İyi ve kötü olarak ayırdı kendini ve asla gerçek kişiliği olan Dezli’nin düşüncelerini kirletmedi,” dediğinde tekrar yürümeye başladı. “Ama maalesef tıpkı bu gece olduğu gibi korktuğunda ve çaresiz hissettiğinde bir şekilde asıl benliği gidiyor ve Deborah ortaya çıkıyor. Kimse doğuştan kötü olmaz Yeşil, yaşadıklarımız bazen bizi karanlık tarafa itebilir. Bazılarımız gittiği karanlığa alışır ve onu kendisine yuva bilerek yoluna devam eder. Fakat bazılarımızda seçtiği karanlığın içinde bizler gibi boğulur,” dedikten sonra omzuma büyük bir merhametle dokunup gitmişti.

Stewart düşünce olarak çok olgun birisiydi. Konuşurken sesindeki pişmanlığı görebilmiştim. Her ne yaptıysa bir yanı hâlâ onun pişmanlığıyla yanıyordu. Deborah ah, bu kızın hırçınlığının altında böyle içler acısı bir yaşanmışlık olduğunu tahmin etmemiştim. Sanırım kulaktan dolma düşüncelerle insanlar hakkında fazla önyargılı hareket ediyordum. Uyuşturucu için ailesini öldürdüğünü ilk duyduğumda ondan korkmuş ve bir yanım onu kınamıştı. Şimdi ise aslında neler yaşadığını öğrenmiştim. Bir anda Deborah’a karşı büyük bir merhamet hissettim. Onlarla daha çok vakit geçirip kendimi bir şekilde ona kabul ettirmeliydim ama nasıl? Karmadaki birinin vakti kısıtlıydı ve onlar Karmadaydı. Onlarla nasıl arkadaş olacaktım? Fark ettiğim şeyle derinden sarsıldım. O kadar yalnızdım ki yalnızlığımı paylaşacak bir arkadaş arayışına girmiştim.

“Göz yaşartıcı bir sahneydi.” Tam arkamda duyduğum alay dolu sesle sıçrayarak arkama döndüm.

Taylor Wallece.

Kontrolsüzlerden Taylor’ı hemen bir adım uzağımda görmek korkudan ürpermeme neden olmuştu. İki adımda aramızdaki mesafeyi kapatıp tam karşımda durdu. “Gerçekten o anahtarı alıp başını derde sokacak kadar cesaretli misin?” dediğinde bizi duyduğunu anladım. Sesinde ise anladığım kadarıyla benimle alay ediyor ve beni küçümseyerek eğleniyordu.

Ondan korktuğum için hemen arkamı dönerek oradan uzaklaşmak istedim fakat aniden kolumu tutunca nefessiz kaldım. Canımı acıtacak şekilde kolumu sıkarak ona dönmeme neden oldu. Yıllardır aldığım ilaçlar yüzünden bedenim çok hassastı. Kolumu sıktığı yerin kızardığına eminim. “Bela istiyorsan şanslı günündesin Taşıyıcı.” Kolumu daha çok sıkınca acıyla inledim. Bu halimden keyif aldığını gösteren gülüşünü duydum.

Gri gözleri tiksinerek üzerimde oyalandı. “Ne kadar da acınası bir haldesin öyle,” dediğinde gözlerim doldu ama kolumu çekmeye çalıştıkça daha çok sıkıyordu.

“O elini çek!” diyen tanıdık bir ses duydum. “Onun kolunu tuttuğun süre zarfında sana acının her tonunu bizzat yaşatarak öğreteceğim!” Ağaçların arasında onun sert sesini duyduğum an gölgesi hızla yanımda bitmişti. Bahçenin ışıklandırması olan yerde olduğumuz için gözlerindeki öfkeyi görebilmiştim. “Gözlerini kapa küçük melez!” dediği an hızla gözlerimi kapattım. Yapacağı şeyleri görmek istemiyorum.

