BEZ BEBEK |B×B| +18

By AsenaAlbert

27.1K 1.5K 534

Bekar bir adam, yaşadığı travmatik yangından sonra tüm ailesini kaybeder. Enkazdan elinde tek kalan ise büyük... More

1
2
3
4
5
6
7
8
9
10
11
12
13
15 (+18)
16
17
18 (+18)
19(+18)
20

14

1K 55 26
By AsenaAlbert

Sınır:

Vote:40
Yorum:30

.........

Tarih: 19 Nisan 1980

Uygar Orlando daha 20 yaşındaydı. Ülkesindeki karmaşayı görüyor ancak gençlik heyecanı ağır basıyor ve zamanını bu karmaşının içindeki adrenalinde harcıyordu.

Gündüzleri uyuyor, akşam uyanıyor ve karanlık sokaklara ilk adımını atıyordu. O zamanlar yerlerde yeşermiş otlar, uzun, çiçekli ağaçlar bulunuyordu. Ancak karanlığın içine doğru adımlayan birisi açan çiçeği görmezdi. Çünkü görmek istediği bu değildi.

Ailesi ve Kanaçi ırkı arasındaki bitmek bilmeyen savaşın ilk tohumları ekilmeden önceki gece, Uygar ailesi ile yaptığı kavga sonucu yine evden kaçmıştı. Büyükbabasının büyük ısrarları sonucunda daha asi bir karaktere bürünüyordu ancak bunu kimse görmüyordu.

Tek istedikleri, Orlando Kraliyetinin Dauphine'i olarak tahta çıkmak için hazırlanmaya başlamasıydı. Bunun için yapması gereken ise biri ile mühürlenmek yani evlenmekti.

Kraliyet ailesindeki mühür, halktaki kadar zayıf değildi. Sevgi bittiğinde silinmiyordu. Silinmesi için mühre sahip birinin ölmesi gerekiyordu.

Zaten Uygar birine bağlanmamıştı ki. Kimseyi sevemiyorken, nasıl mühürlenebilirdi? Bunun olmayacağını ailesine anlatamıyordu.

"Ooo Orlando, yine geldin demek? Ardındakileri atlattın değil mi?" Samimi olan ancak içinde çıkarında gezdiği tını ile ona seslenen adama döndü Uygar. Ardındakiler dediği, peşine düşen muhafızlardı. Ama atlatmıştı.

Yıllardır kaçtığı için, bu konuda profesyonel olmuştu.

"Mal var mı?" Adam yarım ağız gülüp elini arka cebine attı ve kalitesiz bir poşete sarılı sarı tozu çıkarıp, Uygarın önüne attı. "Bunlar çok büyük kafa yapar, aman ha dikkatli kullan. Veliahtımızı kötü duruma düşürmek istemeyiz." Gülerken, en az toz kadar sarı dişleri gözüktüğünde Uygar onun yüzüne bakmaya tahammül edemedi ve önündeki poşeti açmaya başladı.

"Malın karşılığı altın değil Dofen'im. Yarın gece çok büyük bir enerji açığa çıkacakmış. Enerjinin kaynağını bulana, 500 saf altın verilecekmiş." Ağzını aramak için konuşuyordu. Karşısında umursamaz bir şekilde tozu çeken adamın, zümrüt yeşili gözlerine dikti bakışlarını.  "Eğer siz bu enerjinin kaynağını biliyorsanız-" Uygarın kaşları çatılmadı, yüzü kasılmadı hatta bir mimik dahi oynamadı ancak ölümcül derecede düz bakışlar Norman'a dönüdüğü an Norman yerinde titredi.

Her ne kadar yanlarına gelip biraz otlansa ve onlarla birlikte enerji avına çıksa da karşısındaki, Orlando Kraliyetinin Veliahtıydı. Yüzüne her baktığında gördüğü yeşil gözler bunun bir kanıtıydı. Yeşil gözler gözlerinden çekilip arkasını döndüğünde ise ensesinde kazılı Dauphine Mührü yine kendisini belli ediyordu.

Çünkü bu mühür yalnızca Kraliyet ailesinde oluyordu.

