FIRLAMA PRENS (1)

By sezgisalman

230K 15.7K 2.7K

Çiğdem iki ev arkadaşıyla mutlu mesut yaşıyordu. Ta ki bir gün sahaftan aldığı eski bir kitap hayatını sonsuz... More

Tanıtım
2. Bölüm
3. Bölüm
4. Bölüm
5. Bölüm
6. Bölüm
7. Bölüm
8. Bölüm
9. Bölüm
10. Bölüm (Part 1)
10. Bölüm (Part 2)
11. Bölüm
12. Bölüm (Part 1)
12. Bölüm (Part 2)
13. Bölüm
14. Bölüm (Part 1)
14. Bölüm (Part 2)
15. Bölüm
16. Bölüm
17. Bölüm
18. Bölüm
19. Bölüm
20. Bölüm
21. Bölüm
22. Bölüm
23. Bölüm
24. Bölüm / FİNAL

1. Bölüm

14.9K 784 213
By sezgisalman

"Ben bir tane orta boy caffe latte istiyorum. Yağsız sütle, kremasız olacak. İçine vanilya şurubu ekleyelim, bir de ekstra shot espresso olsun."

Kadının siparişini bardağın üzerine yazarken neredeyse kaleminin mürekkebinin biteceğini düşünüyordu. Bitmek tükenmek bilmeyen bir siparişti adeta. Zaten daha sırada ilk gördüğü anda tipinden hoşlanmamıştı. Dibi gelmiş çakma sarı saçları, sapı kolunun yarısında duran Louis Vuitton çantası ve o elinde duran son model akıllı telefonu ile tam bir Nişantaşı kadınıydı. Acep böyle bir şeyin Sultanahmet'te ne işi vardı?

'Ay sana ne kızım Çiğdem ya! Sanki nüfusuna alacaksın kadını, boş ver gitsin' dedi içinden kendi kendine bardağı arka tezgâha koyarken. "Caffe Latte, non-fat, no whip cream, ekstra shot ve vanilya şurubuyla." Yeşil önlüğünü düzelttikten sonra kasadan içeceği girerek "On lira yirmi beş kuruş. Başka bir isteğiniz var mıydı?" diye sordu kadına. Kadın ona gıcır bir yirmi lira uzatıp bir şey demeyince kasayı açıp kadına paranın üstünü ve fişini verirken "Afiyet olsun," diye ekledi.

Çatlak sarışından sonra, karşısına uzun boylu gerçek bir sarışın geldi. Kadının suratında tam bir turist gülüşü vardı. Tahmin ettiği gibi de çıktı.

"Hello! I want a tall caramel machiato, and a carrot cake," dedi kadın gülümseyerek. Çiğdem turist kadına gülümserken içecek siparişini bardağa yazdı. Sonra da istediği havuçlu keki hazırlamaya koyuldu.

Neyse ki o kadından sonra iki dakika soluklanacak şansı bulmuştu. Zaten saat yediye geliyordu. Birazdan çıkacaktı. Bugünkü mesaisi bitmek üzereydi.

"Çiğdem çıkmadan bi masaları da toparlasana," dedi süt ısıtmakta olan iş arkadaşı Fatih. Çiğdem tamam anlamında savsakça başını salladıktan sonra arkadan çıkıp masalardaki tabakları, bardakları ve boş tepsileri toparladı.

Sultanahmet Starbucks fazla büyük olmadığından toparlaması kolay oluyordu. Çiğdem buranın yarı zamanlı elemanıydı. Aynı zamanda Mimar Sinan Devlet Konservatuarı'nda Sahne Sanatları bölümde okuyordu. Haftanın beş günü okulu vardı ve haftanın beş günü dörder saat Starbucks'ta çalışması gerekiyordu. Evin kirasının kendine düşen payını ödemesine yardımcı olacak kadar maaş alıyordu. Ailesinin yolladığı para da geri kalan zamanlarda gayet güzel yaşamasına yetiyordu.

Üstünü değiştirip çıkmaya hazır bir hale geldiğinde iş arkadaşı Fatih'in kız arkadaşı Nilgün'ün gelmiş olduğunu, barın sonunda oldukça cilveli bakışmalar içeren bir sohbet içerisinde olduklarını gördü.

"Aa n'aber Çiğdem? Facebook'ta gördüm doğum gününmüş bugün? Doğum gününde çalışıyor musun sahiden? Kutlu olsun bu arada." Nilgün gelip kendisini öpüp sarılınca Çiğdem de, bütün gün dudaklarından silinmeyen ve o suratının ağrımasına sebep olan gülümsemesini silmeden ona sarıldı.

"Teşekkürler Nilgün. Sen hatırlatmasan son bir saattir doğum günüm olduğunu unutmuştum bile. Çalışmanın günü olmuyor ne yazık ki. Sabah da dersim vardı misal. Baya yorgunum, eve gidip yan gelip yatacağım. Doğum günümü öyle kutlarım artık."

Birbirlerine cici bir gülümsemeyle son kez baktıktan sonra Çiğdem Fatih'le de vedalaştı ve yeşil sırt çantasını omzundan asarak Starbucks'tan çıkıp Cağaloğlu'ndan Sirkeci'ye doğru yürümeye başladı.

Güzergâh olarak özellikle Cağaloğlu'nu seçmişti çünkü okuyacak kitabı kalmamıştı. Bu aralar ajanstan doğru dürüst figüranlık işi de gelmediği için kitap okuyarak vakit geçiriyordu. Üç yıldır amatör tiyatrolarda yer alıyordu. Okulda oyunlara katılıyordu ama nedense dizi ve film camiasında hala keşfedilememişti. Yetenekli bir oyuncuydu. Çirkin de bir kız değildi. Keşfedilmeye müsaitti. Saç rengini gömlek değiştirir gibi değiştirmesi dışında hiçbir tuhaflık yoktu fiziksel olarak. Bir altmış yedi boyunda, elli iki kilo, güzel memeli, düzgün bacaklı, kaydırak burunlu, iri gözlü, inci dişli normal bir kızdı. Ama yok! O kadar dizi ve film setinde figüranlık yapmasına rağmen bir türlü keşfedilememişti. Hâlbuki ajansı ne kadar iddialı konuşmuştu. "Sen çabuk keşfedilirsin, güzel kızsın, bir de tiyatroculuk okuyorsun, daha ne olsun?" demişlerdi. Ama nedense okulda üçüncü senesi olmasına ve ajansa kaydını birinci sınıfta yaptırmasına rağmen hala oyunculuk hayatında bir gram ilerleme yoktu.

Tiyatroyu seviyordu. Fakat tiyatroda para olmadığı bir gerçekti. O yüzden televizyona adım atabilmek istiyordu. Başrol olmasa da yan bir rolde, düzenli oynadığı bir dizi falan olsa işi daha kolay olacaktı. Okulla ve Starbucks'la beraber dizi zor yürürdü ama o zaman para kazanıyor olacağı için Starbucks'tan istifa ederdi zaten.

Ara sokaklardan birinde, daha önce hiç girmediği küçük bir dükkan gördü. Vitrini çok hoş dekore edilmişti. Bir sürü eski kitap vardı. Kapının önündeki sepette tanesi beş liradan ikinci el bir sürü ince kitap satılıyordu. Önce o sepetteki kitaplara bakındı ama kendi kafası bir şey seçemeyince içeri girdi.