Aniden koluma acı veren el tenimden uzaklaştı. Bunu o yapmıştı. Taylor’ın koluma işkence eden elini tenimde söküp atmıştı. “Kendi iyiliğin için ellerini ondan uzak tut!” dediğini duyduğumda Taylor’un acı dolu iniltisini duydum.

“Onun için beni karşına alman aptallık Marshall! Şu anda hayatının hatasını yapıyorsun!” Taylor’ın sesi acı çekiyor gibi çıksa da kendinden emin ve kararlıydı.

“Hata? Bu kavramı unutalı çok oldu.” Suikastçımın sesi korkusuzdu ve bu bana güven veriyordu.

Sustuklarında kulağıma gelen gürültülerle dayanamayıp gözlerimi açtım. Gördüklerimle gözlerimin büyümesine engel olamadım. Gölge ve Taylor karşı karşıya durmuş birbirlerine öldürücü bakışlarını atıyorlardı. Beni afallatan şey Gölge Taylor’ın elini sıkıyordu ve uzaktan gören biri onları el sıkışıyor sanabilirdi. Tabii birleşen ellerinin arasında akan kanlar olmasaydı öyle sanılabilirdi. Birbirine meydan okuyan gözlerle bakıyorlardı ve her iki tarafta elini çekmeye yeltenmiyordu. Tek fark Gölge’nin yüzünde kas oynamazken, Taylor dişlerini sıkmış ve çenesi seğiriyordu. Lakin buna rağmen elini çekmiyordu.

Suikastçım, “Bu sadece bir uyarıydı,” dedi soğukkanlı bir sesle. “Ona dokunduğun her an ölümünü hızlandırıyorsun!” dedi ve elini ilk çeken Taylor oldu.

Elinde kanlar akan adam öfkeyle kaşlarını çattı. Midemin bulanmasıyla eline bakmamaya çalıştım. “Ölümden korkmadığımı koruduğun kıza her saniye dokunarak göstereceğim!” dedi hırsla ve büyük adımlarla okula doğru gitti.

Suikastçımın dudakları kıvrıldı. “Dene ve gör!” dedi. Sanki Taylor’dan kurtulmak için onun bu hatayı yapmasını istiyordu.

Elini açıp avucunda bıçak gibi bir şeyi yere atınca telaşa kapılarak ona doğru bir adım attım. Küçük bir bıçaktı ve jiletten biraz büyüktü. Eli kanıyor mudur acaba? O şey onunda elini kesmiş midir? Neden böyle bir şeyi yaptı ki. Sadece ona değil belki de kendisine de zarar verdi. Bana dönerek kanlı elini pantolonun cebine koydu. “Yüzün daha da sararmış,” diyerek homurdandı. “Her an bayılacak gibisin. Sana bakmamanı söylemiştim!” Beni azarlamasıyla durmak zorunda kaldım. Kan görmek bana iyi gelmiyordu.

“Elin acıyor mu?” dediğimde, “Karanlıkta dudaklarını iyi göremiyorum Dilsiz Kız, o yüzden düş önüme odana gidiyorsun!” Sanki karşısında altı yaşında küçük bir çocuk varmış ve onu azarlıyormuş gibi çıkan sesi kıkırdamamı sağlamıştı.

“Her şeyden de gülecek bir şey buluyor.” Huysuz homurtusu daha çok gülmemi sağlamıştı. Gülmem onu rahatsız etmiş gibi değil de memnunmuş gibiydi.