Halkta bulunan mühür yuvarlaktı. Yuvarlağın tam orta kısmında ise çeşitli desenler olurdu. Herkesin mührü kendine özgü desenlere sahip olur ve kimin kime ait olduğunu belli ederdi. Ancak kimsenin mühürü iki köklü ağacın ortada dairelerle birleşmesi sonucu olmazdı.

Yalnızca Kraliyet ailesine ait bu mühür, köklerden biri toprağından söküldüğünde silinirdi.

Kökün topraktan sökülmesi ise bu dünyadaki en büyük acıydı. Ölümdü.

"Nasıl bir enerjiymiş bu?" dedi Uygar, tozu burun deliğine yaklaştırırken. Tüm sorumluluklarını, baskıları unutmak için derin bir nefes çekti içine. Toz burun deliğinden girip soluk borusuna yayıldı. İçine giren enerji beynini uyarmaya başlamıştı. Bu enerji sayesinde bir süre düşüncelerini dağıtacaktı.

"Kanaçi topluluğundan bir piyon söyledi. Bu enerji için hazırlık yapıyorlarmış. Yarın akşam saldırıya geçip enerjiyi alacaklarmış." Norman, Uygarın karşısındaki tekli koltuğa oturdu. "Kime saldırı yapacaklarmış?" Kafasını kaldırıp kirli tavana bakıp derince soludu Uygar. Gözleri yavaşça kapanıp açıldığı esnada tozun etki ettiğini hissediyordu. Kafasındaki düşünceler yavaşçaya eriyip nefesine karışıyor ve ağzından dışarı çıkıyordu. Bu iyiydi. Düşünceler onu terk ediyordu.

"Bunu kimse bilmiyor. Kanaçi'nin kraliçesi da bilmiyor olmalı ki enerjiyi bulana ödül veriyor." dediğinde karşısında kendinden geçmeye başlamış adama dikkatle baktı Norman. Eğer bu enerji onlardan çıkacak olsaydı bu kadar rahat durmazdı değil mi? Bu kadar sakin olup otlanmaya devam etmezdi. Koşarak krallığa iletirdi.

Halbuki bu iki gençte asıl yapılması gerekenin bu olması gerektiğini bilmiyordu. Ertesi gece, tüm evren ateşler altında kaldığında bu gerçeği anlamışlardı. Ancak çok geçti. Artık çok geçti.

"Hadi enerji avına çıkalım." diye söylenip Norman'a baktı Uygar. Ayağa kalktı ve boynunu kıtlattı. İçindeki yüksek doz enerji yerinde durmasını engelliyordu. Koşması ve savaşması lazımdı.

Savaşmak... Halbuki tek yaptığı barbarlıktı. Piyonlar tarafından bulunan enerjileri ellerinden çalıp başkalarına satmaktı.

Bir veliaht için ezikçe bir durumdu. Veliahtın ne paraya ihtiyacı vardı, ne de enerjiye. Ancak içindeki boşluğu doldurmak için hayatında farklı adrenalinler bulması lazımdı. O, saraya kapatılacak bir adam değildi. Onun dışarıda olması ve her duyguyu tatması gerekiyordu.

Halbuki gelecekte yıllarca bir bez bebeğin içine hapsedilecekti. Ve bu hapsi yalnızca bir kişi için devam ettirecekti. Henüz bunu bilmiyordu.

"Önce bir Şaphi'lerin yanına mı gitsek? Hem sende biraz ter atarsın." Uygar yıkık dökük hangardan çıkarken Norman'a karşı geldi. "Sonra gidersin. Şimdi gidemeyiz." dediğinde Norman gözlerini devirip Uygarın peşinden dışarı çıktı.

"Veliahtım, neden birileri ile birlikte olmuyorsunuz? Herkesle birlikte oluyorlar diyeyse, size özel bir cariye ayarlayabilirim. Sizden başka kimse dokunmaz." Norman, uzun adımlar atan adamın yanına geçti koştur koştur. Karşısındaki adam dev gibiydi. Onun bir adımı, Norman'ın iki adımı ediyordu.