Küçük bir dükkandı. Plaktan yetmişlerden kalma Fransızca bir şarkı işitiliyordu. Ve dükkanın içinin en az raflardaki kitaplar kadar eski bir hali vardı. Eski kokuyordu. Kasada oturan yaşlıca kadınla göz göze geldiğinde nazikçe gülümsedi. Kadın yuvarlak gözlüklerinin üzerinden bakıp gülümseyerek Çiğdem'i süzdü. Başını biraz eğerek selam da verdi.

Çiğdem tahta rafların önüne gelip kitapları incelemeye başladı. İlgisini çeken konularda olan kitapları dikkatlice inceliyordu. Tiyatroculukla ilgili de bir sürü eski kitap vardı. Bir tane diksiyonla, bir tane de kompozisyonla ilgili kitap aldıktan sonra romanlara baktı. Şöyle bol macera dolu bir aşk romanı olsa güzel olurdu. Polisiye falan da olabilirdi aslında. Ama mutlaka içinde güzel bir aşk hikâyesi olmalıydı. Hatta mükemmel bir erkek modeli! Çünkü kendisi ölümcül seviyede yalnızdı şu an. Bahar geliyordu ve Çiğdem'in aşksızlıktan ağzı kokuyordu. Evet, açlıktan değil ama aşksızlıktan kokuyordu.

Güzelce öpüşse, geçebilirdi belki.

Kendi bölümünde beğendiği bir çocuk vardı. Çocuk yedi senedir tiyatro bölümündeydi. Ya sınıfta kalmıştı ya da dondurmak zorunda kalmıştı hep. Çünkü başrol olmasa da dizilerde falan oynuyordu ve az buçuk meşhur bir tipti. Ama o çocuğun yalnız olduğu bir zaman yoktu. Hep bir kız arkadaşı oluyordu.

Aslında Çiğdem de ona çok hasta değildi. Olsa olurdu, bir denerdi, ama illa da o olacak diye yanıp tutuşmuyordu.

'Ay bir aşk olsun da, kim olduğumu mühim değil. Şöyle pat diye âşık olsam, ne güzel olur! Tabii benim âşık olduğum kişi de bana âşık olsun ki, sonra ç*k gibi kalmayayım ortada,' dedi içinden bir tane kitabın arkasını incelerken.

"Aşk romanı mı arıyorsun kızım?" diye sordu yaşlı kadın. Çiğdem arkasını döndüğünde kadının ayağa kalkmış ve yanına gelmiş olduğunu gördü. Kadın baya ton ton bir şeydi. Öyle tombiş yaşlı değildi ama yanakları sıkılası bir tipti. Saçlarının tamamı bembeyazdı.

Çiğdem'in elindeki kitaplara bakarken heyecanla gözleri büyüdü.

"Aktris misin?" diye sordu yüzündeki heyecanı aratmayan bir ses tonunda. Çiğdem kadına neşeyle gülümseyerek "Evet efendim, Mimar Sinan'da okuyorum. Tiyatrocu olacağım," dedi.

Kadın iyice gülümseyerek "Ben de devlet tiyatrosunda çalışmıştım senelerce. Emekli olalı da uzun yıllar oluyor," diye açıkladı.

Çiğdem bunu beklemediği için şaşkınca baktı kadına. "Ne güzel!" diye mırıldandı. Kadın içten bir samimiyetle onun elini tutarken "İnşallah sen de benim geçirdiğim kadar güzel seneler geçirirsin kızım. Dur ben sana birkaç roman tavsiye edeyim, beğendiğini al," dedi. Sonra Çiğdem için dükkanın değişik yerlerinde kitaplar baktı.

Çiğdem köşede kadını beklerken telefonu çalınca panikle çantasının ön gözünden telefonunu çıkardı. Çok sevgili ev arkadaşı Naira arıyordu. Naira İstanbul'a geldiğinden beri arkadaşıydı, ikinci sınıfın başından beridir de ev arkadaşı olmuştu. Bir Ermeni kızıydı. Yeryüzündeki en tatlı insanlar listesinde ilk 10'a girebilirdi belki. Onun da yer yer sinir bozucu olduğu anlar oluyordu ama genel olarak insanlara sevimli yüzünü gösteren bir tipti. Çoğu zaman da sahiden öyleydi.

"Efendim bebeğim?"

"Neredesin doğum günü kızı ya! Pasta keseceğiz seni bekliyoruz! Sıkıldık. İşten çıkalı yarım saat oldu, farkındayım. Şimdiye gelmiş olmalıydın?"

"Of Naira! Aceleniz ne? Keseriz gelince işte, siz keyfinize bakın şimdilik. Kitap alıyorum ben."

"Ay Çiğdem ne kitabı ya! Hadi gel, doğum gününde çalışman zaten yeterince saçmaydı, günü bizimle geçireceğine hala aylaklık yapıyorsun. N'olur gel hadi!"

"Ya Naira çok yorgunum bugün, bak bir dahaki 1 Mart'a sözüm olsun. O gün kutlarız doğum günümü."

"Ha ha ha, çok komik!" İşte bu Naira'nın sinir bozucu olduğu nadir anlardandı. "Sakın yürümeye kalkma, duydun mu beni? Tramvaya bin. Bekliyoruz hadi."

"Of tamam. Geleyim de zıkkımlanalım şu pastayı."

"Öptüm bebeğimm."

"Ben de."

Telefonu kapatıp çantasına geri koyarken kadın "Bugün senin doğum günün mü?" dedi kaşlarını kaldırarak. Çiğdem 'evet' anlamında başını sallarken utangaçça gözlerini kaçırdı.

Kadın elindeki tüm kitapları masanın üzerine bırakarak masanın arka tarafına geçti ve aşağılara bir yerlere eğilip bir şeyler aramaya başladı. Çiğdem parmak uçlarına yükselip, vücudunu sağa sola yatırarak kadının ne yapmaya çalıştığını anlamak istedi. Ama bir şey göremeyince beklemeye karar verdi.

"Hah işte! Buldum! Madem doğum günün, sana bu kitabı hediye edeceğim. Çok güzel bir romandır. Savaşçı ve kahraman bir İngiltere prensinin kurgusu. Roman 1700'lerin sonlarında, 1800'lerin başında geçiyor. Çok heyecanlı bir öyküsü var kitabın. Bir solukta okuyacağına eminim. Bu kitap çok eski ve tarihi değeri var. Özel bir kitaptır."

Kadın Çiğdem'e kahverengi sert kapaklı bir kitap uzatınca Çiğdem ürkekçe kitabı eline aldı. Kitabın üzerinde hiçbir şey yazmıyordu. Dışarıdan bakıldığında sayfaları sarı görünüyordu. Sahiden de çok eski olmalıydı.

"Ama ben bunu kabul edemem, madem tarihi bir değeri var. Yani... Hediye olarak alamam en azından. Siz de çok seviyorsanız zaten?"

"Yoo lütfen! İçimden geldi. Almanı istiyorum. Meslektaşımsın, seni sevdim. Ben okumuştum nasılsa, sen de oku. İnan bana, sihirli bir kitaptır. Çok seveceğine adım gibi eminim."