Onu ikiletmeden dediğini yaptım. Ben önde giderken o üç adım geride geliyordu. Bana özellikle yaklaşmıyordu. Sonunda odamın önünde durduğumuzda arkamda olduğunu biliyordum. Elimi bastırıp kapıyı açarak odama girdim ve yatağımın üzerine oturdum. Başımı kaldırdığımda onu göremedim. Telaşa kapılarak hızla etrafıma baktığımda ıslak ellerini bir havluyla silerek banyodan çıkmıştı. Nasıl bu kadar hızlı olabiliyor ki? Gözlerim eline kaydığında avuçlarında herhangi bir kesik görmemek beni rahatlatmıştı. Taylor’ın kanını silmişti. Yanıma gelmedi. Tam karşımda duran duvara sırtını yaslayarak bana bakmaya başladı. Gözlerim iri bedenindeki kusursuz yüzüne kardığında iç çekerek onu izlemeye başladım. Bu kadar güzel olması diğer insanlara haksızlıktı. Dudağının bir tarafı yavaşça yukarıya doğru kıvrıldı. “Bana böyle bakmaya devam edersen yine kalbin sana acı verecek.” Eğlenen sesine tebessüm ettim çünkü içimden nasıl geliyorsa öyle bakıyordum. Ayrıca ona olan bakışlarımı seviyordu. Sürekli bu konuda şikâyet ediyordu ama onu izlemem hoşuna gidiyordu.

Gözlerinin içine baktım ve dudaklarımı oynatarak bir anda, “Bir dilek hakkım olsun isterdim,” dedim.

Biçimli kaşları yavaşça yukarı kalktı. “Söyle,” derken sanki tüm dileklerimi gerçekleştirmeye gönüllü gibiydi.

“Gerçekleştirecek misin?” Ona göre söylemek istiyordum.

Sırtını duvara yaslayarak öne doğru uzattığı ayağının birini duvara yasladı. Kollarını göğsünde birleştirip bana baktı. Her hareketi büyüleyiciydi. Sonsuzluk kavramı ne kadar uzun bilmiyorum ama onu sonsuza kadar böyle izlemek isterdim. “Sadece bu gece için evet.” Onay vermesiyle bu sefer heyecandan atan kalbim varlığını yine hatırlatmıştı.

Onun hakkında bilmek istediğim ilk soruyu da böylece sordum. “Adın ne? Alex Marshall gerçek adın mı?” Onu tanımıyordum ve onunla ilgili bir şeyler bilmek istiyordum.

Kaşları usulca yukarı kalktı. “Dileğini böyle bir şeye mi harcamak istiyorsun?” Sanırım benden daha farklı istekler duymayı bekliyordu.

Başımı hızla salladım. “Kimseye söylemem sadece senin adını bilmek istiyorum.” Kimsenin hakkında en küçük bir şey bilmediği katilin ismini bilmek istiyordum. Şuracıkta beni öldürse bu benim suçum olurdu.

Lacivert gözleri bir süre sadece yaslandığı yerden bana bakmakla yetindi. Fakat daha sonra istediğim cevabı bana söylemişti. “Bruce Marshall,” dediğinde ismini birkaç kez içimde tekrarladım. Bruce Marshall, çok güzeldi.

Büyük bir ödül kazanmışçasına gülümsedim. “Beni kandırmıyorsun değil mi?” İsmi konusunda bana dürüst olsun istiyorum. Gerçi gözlerinde herhangi bir yalan yoktu.

Kaşları hafiften çatıldı. “Ben asla yalan söylemem,” diyerek kendi hakkında yeni bir bilgiyi bana böylece vermiş oldu. “Sana söylediğim ismin eksiği var fakat fazlası yok.” Yalan konusunda çok hassas olduğunu bir kez daha anladım.

Eksiği var demişti ve bu aklıma takıldı. “Eksiği var derken?” Ne demek istediğini anlamamıştım.