"Ne laftan anlamaz herifsin lan sen. İstemiyorum diyorum. Bir kadınla birlikte olmak istemiyorum." Norman yarım adım kenara kaydı ancak veliahtın yanında yürümeye devam etti.

Kuşkulu bir tonla "Yani istemiyorsanız, bir erkek de ayarlayabilirim ancak-" diye sözüne devam etmeye çalıştı ancak Uygar yakasından tutup kendisine çekti.

"Norman," diye tısladığında adam korku ile titremişti. "Birini bu kadar çok sikmemi istiyorsan, buna seninle başlasam nasıl olur? Hı? Ne dersin?" Normanın gözleri kocaman açılıp kendini geriye çekmeye çalışsa da karşısındaki adama karşı şansı yoktu.

"B-ben, yanlış anladınız. Ben sizi zorlamak istemedim." Sayıklamaya başladığında Uygar tuttuğu yakaları silkercesine bırakıp kıçı üstüne düşen adama baktı. "Bir daha beni sorgularken, karşında kim olduğunu unutma!" dediğinde Norman hemen başını salladı.

Uygar adamın hemen yanından geçip yürümeye başladığında Norman kafasını arkasına çevirip uzun boylu, kumral adama baktı. Etrafına yaydığı karanlık, rüzgarlı hava ile tüm çehresine yayılıyor ve karşısına çıkan herkesi korkutuyordu.

Aslında ardından kalanları da korkutuyordu. Sonuçta Norman ardından kalmıştı ve korkudan oturduğu yerden bile kalkamıyordu.

"Piyonların hepsi gelmeden avlanmayı bitirelim. Kalk hadi!" Sert ses ile yutkunup ayağa kalktı. Uygar dönüp ona bakmamış, dümdüz yürürken konuşmuştu ancak ona dediğini biliyordu Norman.

O gece yaklaşık yedi piyonu öldürmüşlerdi. Yirmi desibel enerji avlanmışlardı. Yirmi desibel enerji demek, bir kilo toz demekti. Norman için en karlı gecelerden biri olmuştu.

Uygarın ise Orianto evrenindeki son avlanması olmuştu çünkü sabah ışıkları ile saraya dönmüş ve uyumuştu.

Tekrar dışarı çıkamadan büyük enerji; saraydan, büyükbabasının laboratuvar odasında açığa çıkmış ve Kanaçi topluluğu tarafından baskına uğramışlardı. Yalnızca Piyonlar gelmemiş, Kanaçi'lerin başı, Kraliçe Kanaçi de onlarla birlikte gelmişti.

Orlando Kraliyeti ise canını kurtarmak için bir çözüm düşünmeliydi. Binlerce kişi ölüyordu ve tek amaçları; Yaşam taşıydı.

Ölümü ve yaşamı içinde bulunduran yaşam taşı, içine girdiği varlığa ölümsüzlüğü veriyordu.

Öyle bir enerjiydi ki bu, yıllar önce atomu parçaladıklarında ortaya çıkan enerjiden çok daha büyüktü.

Dışarıdakiler bunu yalnızca enerjisi için istiyordu ancak hiçbiri bu taşın güçlerini bilmiyordu.

Orianto evrenindeki her canlı, bu enerjiyi iliklerine kadar hissetmişti. Gökyüzü yemyeşil ışıklarla kaplanmış ve parıl parıl parlamaya başlamıştı. Öyle düşük desibel bir ses etrafa yayılmaya başlamıştı ki, bu ses kulakları tırmalamıyor ancak camları patlatıyordu.

"Baba! Ne yaptın sen? Tanrım bizi koru!" Etrafını çevirmiş ailesine baktı büyükbaba. Tek yaptığı şey, Orianto için yeterli enerjiyi bulmaktı. Bunun için farklı bir evren ile bağlantıya geçmişti ve bunun sonucunun bu kadar büyük bir enerji olacağını hesaplayamamıştı.

"Yalnızca enerji avcıları da değil saldıraya geçenler. Kanaçi kraliçesi de dışarıda, hissediyorum." dedi Uygar'ın büyükannesi tedirginlik ile.