Çiğdem şaşkınca kitabın sayfalarını hızlıca karıştırdı. Bir kadına, bir kitaba baktıktan sonra "Peki o zaman, bari bunların ödemesini yapayım. Ne kadar?" diye sordu. Çantasını açıp cüzdanını çıkarırken elindeki iki tiyatro kitabını masaya bıraktı.

"On lira versen yeterli ikisine," dedi kadın yüzünden eksik olmayan gülümsemesiyle. Çiğdem kadına parayı uzattıktan sonra üç kitabı da özenlice çantasına koydu. Son kez kadına gülümseyip teşekkür etti ve iyi akşamlar diledi.

"Doğum günün kutlu olsun güzel kızım. Sana da iyi akşamlar."

***

Anahtarıyla evin kapısını açtıktan sonra karanlıkla burun buruna kalması tuhaf olmuştu. Madem kızlar evdeydi, niye ev karanlıktı?

"Naira? Seleen?" diye seslendi kapıyı kapattıktan sonra. Tam bir iki adım atıp salona girmişti ki birden ışıklar açıldı ve en az yüz kişi Çiğdem'in suratına doğru "Sürpriiiiiz!" diye haykırdı.

Düşündüğü ilk şey bu iki çılgının bu kadar adamı bu salona nasıl sığdırmayı becerdiğiydi. Evleri doksan metrekareydi. Dünyanın en büyük evi değildi yani. Kıç kadar dense, yeriydi hatta.

Naira "İyi ki doğdun tatlışıııım!" diye kollarını açıp sevinçle Çiğdem'e doğru koşturdu. Bir yetmiş beş—gerçekte öyleydi ama daimi bir topuklu kullanıcısı olduğundan genelde bir seksenden fazlaydı—boyunda, ince belli, sütün bacaklı taş gibi bir kızdı Naira. Karamel rengi, omuzlarına dökülen saçları pırıl pırıl parlıyordu her zamanki gibi. Giydiği kısa straplez mini elbisesi de vücudunu sarmıştı. Bütün hatları gözler önüne seriliyordu.

Çiğdem'e göre fazla seksi bir kızdı. Giydiği şeyleri her zaman üzerine yakıştırmayı da becerirdi. Zaman zaman ona özenirdi. Onun kadar bakımlı olmak için çabalardı ama sonra bir haftada beyaz bayrağı çekerdi. Naira'nın sabah kalkıp yüz bakımına harcadığı süreyi Çiğdem uyumaya harcardı.

"Teşekkür ederim. Keşke haber verseydin. Daha erken gelirdim?" dedi Çiğdem geri çekilirken korkak bir ses tonuyla. Naira onun tuhaf bakan ifadesine aldırmayarak "Haber verdim güzelim, sen uyuzluk yaptın. Neyse! Geç kaldın ama artık kutlamaya başlayabiliriz," dedi. Saçlarını geri attıktan sonra salonu son ses bir pop müzik doldurdu.

Öteki ev arkadaşı Selen o abartısız ama baştan çıkarıcı yamuk gülüşüyle Çiğdem'e bakarak ona yaklaştı. Çiğdem'in çakması için yumruğunu ona uzatarak "Doğum günün kutlu olsun bebek," dedi havalı tavırlarla.

Selen saf, katıksız bir lezbiyendi. Ve iki kızla aynı evde kalıyordu. Bu çoğu kişi açısından ilginç bir durumdu ama kesinlikle ters giden hiçbir şey olduğu yoktu. Onlar normal üç kız arkadaşlardı. Selen beraber yaşadığı iki kıza karşı da hiçbir şey hissetmiyordu. Zaten normalde de zor beğenen bir kızdı ve genelde yalnız takılırdı. Arada tavırları aşırı maskülenleşse de, feminen ıvır zıvırlarla da uğraşmayı severdi.

Çiğdem onun yumruğuna çaktıktan sonra arkadaşına sarıldı. Hala şu sürpriz işini sindiremediğinden şaşkın ördekler gibi etrafına bakınıyordu. Hâlbuki yorgunlukla ne hayaller kurmuştu. Eve gelip televizyon karşısında pinekleyecek, sonra da kitap okuyup sızacaktı ve ertesi günün cumartesi olmasının tadını çıkaracaktı. Şimdi uğraşması gereken bir sürü tip vardı evde.

"Abi nereden çıktı bu parti şimdi? Yani iyi etmişsiniz de, ben cidden çok yorgundum."

"Valla Naira'nın fikriydi. Bence de biraz eğlensen ölmezsin. Doğum gününde niye çalıştın ki? Ders çıkışı gelseydin ya eve?"

"Pazar evde oturayım diye çalıştım Selen. Biliyorsun, bir günüm boş kalsın istiyorum."

"Ya biraz takıl işte! Yine kendi kankalarını toplamış kız zaten. Senin tanıdığın üç beş kişi vardır. Bir bira aç, bir şeyler atıştır, Çekirdek."

Selen sinsice sırıtıp göz kırptıktan sonra kendine bir bira almaya giderken Çiğdem başını sağa yatırarak boş gözlerle onun arkasından baktı.

Selen 'Çiğdem' demezdi. Anca arada sırada derdi. Çekirdek diye seslenirdi Çiğdem'e. Bunun münakaşasını her yapışlarında da "Oğlum burası İstanbul. Siz İzmir'de nasıl çekirdeğe çiğdem diyorsanız, biz de çiğdeme burada çekirdek deriz. Yapabileceğim hiçbir şey yok. Ne zaman ki İzmir'e seni ziyarete falan gelirim, o zaman sana Çiğdem derim," derdi Selen. Bu cümleleri kurarken sanki hiç komik ya da sinir bozucu bir şey söylemiyormuş gibi de ciddi olurdu.

Ne kadar bu sözler üzerine Çiğdem "İyi de benim adım Çiğdem, adım! İsmim!" diye haykırsa da, Selen de umursamazlıktan gelip "İşte, ona çekirdek diyoruz biz. Çiğdem'e," diye ısrar ederdi. Çiğdem onunla bu konuda tartışmayı uzun süre önce bırakmıştı. Sadece arada çok kızdığında sataşıyordu. 'Çekirdek' olmaya alışmıştı. Selen sayesinde böyle seslenen bir sürü arkadaşı vardı.

Deri montunu, çantasını falan çıkarıp odasına bıraktıktan sonra, arkadaşlarıyla selamlaşıp zoraki hareketlerle kalabalığa karıştı. Herkesle ayaküstü kısaca sohbet edip hal hatır sorduktan sonra elinde birasıyla beraber evin manzara gören tek kısmı olan balkona çıkıp taburelerden birine oturdu ve İstanbul'un göz alıcı ışıklarını izlemeye başladı.

İşte bu da İstanbul'u sevdiği nadir anlardandı. İstanbul'un iğrenç karmaşasıyla uğraşırken hep memleketini özlerdi. İzmir'e gitsem de kafa dinlesem biraz diye düşünürdü. Sömestrde ailesinin yanına gidip bol bol özlem gidermişti ama ikinci dönem başlayalı daha iki hafta olmuştu. Uzun bir süre İzmir'e gidemezdi.