Bu sefer yüz ifadesi kararsızdı, donup kaldı. Sanki söyleyip söylememek arasında bir çelişkiye düşmüş gibiydi. “Bruce ismi sembolik bir isim,” diyerek pes etti ve benim için bir gizemin kapısını araladı. “Marshall ailesini tanıyan herkes bunu bilir. Dokuz kuşaktır ailenin erkekleri oğullarına iki isim koyarlar. Bunlardan biri gerçek isimlerimiz diğeri ise ölen büyükbabamın adı, yani Bruce ismi. Kimlikte her ikisi de geçse de asıl ismimiz ilk konulandır. Örneğin Marcus Bruce Marshall gibi. Yabancılar ona Bruce diye hitap ederken biz Marcus deriz. Bu bir aile geleneği haline geldiği için dokuz kuşaktır böyle devam ediyor. Ailemde de babam dâhil isminin içinde Bruce olan çok erkek var. Marshall ailesi oldukça kalabalık ve geleneklerine bağlıdır.” Bugün içinde yaptığı en uzun konuşması sanırım buydu. O genelde kısa cevaplar verirdi.

Bir ailesi olmasına sevinmiştim. Her ne kadar babadan oğla geçen bir isim mirası olsa da duyduklarıma sevinmiştim. Aslında onun gelenekçi biri olduğunu hiç düşünmemiştim çünkü kural tanımayan biri gibi duruyor. “Oğlun olursa sende mi ikinci ismini Bruce koyacaksın?” Nedense kıkırdamama engel olamamıştım.

Gözleri gülüşüme takıldığında bana olan bakışları yumuşadı. “Oradan bakılınca kurallara uyan biri gibi mi görünüyorum?” diyerek bana takıldı. “Ayrıca bir aile kurmaya niyetim yok, hele ki baba olmak asla,” dediğinde isyankâr ve aykırı bir ruhu olduğunu zaten anlamıştım. Fakat evliliğe ve bir çocuğa karşı olduğunu şimdi öğreniyorum.

Aniden farklı bir soru sordum. Bu gece tüm sorularıma cevap versin istiyordum. “Daha önce hiç birini sevdin mi?” Kendi sorduğum soru kalbimin hızlanmasını sağlamıştı. Tüm benliğim vereceği cevaba odaklandığı için nefes dahi alamıyordum.

Yüzü birden karardı. Sanki bir şeyleri hatırlamış gibi bakışlarında öfke ve farklı bir duygu daha vardı. Özlem gibi, evet o gözlerde özlem gördüğüme eminim. “Öyle bir hataya düştüm ergenlik denilen illette.” Bana karşı her şeye rağmen dürüst olması ona bir kere daha hayran olmamı sağladı.

Belki de geçmişi yüzünden birine bağlanmak istemiyordu. Ona o kızla neden ayrıldığını sormak istesem de bu soruya cevap vermeyeceğini bildiğimden sustum. Ama içimdeki çocuk oyun oynamak istiyordu. Belki onu biraz kızdırabilirdim. Yataktan ayağa kalkarak elimle onu gösterdim. “Onu neden bıraktın?” dediğimde bu konudan sıkılmış gibi derin bir nefes aldı. “Bu konu konuşmaya açık değil Dilsiz Kız.” Dilsiz Kız dediyse oldukça sakindir demek.

Ona doğru bir adım atarak elimi düşünüyormuş gibi çeneme koydum. “Onu aldattın değil mi? Ah, kesinlikle bir ilişki adamı değilsin, her çiçekten bal alırsanız böyle olur.” Tek kaşını kaldırarak bana onaylamaz bakışlarını attı. Susmamı istiyordu.

“Kes şunu Dilsiz Kız.” Ses tonundan hafiften kızmaya başladığını hissediyorum. Bana melez diyene kadar durmayacağım. Sadece melez dediğinde gerçek anlamda sinirleniyor.

Neden onun öfkesi beni mutlu ediyordu?

Bir adım daha attım ve durdum. Aklıma bile gelmeyecek, gerçek olma ihtimalinin en düşük olduğu ihtimali söyleyiverdim. “Yoksa seni aldattı mı?” deyip güldüm. Buna asla inanmazdım çünkü o, her kızın hayalini süsleyecek bir güzelliğe ve güce sahipti.