Geçmişte Kanaçi topluluğuna ait bir büyücüydü ta ki mühürlendiği adam karşısına çıkana kadar. Sonrasında ise yalnızca Orlando krallığı için çalışmaya başlamıştı. İlk zamanlar istenmese de, bağlılığını ve sadakitini kanıtladığı andan sonra sarayın kraliçesi olmuştu.

Sarayın tüm camları patladı. Yangının sıcaklığı ta sarayın içinde bile hissediliyordu. Dışarıdan can hıraş çığlıklar yükseliyordu. Biraz daha hiçbir şey yapmadan burada durmaya devam ederlerse çok kötü sonuçlar ortaya çıkacaktı. Dışarıdaki çığlıklar içeriye de taşınacaktı ve enerjinin kaynağını bulmak için, kendileri ayaklar altında ezileceklerdi. Yanacaklardı.

"Büyükbaba, bu yaptığın ne? Nasıl böyle büyük bir enerjiyi ortaya çıkardın?" Uygar anlamayan bir ifade ile olanları izlerken ne yapması gerektiğini bilmiyordu. O, geceleri birkaç piyon indiriyordu ancak dışarıda olanlar, sarayın tüm sistemlerini patlatan, büyüleri bozan bir güçtü. Tek başına hiçbir şey yapamazdı.

Konuşmadan ailesini izleyen büyükbabasına baktı Uygar. "Bunun bir kurtuluş yolu yok mu?" dedi. En azından bu durumdan kurtulmaları için yardım etmeliydi. Ailesini kaybetmek istemiyordu.

"Var." dedi büyükbaba ve laboratuvarının kapısını açtı. "Bu karadelikten içeri gireceğiz." dediğinde herkes karşısında delirmiş gibi konuşan adama baktı.

"O enerji, bu delikten mi çıktı?" diye sordu gelini. Büyükbaba kafasını iki yana salladı. "Her şeyi bu deliğin sonuna çıktığımızda anlatacağım. Bana güveniyor musunuz?" diye sordu. Herkes şaşkınlıktan konuşamazken Uygar ileri atıldı ve "Ben güveniyorum." dedi.

"O halde elbiselerinizin önünü açın ve canınızı biraz da olsa acıtacak olan acıya katlanın. Sonu ölüm olmayan bu yola beraberce girelim. Bir gün, halkımız kurtulmayı hakettiğinde, bize güvendiklerinde buraya tekrar döneceğiz. Şimdi, yalnızca bana güvenin!"

Konuşması biter bitmez masanın üstündeki yeşil kadife kutuda duran yaşam taşlarından yalnızca birini, eldivenli eline aldı. Bu taşı tutmak bile öyle tuhaf ve güçlü hissettiriyordu ki, elinden bedenine doğru bir elektrik yayılıyormuş gibiydi.

"Bu yolun sonunda ne var?" diye sordu oğlu Savaş. Uygar o sırada üstündeki gömleğinin ilk üç düğmesini çözmüştü. Oğlundan cesaret alan anne de geceliğinin önünü çözmeye başladı.

"Ben de tam olarak bilmiyorum. Yalnızca," dedi ve Uygarın önünde durdu yaşlı adam. "Farklı bir evren var ve o evrene gitmek için bu taşa ihtiyacımız var." dedi ve taşı Uygarın tam kalbinin üstüne bastırdı.

Uygar göğüs kafesinde hissettiği acı ile haykırdı ancak yerinden hareket etmedi. Etini eriten taş, kalbine değdiği an damarlar tarafından sıkı sıkıya sarılmış ve kalbinin daha güçlü atmasını sağlamıştı.

Yanık izi kısa süre geçmişti ancak hala acısını hissediyordu. Görünürde bir yara olmasa da, yanan göğüs kafesi her yükseldiğinde acı ile kasılıyordu.

Sarayın koridorları piyonların bağırışları ile doluştuğunda, büyükanne zihnindeki zırh büyüklerinden birini mırıldanmaya ve kısa süreli de olsa, bu odayı koruma altına almaya çalıştı.

Büyükbaba göğsünü açan herkesin göğüs kafesinin erimesine sebep olan, ancak içine girdiğinde seni daha da güçlendiren yaşam taşını yerleştirdi. Bir kişi hariç. Oğlu. Öz oğlu ona güvenmemiş ve göğsünü açmamıştı.