İstanbul'a böyle uzaktan bakmak çok güzeldi. Hele de Fındıklı'da, dördüncü kattaki bu dairelerinden görünen şu ufacık manzara bile o kadar şahaneydi ki! Oldukça az sayılabilecek bir manzara vardı ama Çiğdem'in de, diğer ev sakinlerinin de işini görüyordu. Bundan daha manzaralı ev, daha çok kira demekti sonuçta.

Aklı bugün gittiği kitapçı ve kendisine hediye edilen kitapla meşgulken balkona çıkan iki kişinin ayak sesini duymasıyla bakışlarını kapıya çevirdi.

"Selam! Galiba sürprizden pek mutlu olmadın? Buraya kaçtığına göre."

İşte o bölümden beğendiği çocuk gelmişti. Yedi senedir okuyan amatör oyuncu, Koray. Yanında da Çiğdem'in televizyon ekranlarından tanıdığı, yine çocuğun kendisi kadar meşhur olan bir kız vardı.

Ve el ele tutuşuyorlardı.

Yani yine yalnız değildi bu çocuk. Eli hiç boş kalmıyordu maşallah. Ayağa kalktığı sırada göz ucuyla kendi sağ eline bakarken içinden tanrıyla konuşmaya başladı. 'Neden benim elim onunkisi kadar şanslı değil ki? İkisini de sen yarattın! Ne fark var ikisinin arasında? Ona verdiğini niye buna vermiyorsun?'

Çekingence Koray'ı iki yanağından öptükten sonra "Yok, sadece biraz yorgunum, azıcık dinlenmek için kaçtım buraya," diye açıkladı. Bakışlarını Koray'ın yanındaki güzel kıza çevirince "Tanıştırayım, Esin. Papatyalar'daki rol arkadaşım," diye açıkladı Koray. Çiğdem Esin'le el sıkışırken onu çaktırmadan süzdü. Koray Papatyalar diye bir dizide oynuyordu şimdi. Oradaki oyunculardan biriydi bu kız da. Başrol ya da yan rol değildi ama orada oynuyordu. Demek ki set aşkıydı bu seferki.

"Doğum günün kutlu olsun Çiğdemcim, tanıştığımıza memnun oldum. Koray'ın dediğine göre sen de tiyatro okuyormuşsun?" dedi Esin. Görünüşle göre havalı görünmek için ekstra bir şey yapmasına gerek olmayan insanlardandı.

"Teşekkür ederim. Evet, üçüncü sınıf öğrencisiyim."

"Hiç oynuyor musun bir yerlerde?"

"Yok, arada figüranlık yapıyorum sadece. Bugüne kadar sadece tiyatrolarda ciddi rollerim oldu."

"Hmm, anladım. Umarım istediğin şekilde ilerlersin," dedi. İçten bir şekilde söylüyormuş gibi görünüyordu ama Çiğdem onun içten olmadığına adı gibi emindi. Bu oyuncu tayfasının ciğerini bilirdi.

Koray'la okul ve Koray'ın iş hayatı üzerine kısa bir sohbet yaptıktan sonra onlar içeri gitti tekrar. Çiğdem de son kez balkondan dışarıya bir bakış attıktan sonra o da içeri geçti.

Son ses çalmakta olan Love Don't Let Me Go şarkısına mırıldanarak eşlik ederken, koridordan odasına doğru ilerledi. Ayakta kaldığı her saniye bacaklarına ağrılar giriyordu artık. Kendi küçük odasına girip arkasından kapıyı kapattığında rahat bir nefes verdi. Hiçbir zaman simetrik bir şekilde toplamayı başaramadığı yatağına kendini bıraktı. Çantasından bugün aldığı kitapları çıkardı. Diksiyon ve kompozisyonla ilgili aldığı kitaplara şöyle bir üstünkörü göz attıktan sonra kadının hediye ettiği maceralı tarihi aşk romanını eline aldı. Kitabın kendisi de içindeki hikâye gibi tarihi bir şey olduğundan hala tutarken ürküyordu. Gerçi kadının dediğine göre bundan sonra kitap kendisine aitti.

Sert kapağı açtıktan sonra, tamamen sararmış kâğıtta siyah büyük harflerle yazılı "Şövalyenin Anahtarı" ismiyle karşılaştı. Ne bir yazar adı, ne de bir basım yılı bilgisi vardı. Resmen hiçbir şey yazmıyordu kitapta.

"Allah Allah!" diye söylenerek bir sonraki sayfayı çevirdi.

'Bazen dileklerinizin sonuçları zor şartlar doğursa bile, sizi istediğiniz yere ulaştıracak anahtara sahip olabilir Siz ne olursa olsun, asla vazgeçmeyin.'

Kitabın ikinci sayfasında yazan bu özlü sözü iki kere okuduktan sonra geçip ilk sayfayı açtı. Arkasında bir konu özeti olmadığından bir iki sayfa okuyup, az buçuk konuyu anlayabilmeyi umut ediyordu ama daha kitabın ilk sayfasını okumaya başladığı an kitabı elinden bırakamadı. Birden nasıl olduysa kendini yatağında, yastıklardan oluşan bir köşenin en rahat kısmında arkasına yaslanmış vaziyette kitabını okurken buldu.

Bi yarım saat sonra tam heyecanlı yerlere gelmeye başlamışken odasının kapısı paldır küldür açıldı, Selen ve okuldan başka bir arkadaşları olan İlkay içeri daldı.

"Oha Çekirdek! N'apıyorsun lan sen burada? Kitap mı okuyorsun? Kızım ya bizden başkası gelseydi odaya? Ne kadar ayıp bu yaptığın biliyor musun? Kalk içeri gel!"

Çiğdem başını kaldırıp Selen'in üstünden eğilmiş İlkay'a bakarken "N'apayım? Çok heyecanlıymış kitap. İki sayfa okuyup bırakacaktım, gelemedim," diye cevap verdi.

"Hadi zıpla zıpla, biz kopuyoruz içeride, senin şu yaptığına bak!"

Çiğdem isteksizce kitabı yatağının üzerine bırakıp kalktı. İlkay ve Selen'in zorlama dansları eşliğinde, üçü beraber dans ederek salona döndüler.

İlkay Çiğdem'i belinden kavradığı gibi çalmakta olan Hush Hush'ın ritimlerine göre dans ettirdi. Dans etmeyi de severdi Çiğdem.

Bol kahkaha dolu sohbetlerden, hareketli danslardan, galon galon alkol alımından sonra konuklar yavaştan dağılırken, Çiğdem de artık yorgunluktan ölmek üzere olduğunu bahane ederek odasına kaçtı. Kapısını sıkıca kapattıktan sonra hemen hızlıca soyunup en sevdiği pijamalarını giydi. "Yaşasın, okuma ve uyku keyfi yapacağım!" diye çılgınca bir sevinç içerisine girerek, kendini camın önünde, duvara dayalı olan yatağına attı ve kitaba kaldığı yerden devam etti.

Cidden çok ilginç bir kitaptı. Yirmi altı yaşındaki çapkın İngiltere Prensi, bir kadınla evlenmek üzereyken savaş çıkmasıyla ülkesinden ayrılmak zorunda kalıyordu. İki sene süren ve türlü türlü gizemli olayların patlak verdiği maceralı savaştan döndüğünde, kadının başka bir adamla evlenmek üzere olduğunu görüyordu. Tüm o karmaşayı çözmek isterken başına bir sürü yeni belalar açıyordu. Prens inanılmaz sempatik, tatlı, yakışıklı, cömert, iyi kalpliydi. Kısacası ancak romanlarda rastlanacak tipte bir erkekti.