Aniden kaşları büyük bir kavis çizerek çatıldı. Boynundaki damarın nabız gibi atmasıyla yanlış bir şey söylediğimi anladım. “Kes sesini!” diyerek dişlerini sıktı. “Aldatmayı hepiniz aynı şekilde değerlendiriyorsunuz fakat aldatmanın da farklı şekilleri vardır. İlla bir erkek veya kadın farklı birileriyle olunca aldatma olmaz! Yalanlarda aldatmacadır o yüzden bir halt bilmeden konuşma Melez Kız!” diye bağırdığında korkuyla yerimden sıçradım. Şimdi yalan konusunda ki hassasiyetinin nedenini anlayabiliyordum. Onun yüzündendi.

Belki susmam gerekiyordu ama maalesef boş bulunup susmam gereken yerde dudaklarımın hareket etmesine engel olamadım. “Dolaylı yoldan olsa bile seni aldatmış. İşte buna inanmam çok güç.” Afallayarak söylediklerim onun sabrının sonuna gelmesine sebep olmuştu. İşim bitti.

Aniden duvar olan temasını kesip üzerime yürüdü. Daha ben ne olduğunu anlamadan kolumu sertçe tutarak kendisine doğru çekti. Boyu benden çok uzun olduğu için başımı kaldırıp ona baktım. Burnundan verdiği öfkeli nefesi tokat gibi yüzüme çarpıyordu. Kolumu sıkarak beni iyice kendisine doğru çekti. “Canın mı yansın istiyorsun? Bunu yaparım! Benimle oyun oynamayı bırak ve uslu dur melez!” dişlerinin arasında tıslarcasına söyledikleri kan akışımı durdurmaya yetmişti.

Ona olan yakınlığım yüzünden kalp atışlarımın ritmi bozulurken sesli bir şekilde kokusunu içime çektim. Bunu çok açık bir şekilde yapmıştım. Lacivert gözlerine tebessüm ederek baktım. Koluma işkence eden elleri umurumda değildi çünkü ben, bana acı verse de yakınımda olmasını seviyordum. “Ne yaparsın?” dedim alay edercesine. “Söylesene Avcı, ölmek üzere olan bir kızı öldürür müsün? Hâlâ anlamadın değil mi?” değil mi dedim gözlerine bakarak.

“Bu hikâyede Avcı bir geyiğin kalbiyle cadıyı kandırıp prensesi kurtarmıyor,” dedikten sonra kolumdaki elini tutup kalbimin üzerine bastırdım. “Prensesin kalbi zaten ölü ve yakın zamanda gözlerimi sonsuzluğa yumduğumda beni uyandırmak için bir öpücükten fazlası gerekecek.” Dudaklarım titrediğinde yalvarırcasına ona baktım. “Doktorların bana biçtiği sadece birkaç aylık bir ömür. Sınırı geçersem bana ne yapabilirsin ki? Son birkaç ayımı elimden mi alırsın?” Korksam da cesaretimi toplayıp söylediklerimle dişlerini sinirden birbirine bastırdı. Beni öldüremiyordu bile.

Benim neyim vardı böyle? Neden sırf bana yakın olsun diye onu kızdırıyordum? O ne kadar kızıyorsa ben nedense o kadar mutlu oluyordum. Belki de mutluluğum kokusunu hissedecek kadar ona yakın olmamdan kaynaklanıyordu. Kalbim dehşet içinde ondan uzaklaş diye acıyla haykırıyordu. Canımı yakan kolumu tutan elleri değildi, bana acı ve mutluluk veren bana olan yakınlığıydı. Kendimi kontrol etmeye çalışsam da bir süre sonra hissettiğim acı yüzünden dudaklarımdan bir inilti firar etti. Kolumu bırakmadan bana doğru yavaşça eğildi. Bir eli hâlâ kalbimin üzerindeydi. Ondan kısa olduğum için yüzlerimizi aynı mesafeye getirene kadar eğildi. Nefesini dudaklarımda hissetmek sertçe yutkunmama neden oldu. Gözleri titreyen dudaklarıma kaydığında bakışları daha da koyulaştı. Lacivert gözleri tehlikeli bir yavaşlıkla gözlerimi buldu. “Ne yapacağımı gerçekten bilmek ister misin?” Sesi fısıltılı ve boğuk çıkmıştı. Başımı usulca salladığımda yüzünü iyice benimkisine yaklaştırdı. Artık kalbim duracak gibiydi. Nefes almayı bırakmıştım çünkü her an yeni bir krize merhaba diyebilirdim. Bana o kadar yaklaştı ki burnunu hafifçe benimkisine sürttü.