"Savaş, göğsünü aç oğlum." dedi yumuşak tutmaya çalıştığı sesi ile.

Ancak Savaş'ın bakışlarında güven yoktu. Hatta öyle bir kin bürünmeye başlanmıştı ki "Bunların hepsini başımıza açtıktan sonra sizi kurtaracağım zırvalıkların ile hangi deneyini deniyorsun üstümüzde? Ne yerleştirdin şimdi onların vücuduna? Bunu bile açıklamayacaksın. Nereye gideceğiz bunu bile söylemeyeceksin. Ve şimdi aç göğsünü diyorsun." Bir adım geriye gittiğinde kendisine tedirgince bakan karısı ile göz göze geldi. Korkudan titriyordu. Oğlunun koluna yapışmış bırakmıyordu. Oğlunun ölmesini istemiyordu çünkü.

"Ben senin deneğin değilim. Sana güvenip hiçbir yere gelmem!" dediğinde karısı hemen öne atıldı. "Savaş, bizi yalnız bırakamazsın! Lütfen hayatım, gidelim buradan. Sonra ailecek tekrar geliriz." Aile olarak kastettiği üç kişiydi. Oğlu, kocası ve kendisi. Çünkü kendisi de, büyükleri istemiyordu. Ne geldiyse başlarına, onlar yüzünden gelmişti.

"Siz gitmek istiyorsanız sizi tutmayacağım. Gidin. Ancak ben burada kalacağım!" dediğinde kapıya kadar doluşan piyonların sesleri odanın içinde yankılandı. Her biri kapıya çarpıyor ancak yapılan büyü sonucu geriye doğru kaçışmak zorunda kalıyordu.

Kanaçi'nin üst yetkililerinden birisi gelene kadar, bu büyüyü bozamazlardı.

"Onlar kapının ardına kadar geldiler, bizi öldürmek için! Ne demek gelmeyeceğim. Buradan girmesekte öleceğiz! Ölmemizi mi istiyorsun?" Sinirle soluyup kocasının gömleğinin düğmesine atıldı Elisa. Savaş üstündeki narin elleri tuttu.

"Halkım, bizi öldürmeye gelmedi. Babamın açığa çıkardığı gücü almak için geldi. Ve Elisa, sizi öldürmek istemeyeceğimi en iyi senin bilmen gerek. Senin için gerekirse öleceğimi ancak seni öldürmeyi dahi aklımdan geçiremeyeceğimi bilmelisin. O yüzden siz gitmek istiyorsanız, gidin. Ben halkımla konuşacağım." Elisa ellerini tutan güçlü baskıdan kurtulmak istedi. Kocasını bu işten vazgeçirmek, yanına almak istedi ancak biliyordu ki, kocası yönetilebilecek bir adam değildi. Ne istiyorsa onu yapardı.

"Seni seviyorum." diye soludu Savaş. "Seni seviyorum ve hep seveceğim kraliçem." Titreyen dudaklarını birbirine bastıran kadın, gözlerinden düşen bir damlaya mani olamadı. "Seni seviyorum kralım." diye fısıldadı.

Savaş karısının alnından öptü ve ardından oğluna sıkıca sarıldı. "Annen sana emanet." dedi. "Baba, sen de gel." diye yalvarsa da babasını tanıyordu. Ne yapmak isterse onu yapardı. Oğlunun içine nasıl bir yangın emanet ettiğini bilmeden.

Savaş sonra annesi ile sarıldı ve en sonunda babasına baş selamı verdi. "Onları yaşat! Tekrardan bir deneyin içine sürükleme!" büyükbaba kafasını aşağı yukarı salladı. Önce karısını simsiyah, içi ve sonu gözükmeyen deliğe soktu ardından torununu ve en sonunda hala arkasına, kocasına bakan gelinini. En sonunda kendisi girdiğinde laboratuvarın kapısından büyük bir patlama sesi geldi.

Savaş, bu patlama sesi ile geriye doğru savruldu ve sırtını sertçe tezgaha çarptı.