Artık son dakikaları oynadığını hissederken kitapta bir hayli ilerlemişti. Ama gözleri kapanıyordu. İstemeyerek de olsa kitabı yavaşça kapatarak başucuna koydu. Yüksek yastığına yaslanıp camdan dışarı bakarken gözlerini tepedeki dolunaya dikti.

"N'olurdu benim de hayatımda şöyle bir erkek olsaydı? Ne mutlu olurdum. Bir dediğimi iki etmezdi, beni karşılıksız severdi. Ama yok! Biz bir Esin Hanım değiliz sonuçta! Öyle dikkat çekmiyoruz. Kırk yılda bir, bi kısmet buluruz mesela, o da hemen kapılır!" diye söylendikten sonra yüzünü asarak yalvarma moduna geçti. "Allah'ım ya! Bak valla çok bir şey istemiyorum. Bir tane düzgün bir erkek istiyorum. Ben de herkes gibi birazcık mutlu olayım. Birazcık! N'olursun?!"

Oturur vaziyette uzandığı yerde sızlandıktan sonra başını iyice kaydırıp perdeyi çekti. Kaderine yana yana uykuya dalarken kitaptaki gibi bir erkeği hayatında hayal etmeye çalıştı. Pek beceremese de düşünmesi güzeldi. Öyle düşüne düşüne uykuya dalarken, sabah karşılaşacağı sürprizden habersizdi tabii.

***

"Kim söylemiş beni
Süheyla'ya vurulmuşum diye
Kim görmüş ama kim Elene'yi öptüğümü
Yüksek kaldırımda güpegündüz
Melahat'i almışım da sonra
Alemdar'a gitmişim öyle mi?
Onu sonra anlatırım, fakat"

Sabah sabah işittiği korkunç sesler yüzünden başı fena sızlıyordu. Bangır bangır Levent Yüksel çalıyordu. Selen söylüyordu bunu. Arada da Naira eşlik ediyordu galiba... Onlar bağırdıkça Çiğdem'in başı çok kötü sızlıyordu. Bir de kapı da kapalıydı!

Bu kızlar da dün akşam içmişlerdi? Nasıl böyle sabah sabah şarkılarla türkülerle kalkıp eğlenebiliyorlardı? Çiğdem üzerinden tır geçmiş gibi hissediyordu. Tabii, hanımefendiler dört saat hiç oturmadan çalışmamışlardı ki! O ayakta zıplaya zıplaya geçen dört saatin üzerine bir de evde eğlence uğruna zıplamıştı zaten. Kafası da kazan gibiydi.

"Oy, başım!" diye sızlanıp eliyle alnını ovuştururken yattığı yerde yavaşça arkasını dönmeye başladı. Güzel güzel dönerken daracık yatağında taş gibi bir şeye çarpınca irkildi.

Gözlerini ovuşturarak başını yan tarafa çevirdiğinde şaşkınlıktan küçük dilini yutacağını sandı.

Yanında bir adam yatıyordu!

Çıplak olarak!!!

"S*ktir lan!" diye bağırarak yerinden hopladı. Kaçacağım derken de başını duvara çarptı. Kafasına saplanan acı yüzünden çığlığı basarken eliyle başını tuttuğu sırada yanındaki erkek kıpırdanarak gözlerini aralamaya başladı. Çocuğun inanılmaz güzel mavi gözleri perdenin aralığından vuran güneş sayesinde parıldarken, Çiğdem hala içeriden Levent Yüksel'in Dedikodu'sunu söyleyen arkadaşlarını işitebiliyordu.

Çiğdem'in anlam veremediği bir sürü olay dizisi olup biterken onların içeride şarkı söylüyor olması ne kadar acımasızca bir davranıştı!

"Sen kimsin be? Ne işin var burada? Niye çıplaksın?!" diye çemkirdi çocuğa en kalın ve korkutucu sesiyle. Sanki o ufacık tefecik yapısıyla ona karşı ürkütücü görünme şansı varmış gibi.

Çocuk gözlerini kısıp Çiğdem'i inceledi. Gözüne korkunç görünen ve yamulmuş kıyafetine rağmen onun güzel bir kız olduğuna kanaat getirince gülümsedi. Feneri güzel bir yerde söndürdüğüne inanıyordu.

"Dün geceyi pek—Ne? Ha? Nece bu? Ha, ha? Neler oluyor?"

Çocuk hızla yattığı yerde doğrulup salak salak kendine ve etrafına bakınmaya başladı. Parmakları dudaklarını üzerinde dururken sanki konuşmayı başardığına inanamıyormuş gibi bir hali vardı. Çiğdem ona bakarken öyle sezinlemişti. Niye bu kadar şaşkındı?

İyi de Çiğdem dün gece o kadar sarhoş olmamıştı ki! Ne yaptığını, neler ettiğini hatırlıyordu. Bir erkekle—hele de böyle 'dumanı tüten' bi tanesiyle—hiçbir münasebeti olmamıştı dün gece. Bırak 'yatmayı' öpüşmemişti bile! Hatta gece yatmadan önce yalnızlığına hayıflanmıştı.

Çocuk şaşkın şakın, fazla uzun bir süre boyunca etrafına bakındıktan sonra bakışlarını Çiğdem'e çevirdi. Ona yaklaşarak saçlarına, giydiği mavi askılı yazlık pijamasına baktı. İşaret ve baş parmağı arasında askıyı kıstırıp çekiştirirken Çiğdem onun eline bir tane patlattı.

"Sapık mısın lan sen! N'apıyorsun! Oğlum kimsin sen, cevap versene? Ne yaptık biz dün gece? Ya ben bir bok yapmadım ki?! Geldim burada kitap okudum yattım sonra!"

"Ben dün gece Garry ile birlikte kumar oynamaya gitmiştim. Orada içmiştik... Bu nece ya? Ben nece konuşuyorum? Ben niye bu dili konuşuyorum? Ben niye bu dili anlıyorum? Ben niye bu dili biliyorum? Ben neredeyim?!?!"

Çıplak çocuk, Çiğdem'deki korkunun üç katını yaşamaya başlamış görünüyordu. Yaşadığı panik halinden dolayı ötürü yerinde duramayarak yataktan çıkınca Çiğdem'in gözleri büyüdü. Şu an tam göz hizasında bir adet erkek organı takımı vardı. Çocuk hızla arkasını dönünce de, taş gibi poposu Çiğdem'in manzarasına girdi.

Aslında İstanbul manzarasından kat kat iyi bir manzaraydı ama Çiğdem ürpererek ve utanarak sarındığı örtüyü çocuğa fırlattı.

"Şunu üstüne kapatır mısın? Anadan doğma geziyorsun. Ayrıca Garry kim? Ne kumarı? Ya senin adın ne?"

Çocuk Çiğdem'in attığı yorganı üzerine sarınırken yerlere bakarak kıyafetlerini arıyordu. Ama sürekli gözleri odanın içindeki, daha önce görmediği nesnelere takılı kalıyordu. Mesela masanın üzerinde duran o şey... O neydi öyle? Dolabın yanında da ilginç bir şey vardı. Aslında dikkatli bakınca odada daha önce görmediği bir sürü şey vardı!