Elini göğsüme biraz daha bastırdı ve sinirli gözlerle bana bakıp, "Ağrıyan kalbine inat öperim seni kadın!" dediğinde zaman benim için durmuştu.









































Evet bu bölümde bitti. Gölge
eğer dediğini yaparsa Yeşil'in acı çekeceğini biliyor, sizce buna rağmen öper mi onu?

Yeşil'in sorunu ne dersiniz? Gölge'yi o raddeye getirene kadar durmadı. Sizce bunu bilerek mi yaptı? yoksa sadece oyun mu oynamak istiyordu?

Yeşil dediğini yapıp anahtarı alırsa o da bu işin bir parçası olacak, sizce anahtarı almayı başarabilecek mi?

Deborah hakkında ki gerçekleri öğrenen Yeşil ona karşı aniden merhamet hissetti. Deborah ve Yeşil'in arası düzelir mi dersiniz? (Edvard'ı yani Emily'i göz önünde bulundurarak bu soruya cevap verin)

O küçük kulübede ne var dersiniz? Emily ve diğerleri kulübeye girmeyi başaracaklar mı?

Ve son zamanlarda bana özelden çok sık sorulan bir soruya cevap vermek istiyorum. "Gölge neden Yeşil'in kaçmasına izin verdi, yada zararlı olduğunu bile bile neden mahkumlarla yemek yemesine ses çıkarmıyor?" bu sizden gelen sorular.

-Gölge Yeşil'in kaçmasına izin versede onu hep izledi ve gerekmedikçe kendisini ortaya çıkarmadı. Tıpkı bu gece Taylor olayında olduğu gibi. Gölge kendisine güvenen ve neler yapacağını bilen güçlü bir karekter. Gölge'nin Yeşil'i koruma şekli farklı, herkes gibi onu odasına kapatmak yerine belaya bulaşsa bile dışarı çıkmasını istiyor. Çünkü Yeşil'i düştüğü beladan çekip alacağını iyi biliyor. Yeşil'in fazlasıyla özgüven eksikliği yaşadığını bildiğinden, kendisine olan güveni bulsun istiyor. Zaten gerektiğinde ortaya çıkıyor. Umarım bu açıklama yeterli olmuştur canlarım.

Yeni bölümde görüşmek dileğiyle hepiniz Allaha emanet olun. ❤

Continue Reading

You'll Also Like

823K 35.1K 26
Abimin arkadaşı akımını abimin arkadaşına uyguladım. Yaparken aklımdan geçen tek şey sürekli okuduğum kitaplardaki gibi olacak değil ya; Ayrıca tek b...
97.8K 4.6K 80
Kwon Taekjoo, Rusya'ya git ve 'Anastasia'yı bul. Milli İstihbarat Teşkilatı'nın yıldızı 'Kwon Taekjoo', Rusya ile Kuzey Kore (namı diğer DPRK) arasın...
3M 151K 64
Hayatı boyunca kimseyi sevmemiş, tek derdi vatan, bayrak ve ülkesi olan asker ile hiç sevildiğini hissetmemiş, kalabalık içinde yalnızlığı hisseden b...
54K 3.5K 14
Unutulmuş bir kadın, Yüzbaşı Hazal Unutulmuş. [Kurgudaki kişi ve olaylar tamamen hayal ürünü olup hiçbir kurum ve kuruluşlarla alakası yoktur]