Müthiş bir başlangıç, diye düşündü. Halkımla konuşmamın başı çok iyi, ölmeden konuşmayı bitirebilirsem sana şükredeceğim Tanrım, dedi içinden.

.....

Günümüz 2024

Gördüğüm kabus yüzünden beynim uyuşmuş durumdaydı. Ne yapmam gerektiğini bilmediğim gibi ne düşünmem gerektiğini de bilmiyordum.

Yataktan zor da olsa kalkmıştım. Zeytin bir süre vücuduma masaj yapmış ve kasılan vücudumu gevşetmişti. Ve salonda oturmuş yüzümü izliyordu. Ona daha rüyamı tam olarak anlatmamıştım ki, zaten rüyanın bir kısmını da unutmuştum.

O bana 'Geldiler demek.' dediği için fazlaca da tedirgin hissediyordum.

"Chi Ku, iyi misin? Neler olduğunu anlatmak ister misin?" Endişeli sesi beni korkutmak istemiyor gibi çıkıyordu. Yutkunup kafamı salladığımda aklımdaki soruları, rüyayı anlattıktan sonra sormaya karar verdim.

"Çok tuhaftı. Donmuş gibiydim, hiçbir şey yapamıyordum. Bir kuş olduğunu hatırlıyorum ve bir kütüphane. Kütüphanedeki kitapların içinde benim anılarımın olduğunu hatırlıyorum. Kuşun anılarıma bakmasını istemiyorum ama hareket dahi edemiyorum. Sonra seni düşündüm. Senin gelip beni kurtarmanı ve o kuş üstüme doğru uçtu." Tüylerim diken diken oluyordu. O anı tekrardan yaşıyormuş gibi beynim zonkladı. Elimi başıma atıp konuşmaya devam ettim.

"Bana doğru uçarken baykuş olduğunu anladım. Gözleri," gözlerimi kısıp dalgın gözlerimi zeytinin meraklı ancak sert bakan gözlerine çevirdim. "Gözleri?" dediğinde derin bir nefes aldım.

"Gözleri simsiyahtı. Sonra beynimi gagaladı. O acıyı hala hissediyorum sanki." Başımda ki elim ile saç diplerimi ovalamaya başladım. Kendimi iyi hisseder hissetmez aynaya bakmıştım. Çünkü kafam o kadar çok ağrıyordu ki, gerçekten de parçalanmış mı diye kontrol etmek istemiştim.

"Tamam, şimdi iyisin. Sorun yok. Kötü bir kabus." Beni teselli etmek için söylediği sözlerden sonra vücudunu vücuduma yaklaştırıp yavaşça sarıldı ve sırtımı okşadı. Bir süre acıyla atan kalbimi dindirmek için ona sarılı bir şekilde bekledim.

Daha sonra rüyamda hissettiğim bir şeyi ona söylemek için hafifçe uzaklaştım. Ellerim omuzlarındayken "Zeytin... O; bilgi hırsızıydı." dediğimde kaşları çatıldı ancak şaşırmadı. Zaten bir şeyleri bildiğini biliyordum. Yalnızca bana anlatmasını istiyordum.

"Bunu nereden uydurdun falan deme. Yalnızca rüyamda aklımdan böyle bir şey geçti. O baykuş, bilgi hırsızıydı." dediğimde sırtımı okşayan elinin birini enseme götürdü ve masaj yapmaya başladı.

"Uydurduğunu düşünmedim." dediğinde hala kaşları çatılıydı ve çok sinirli duruyordu. "Neden öyle bakıyorsun?" dediğimde suratımı süzen gözler, gözlerime çıktı.

"Nasıl bakıyorum?" Sesinde meraktan daha çok farklı bir duygu vardı ancak bu duyguyu daha önce hiç görmemiştim. Bilmiyordum. Sanki bu rüyam, içinde yatan sert duyguyu uyandırmış ve onun bile istemediği hisleri içine ekmişti. Sert duygu diyordum ancak bu yumuşatılmış haliydi. Çünkü bakışlarında sertlikten daha baskın bir şey varsa o da canavarlıktı.