Ayrıca bu oda çok küçüktü. Hayatında hiç böyle oda görmemişti. Bu kadar küçüğünü... Yatak da tek kişilik gibiydi. Nasıl sığmışlardı ki o kızla beraber?

"Beni tanımıyor musun? Prens Alexander Frederick? I. Sussex Dükü Alexander? House of Hanover? Bu bir çeşit doğu ülkeleri dili falan mı? Türkçe gibi. Ama benim bildiğim Türkçe böyle değildi. Gerçi ben o Türkçeyi de bilmiyorum, sadece duymuştum."

Çiğdem boş bakışlar attığı gözlerini kırpıştırırken birden, kış aylarında fazla soğukta kaldıktan sonra çalıştırılınca yavaş yavaş açılan araba motoru gibi tekleyerek gülmeye başladı. Sonra tekleyen gülmesi iyice kahkahalara dönüştü, ardından kelimenin tam anlamıyla gülmekten yarıldı.

Karnını tuta tuta gülerken "B—ben de... Ben de VI. Çiğdem Çoksevimli. Hakikaten soyadım Çoksevimli bu arada, dalga geçmiyorum. Ahhahaha ay! Ay!!! Hatta House of Kabataş oluyoruz biz. Tabii ama babamlar House of Karşıyaka'danlar. Biz oturduğumuz yeri soyadı olarak alamıyoruz ne yazık ki. Ahhahaha ay of karnım ağrıdı!" dedi. Daha doğrusu demeye çalıştı çünkü gülmekten zar zor cümle kuruyordu.

Alexander anlamsızca Çiğdem'e bakarken pek gülmüyordu. Daha çok... Alınmış gibi görünüyordu.

Sonra birden aynı gülmeye başlarken olduğu gibi sesi tekledi Çiğdem'in. Sonra yavaşça gülmesi durdu. Tamamen durduğundaysa gözleri şaşkınlıkla büyürken ağzı şok içinde açıldı.

Karşısındaki Alexander'ı defalarca baştan sona süzdü.

Bu kitaptaki çocuktu! Kitaptaki çocuğun adı buydu! Tipi de aynen böyle tasvir edilmişti. Gece karası gür saçlar... Masmavi gözler... Bir doksan beş boy ve mükemmel vücut! Kitaptaki Alexander yakışıklılıktan ölüyordu. Karşısındaki de aynen yakışıklılıktan ölmek üzereydi.

Aşağı düşen çenesi ağzının beş karış açılmasına sebep olunca eliyle ağzını kapattı. Kocaman açılmış yeşil-ela gözleriyle Alexander'ı süzerken Alexander Çiğdem'in cep telefonuna parmağını uzatıp uzatıp geri çekiyordu. Dokunmaya çekiniyordu.

"Bu ne? Senin bu küçük odanda ne kadar çok ilginç şey var böyle. Ne işe yarıyor bu? Dokunsam ölür müyüm—"

"Kitap nerdeeeeeeeeeeeeeeeeeeğğ?!!?!?!?"

Çiğdem böğürerek Alexander'ın lafını kesti ve komodinin üzerine atıldı. Alexander, Çiğdem öyle panter gibi atılınca korkuyla geri kaçtı ve üzerindeki örtüyü düşürdü. Geri sarınmaya çalışırken Çiğdem manyak gibi etrafta kitabı aramaya başlamıştı bile.

Fakat kitap yoktu! Uyumadan önce komodine bıraktığına adı gibi emindi. Ama yoktu. Gerçi uyumadan önce 1800'lerden kalma bir erkekle sevişmediğine de emindi ama görünüşe göre gerçekler bazen yanıltıcı olabiliyordu.

Panikle odanın içinde kitabı ararken "Biz yattık mı?" diye sordu. Alexander hala şaşkın şaşkın Çiğdem'i izliyordu. "Bilmem. Ben hatırlamıyorum seni? Biraz da benim sorularımı cevaplasak. Neredeyiz biz? Bu eşyalar ne? Senin üstündeki tuhaf kıyafet ne mesela? Hala bu dilin Türkçe olduğu konusunda da bir kesinliğe varamadık."

"Ben dün bir kitap aldım. İlginç bir kitaptı. İlk geceden baya bir ilerledim. Bir prensin hayatındaki olayları anlatıyordu ki sanırım o prens sensin, çünkü tasvir edilen tip aynen senin tipin ve isim de birebir aynı. O da İngiltere prensiydi. Yirmi altı yaşındayken, Monica diye bir leydiyle evlenmeden evvel savaşa gitmek zorunda kalıyordu. Savaşta buna tuzaklar kuruyorlardı. Suikastlar düzenleniyordu falan hatta. İki sene sonra yirmi sekiz yaşındayken ülkesine dönmeyi başardığında Monica'nın başka bir adamla evlenmek üzere olduğunu görüyordu. Bununla uğraştığı kısımlarda kaldım."

"Şu an tam olarak benim hayatımı özetledin... Ve bunu bir kitapta okudun, öyle mi? Benim hayatımı benden habersiz kitap mı yapmışlar?"

Çiğdem bulamayınca aramayı kesip nefes nefese kalmış haliyle Alexander'ın önünde durdu.

"Ben o kitapta Garry'yle senin kumarhaneye gittiğin kısımda kalmıştım. Aman Tanrım!" diye söylendi yine şaşkınlıktan açılan ağzını eliyle kapatırken.

"Hala sorularımı cevaplamadın?"

"Önce kendi kafamdakilere birer cevap bulabilirsem!.. Evet, Türkçe konuşuyoruz ve inan bana, bilmediğin dili nasıl konuştuğun hakkında hiçbir fikrim yok. Kitapta İngilizce, Galce, Almanca, Fransızca ve İspanyolca biliyordun."

"Evet doğru. Öyle."

"Türkiye'deyiz?"

"Pardon? Neresi?"

"Türkiye. Avrupa ve Asya'nın kesiştiği kısımda bir ülke. Coğrafyan berbatmış. Bir prense yakışmıyor."

Alexander kendinden emin bir şekilde gözlerini kısarak düşünür gibi bir hal aldı. "Orada Osmanlılar olduğuna adım gibi eminim."

Çiğdem gözlerini ifadesizce kırpıştırdı. "Coğrafyan berbat değilmiş... Sadece iki yüz sene kadarcık kaybın var..."

"İki yüz sene mi? Ne?!"

"Şuan tarih 2013... 2 Mart 2013 tarihindeyiz biz. Senin zamanından iki yüz yıl sonrasına denk geliyor."

Alexander sanki biri ona beş dakika sonra kıyamet kopacağını söylemiş gibi odanın ortasında kalakaldı. Aslında kıyamet kopmuştu onun için. Beş dakikası falan yoktu.

Ne demekti iki yüz yıl sonrası? O neydi öyle? Nasıl bir saçmalıktı?

"Şaka yapıyorsun değil mi? Benimle dalga geçiyorsun? Ben şimdi seninle öpüşeceğim, şurada sevişeceğiz ve gördüğüm güzel rüyanın etkisiyle tahrik olmuş olarak uyanıp, ardından gerçek sana sarılıp gerçekten sevişeceğim? Değil mi? Rüya bu! Hı hı eminim, kesin rüya bu. Türkçe bilmemin, bu tuhaf şeylerin başka hiçbir açıklaması yok."