"Sanki bu rüyayı gördüğüm için bana sinirli gibi. Şaşırmış değil ama sinirli..." Gözlerimi kapatıp enseme yaptığı masajla biraz daha gevşemek istedim. Onun böylesine canavarca bakan gözlerine daha fazla bakmak istemedim.

"Sana nasıl sinirli olabilirim ki? Kendime sinirliyim. Senin başın dertteyken uyuduğum için. Gözümü bir an olsun üstünden ayırmazken, sanırım sorun yok, diyip uyuduğum bir kaç dakikada böyle bir şey yaşandığı için... Sikeyim böyle işi. Böyle bir evde uyuyan aklımı da sikeyim." dediğinde kirpiklerimi açıp üzgün bir şekilde ona baktım. Gece onunla uyumak istediğimi sayıklayıp durmuş ve benimle birlikte gözlerini kapatmasını söylemiştim. En azından bu gece uykusuz kalmasın istemiştim ancak o tam da bu yüzden, uykudan nefret etmeye başlamış gibi bakıyordu.

"Özür dilerim." dediğimde kafasını iki yana salladı. "Asıl ben özür dilerim. Geleceklerini biliyordum ve seni koruyamadım." dediğinde kaşlarım merakla çatıldı.

"Zeytin," diye fısıldadığımda alnı alnını buldu. "Geleceklerini biliyordum da ne demek?" Ensemdeki elinin tutuşu sıkılaştı, ona soru sormamı istemiyordu ancak böyle bir şey mümkün dahi değildi artık. Bunca şeyi yaşamışken nasıl susup oturabilirdim? Zaten yaklaşık on gündür susup oturmuştum.

"Lütfen-" elini hızla itip alnımı çektim alnından. Gözleri bile lütfen sorma diyordu. Ama neden? Anlamıyordum ve ben anlamadığım şeylerden nefret ederdim.

"Ya bana bir şeyleri anlatırsın ya da," ne diyeceğimi bilmiyordum ama anlatmazsa sonunun kötü olacağını biliyordum.

"Biraz daha zaman tanı, lütfen." dediğinde ondan uzaklaştım ve koltuğun ortasına oturdum. "Hiçbir şey düşünme, tamam mı? Yalnızca bana olan sevgini düşün." dediğinde dudaklarımda oluşan alaylı gülüşe engel olamadım. Koltuktan kalktığımda kaşları çatıldı. Derin bir nefes alıp avcumu altımdaki eşofmana sildim ve bodrum katına inen merdivenlere doğru yürümeye başladım.

"Nereye?" meraklı sesini duyduğumda ayağa kalktığını duysam da, dönüp ona bakmadım ve sabahın aydınlığı ile az da olsa aydınlanmaya başlayan çelik merdivenlerden inmeye başladım. "Düşünme demedin mi? Düşünmemem için içmem gerek." Bodrum katından iki oda vardı. Birde tuvalet. Odaların biri depo gibi fazla malzemelerin konulduğu kısımdı ve diğeri ise, mahzendi. Soğuk hava mahzeni. İçinde yıllar öncesine ait içkiler vardı. Bugün 1980'li yıllardan kalma bir şarap içersem biraz da olsa düşünmemeye başlardım.

Onunda merdivenlerden çıktığını hissettim ancak sanki üst kata gidiyordu. Keşke ben de önce üst kata gitseydim çünkü burası karanlıktı, ampulleri hep yanmıştı ve çok küçük bir aydınlık veriyordu. Üst kattan telefonumu alıp flaşı ile etrafı aydınlatabilirdim.

Gözlerimi kısıp minicik aydınlık ile etrafımı zorla aydınlatmaya çalışan ışık ile şarapların olduğu bölüme geçtim dikkatle.

İki kırmızı şarap şişesini alıp yukarı çıkmaya başladığımda, Zeytin de yukarıdan iniyordu. Neden yukarıya çıktığını merak etsemde sorduğumda cevap alamayacağımı bildiğim için sustum. Onu görmezden gelip mutfağa girdim. Bir şarap kadehi elime aldığımda Zeytinin şarap kapağını açmaya başladığını gördüm.

"Bunu nereden biliyorsun?" Önünde açmış mıydım acaba?