Alexander'ın gözleri şimdi de Çiğdem'in masasının üstündeki laptopa gitti.

"Rüya falan değil çok sayın prens hazretleri. Gayet de 2013'teyiz. Milenyum çağlarına ayak basalı çok oldu. Şu lanet kitabı bulup senin buraya nasıl geldiğini bir an önce çözersek çok mutlu olacağım."

İşte şimdi yıkılmış gibi yavaş yavaş gerileyerek heybetli bedenini yatağa bir külçe gibi bıraktı Alexander. Arkasındaki perdeyi aralamaya korkuyordu çok. Gittikçe tespih böceği gibi küçülerek olduğu yerde kalakaldı. Çiğdem bir an için ona acısa da, anında kendine de acıması gerektiğini hatırlayarak odanın içinde kitaba bakınmaya devam etti.

O sırada kapısı gürültüyle açılıp "Günaydın sabah çekirdeği!" diye haykıran Naira yatakta Çiğdem yerine çıplak bir erkek görünce önce ufak bir çığlık attı, sonra şaşkınlıkla gözleri büyüdü.

"Pardon. Ben en son yalnız olduğunu sanıyordum ama?"

Çiğdem sabah berbat bir baş ağrısıyla uyanmasına sebep olmuş arkadaşına ters ters baktı.

"Ya ya! Süheyla'ya vuruldum, Elene'yi öptüm, Melahat'i alıp Alemdar'a gittim, Mualla'yı da sandala değil ama yatağa attım gördüğün gibi. Tövbeler olsun, tövbe Yarabbim ya! Sabah sabah Selen'le birlikte beynimi miktiniz. Şu an inan bana çok ama çok büyük bir sorunumuz var Naira!" dedi kızgınca kitaba bakınmaya devam ederken.

Naira olan biteni anlamadığı için aklını başka şeye yorarak, korkuyla Çiğdem'e baktı. Bir kez daha gözleri korkuyla irileşti.

"Oha Çiğdem inanmıyorum! Bekaretini mi kaybettin?! Nasıl böyle bir şey yaparsın?! Sana zorla mı sahip oldu yoksa. Hayvan herif! Aşağılık! Seleeeen!"

Naira'nın delirip Alexander'a saldırması bir saniyesini almıştı. Çiğdem zavallı prensin üstüne atılan arkadaşını tutmaya çalışırken Alexander Çiğdem'e "Sen bakire miydin? Ben seninle yattım mı? Aman Tanrım!" diye haykırdı.

"Kesin şunu! İkiniz de panik yaratmayı kesin! Ben kimseyle yatmadım. Bir sakin olabilir miyiz?"

"Neler oluyor ya?" Selen'in de elinde tavayla ve üzerinde önlükle odaya girmesiyle ekip tamamlanmıştı. Alexander tuhaf saçları olan Selen'i önlükle görünce onun hizmetçi olduğunu sanarak "Ben çok açım yiyecek bir şeyler hazırlayabilir misin? Biraz burada uzansam iyi olacak. Aslında daha geniş bir yatağınız yok mu? Anladığım kadarıyla sizler soylu değilsiniz?" dedi kızlara bakınarak.

Üç kız da sanki karşılarındaki adam kendileriyle dalga geçiyormuş gibi ona baktılar. Çiğdem az çok olan biteni bildiği için diğerlerinden daha az şaşırmıştı.

"Oldu canikom!!!" diye bağırdı Selen. Normalde de kızdığında korkunç bir görüntüsü olurdu. Selen'in. Ayrıca lezbiyen olması gerçeği, sinirlendiği anlarda onun bir erkek gibi bağırıp çağırmasına neden oluyordu. "Kim bu dingil ya!? Kendini sadrazamın sol t*şşağı mı sanıyor? Nereden buldun bunu Çekirdek? Çakarım ben bunun ağzının ortasına bi tane, duvardan malayla kazırlar!"

"Bakın kızlar, bir sakin olun açıklayacağım. Gerçi ben de neyi açıklayacağımı bilmiyorum ya... Çok tuhaf ve kötü şeyler oluyor..." Çiğdem kızlardan Alexander'a döndü. "Arkadaşım bak, rica edeceğim, o Garry falan sana Alex diyordu, ben de öyle diyeceğim, lütfen burada o sinir bozucu prens triplerine girme. Çünkü bitti o devir. Krallık, prenslik falan yalan oldu. İngiltere'de hala bir kraliçe bozuntusu ve bir iki tane prens gibi bir şeyler var, onlar da magazin konusu. Başka bir bokuma yaramıyorlar. Otur iki dakika şuraya. Naira, Selen, bakın bunu bir seferde söyleyeceğim ama lütfen bana inanın n'olur beni zorda bırakmayın ve de bana delirmişim muamelesi yapmayın.. Bu Alexander. Kendisi dün aldığım kitaptan bir karakter. Hani beni kitabı okurken basmıştın ya İlkay'la, eski bir kitap okuyordum. 1800'lerin başındaki bir İngiltere prensinin maceralarını anlatan bir kitaptı. Ve nasıl olduysa, ne olduysa sabah uyandığımda bu çocuk anadan doğma olarak yanımdaydı ve kitap şu an kayıp. Hiçbir yerde yok. Delirmek üzereyim, o kadar korkuyorum ki."

Selen Çiğdem'in sözleri üzerine endişeyle gözlerini kısarak elindeki boş tavayı çocuğa silahmış gibi tuttu. "Bana bak Çekirdek, bizle dalga geçiyorsan fena olur? Ne lan bu? Ne demek kitaptan çıktı? Kinder sürpriz mi lan bu? Korkutma beni."

Naira'nın gözleri de şaşkınlıkla büyürken "Dün gece sarhoş olmuş olduğunu bilsem, kafayı yedin derdim ama. Şimdi bu kitaptan fırlayan bir prens mi yani?" diye mırıldandı Alex'le göz göze gelirken. Alex çapkınca Naira'yı süzünce, Naira biraz utanarak ona bakıp gülümsedi.

"Valla kızlar aynen öyle. Kitabı bulsam size kanıtlayacağım ama bulamıyorum işte. Gece bir şey olmuş, kitap kaybolmuş ve bu geldi onun yerine! Ya of! Zaten tuhaf bir kitaptı o. Yazarı bile yazmıyordu. Ne basım yılı, ne bir şey vardı. Almayacaktım hiç. Kesin çarpıldım ben."

Selen'in kaşları iyice çatılırken "Lanetli olmasın bu? Hani filmlerde oluyor ya? Cin min falansa Çiğdem? Pis pis pis pis!!!" elindeki tavayla Alex'e saldırmaya başlayınca Naira ve Çiğdem onu zar zor tuttular. Alex de korkuyla Selen'den uzağa kaçarken "Büyücü değilim ben!" diye haykırdı.

"Lan bana bak prens bozuntusu! Kapa çeneni alırım ayağımın altına ha!" Selen onunla öyle kavga ederken Çiğdem kıkırdamasına mani olamadı. Arkadaşı cidden çok komik görünüyordu.

"Adam tüm savaş boyunca yüzlerce asker öldürdü. Tam yedi suikasttan sağ kurtuldu ve sen onu ayağının altına alçaksın, öyle mi Selencim? E peki, sana kolay gelsin," dedi alaycı bir şekilde Çiğdem.

"Bence kendisi kesinle büyülü bir şey. Onu evde tutabilir miyiz? Baksanıza, Güney Amerikalı bir model gibi. Müthiş bir şey. Ve de bir prensmiş! Kesinlikle bir mucize gibi!" Cilveli edalarla Alex'e bakarken, Alex ona göz kırpınca Çiğdem iyice uyuz olarak arkadaşının başını çenesinden tutarak kendisine çevirdi.

"Naira! Kendine gel! Çözüm bulmak zorundayız. Tabii ki de burada kalamaz. Ben şimdi onu alıp kitabı aldığım kadına gideceğim. Umarım bana yapacak mantıklı bir açıklaması vardır. Siz sakın kimseye böyle bir şey olduğunu söylemeyin, tamam mı?"

O sırada kapı çalınınca Selen Alex'e kötü bakışlar ata ata kapıyı açmaya gitti. Naira Alex'e bakarak cici cici sırıtırken, Çiğdem "Şunun giyebileceği bir şeyler var mı elimizde? Hayır, geldin, bari çıplak gelme ya!" diye söylendi. Naira hayır anlamında başını sallarken "Ben gidip Fıratlardan bir şeyler isterim. Fırat'ın vücut ölçüleri buna uyar bence. Aslında bıraksak çıplak gezse ya Çiğdem, iyi olmaz mıydı?" dedi. Hülyalı hülyalı Alex'e bakıyordu hala.

Çiğdem iyice asabı bozulunca Naira'yı sırtından iterek odasının dışına götürdü. Selen kapıda Fırat'la konuşuyordu. Komşuları Fırat, Çiğdem ve Naira'yı görünce elini kaldırıp onlara da selam verdi.

"Nasılsınız kızlar? Süt almaya geldim de ben," dedi. Naira Fırat'ı beğenirdi. Ama Naira herkesi beğenirdi. Öyle bir sorunu vardı.

"İyiyiz, çok mutluyuz, dün çok eğlendik ya. Ben de sana gelecektim Fırat, ya bir arkadaşımız kıyafetlerine kustu da, senden ödünç bir pantolon bir gömlek alsak olur mu?"

"Şu arkadaşınız mı? Çarşaf yakışmış ama ben kıyafet vereyim yine de." Fırat gülerek söylediği cümleler sırasında kızların arkasında duran Alex'e bakıyordu. Çiğdem onun odadan çıktığını fark edince tam azarlayacaktı ki Fırat'ın önünde bir şey yapamayacağı aklına geldi.

"Seni dün gece görmedim dostum. Aslında ben seni hiç kızların evinde görmedim. Kimsin sen?"

"Ben Al—"

Çiğdem Alex'in lafını kestiği esnada gözü girişteki etajerin üstünde duran fotoğrafa gitti. Selen ve Çiğdem, Gönülçelen dizisinin setinde Onur Saylak'la ve Tuba Büyüküstün'le fotoğraf çektirmişlerdi.

"Onur. Onur o. Selen'in uzaktan kuzeni. Dün gece parti bittikten sonra geldi."

Oradaki Onur'u görünce ismi öyle sallayıverdi. Alex demek daha büyük sorumluluğa neden olacaktı. Daha fazla açıklama, daha fazla sorun...

Selen kızgın bir şaşkınlıkla arkadaşına bakarken gözleri adeta ona ayar veriyordu. 'Neden benim kuzenim oluyormuş o?' diye isyan ediyordu sadece gözleriyle.

"Memnun oldum Onur. Hoş geldin," diyerek elini uzattı Fırat. Alex—namıdiğer Onur—şaşkınca kendisine uzatılan ele baktıktan sonra Çiğdem'e baktı. Çiğdem sağ eliyle tokalaşır gibi yaparak dişlerinin arasından "Sıksana elini," diye mızıldandı.

Alex çekingence çocukla tokalaştıktan sonra Fırat, "Ben sana giyecek bir şeyler getireyim. Galiba sana boxer da lazım. Donuna nasıl kustun be oğlum?" diye gülerek söylendi. Fırat'ın dediklerine Selen'in de gülesi geldi.

Çiğdem "Aslında Fırat, şu bordo Converselerini de ödünç alabilir miyiz? Söz akşam geri vereceğiz," deyince; Fırat hayret dolu bir bakış attı Alex'e. Sonra gene güldü.

Fırat gittikten sonra Alex suratını asarak başını salondan tarafa uzattı. Öbür odadan biraz daha büyük bir oda görmenin şaşkınlığını yaşarken birden bakışları pencereden dışarı gidince ürktü. Bir iki adım gerileyip arkasındaki etajere çarparken, Çiğdem hemen onun yanına gelip onu kolundan tuttu.

"Sakin ol! Uzaylı gibi ondan bundan korkmayı bırak. Her şey açıklayacağım sana. İki yüz senede çok şey değişti. Hem de çok fazla şey. İnsanların yaşam tarzları, yaşayış şekilleri, sosyal statüler, çalışma hayatı, eğitim hayatı, kadın-erkek ilişkileri. Hepsi çok farklı. İnan bir günde bir seferde hepsini öğrenmene imkân yok. Sabırlı ol. Zamanla öğreneceksin," dedi. Alex ilk defa gerçekten Çiğdem'e bakarak ona güvenmeye çalıştı. Ama bu hayatı istemiyordu. Şu an geri gidebilmek için her şeyi yapardı. O Garry'yi, abisini, saraydaki çılgın yaşantısını ve Monica'yı geri istiyordu. Orada herkesin emrine amade olduğu bir prensti. Burada ise hiçbir şeydi. Hiçbir şey! Hiçbir unvanı yoktu. İnsanlarla tuhaf bir şekilde selamlaşıyordu. İlginç eşyalar kullanıyorlardı. Suyun üzerine metalden kocaman upuzun gemiler gidiyordu. Ve yollarda da çok değişik dört tekerlekli şeyler hızla ilerliyordu.

"Öğrenmek istemiyorum! Gitmek istiyorum ben. Bu cehenneme nasıl geldim bilmiyorum ama defolup gitmek istiyorum! Anlıyor musun?! Bu lanet dili konuşmak istemiyorum. Bu küçücük dört duvar arasına tıkılıp kalmak istemiyorum. Bu saçmalıkta yaşamak istemiyorum!!!"

Continue Reading

You'll Also Like

1.2M 27.5K 52
Babasının geçmişte bıraktığı acılarla, kendini bir savaşın ortasında bulan Zeynep'in şimdiki savaşı ise annesi içindir. Yenilmezlik maskesini suratın...
6.3K 1K 15
'tüm ideolojileri kınıyorum, anlarlar belki o zaman.' ..yalan söyledim bu zarar bize. şimdi kalbimi bırak yalan söyleyen küçük bir diş perisiyim ben...
Kaknüs By Kaktustugce

General Fiction

42.1K 5.2K 29
Tarihî ve askerî bir kurgudur.. Tamamen kurgusaldır, herhangi bir kurum veya kuruluşla ilgisi yoktur! Gözlerim Baybars'ın gözleriyle buluştuğunda onu...
679K 7.7K 34
"Bu saatten sonra yer mekan fark etmez yüzbaşım." Yetişkin içerik !