"Daha önce şarap kapağı açtım çünkü." dediğinde damarlı parmaklarına baktım. Elinde tuttuğu aleti sıkıca döndürüyordu. Diğer parmakları tozlu şişeyi sıkıca kavramıştı.

"Dedi, duş almayı bilmeyen adam!" dediğimde bakışları kısıldı ve yüzünde hayırsız bir gülümseme peyda oldu.

"Duş almayı bilmiyorum demedim." dediğinde, aklımı sorguladım. Ah cidden, öyle dememişti. 'Böyle mi yapmalıyım' diye sormuştu ve benim vicdanlı tarafıma oynamıştı. Sinirli bir soluğu seslice dışarı verdiğimde kadehimi alıp doldurdu. "Bana da bir kadeh verir misin?" dediğinde alt dudağımı dişleyip hala gülümseyen yüzüne baktım.

Kalbim hala, onun için hızlanıyordu. Ne yaparsa yapsın, onun için hızlanacaktı. Hep, her daim.

Raftan bir kadeh daha alıp önüne koydum. Kırmızı sıvı aheste bir şekilde cam yüze çarptı ve salına salına süzüldü. Yeterli olduğunu düşündüğü kısma kadar doldurup şişeyi dikleştirdi ve kadehin birini de alıp salona doğru yürüdü.

Sanki onun peşinden sürüklenmem gerekiyormuş gibi peşinden gittim. Giderken ikinci şişeyi ve kadehi de almayı ihmal etmedim.

Karnımdaki kasılma ile elimdeki kadehi kafama diktim ve hepsini bir anda içtim. Ekşi tat ağzımın ve boğazımın içine yayıldığında yüzüm de ekşimişti ancak derin bir nefes aldım ve bunu umursamamaya çalıştım.

Benim hiçbir şey düşünmemem lazımdı. Aklımın bir kuyu kadar boş olması lazımdı. Belki dibinde birazcık su olabilir ve içimi bulandırabilirdi ancak, başka hiçbir şey olmamalıydı. Kimse kovasını içime atıp biraz su almak istememeliydi.

Belki de bu yüzden düşünme diyordu.
Belki de bu yüzden hiçbir şey anlatmıyordu.

İçimde bir yerde onu haklı çıkarmak için çırpınan birileri vardı. Asla susmuyordu. O, adam öldürse de, farklı bir evrenden gelse de, bana hiçbir şey anlatmasa da, onlar için hep o haklıydı. Onlar için Zeytin'in bildiği bir şeyler vardı.

Belki de biraz onları dinlemeli ve her şeyi siktir etmeliydim. Gerçeklerin canı cehenneme, hiçbir şey düşünmek istemiyorum. Düşünceler başıma ağrılar sokuyor, kabuslar gördürüyor.

"Bir kadeh daha doldurur musun?" Onun oturduğu koltuğa oturmamıştım. İçimden gelmiyordu çünkü. Onu çok sevsemde bana anlatmadığı her gerçek ile ondan uzaklaşıyorum. Elimde olan bir şey değil.

Kadehime kırmızı sıvıdan biraz daha doldurduğunda alıp içtim. Tekli koltuğa iyice yayıldım ve kafamı koltuğun sırtına yasladım. Üstümdeki ağır bakışları hissediyordum. Boynumda geziniyordu ve arada yüzüme çıkıyordu. Görmesem de hissediyordum. Yıllardır olduğu gibi, öyle ağırdı ki bakışları; ne durumda olursam olayım hissediyordum.

Yanağımı koltuğun sırtına yaslayıp ona döndüğümde tıpkı hissettiğim gibi yüzümde olan bakışlar ile karşılaştım. Zümrüt yeşili gözleri şafağın ilk ışıklarını içine almıştı ve içine birkaç sarılık eklemişti. Kadehimden bir yudum alıp yüzüne baktım.

Bu adam gerçek miydi yoksa benim hayal ürünüm müydü? Acaba uzunca bir rüya mı görüyordum? Son on gündür yaşadıklarım gerçek değil miydi? Belki de o kadar gerçekçi bir rüyadaydım ki, uyanamıyordum. Beni uyandıracak kimsem de yoktu ki.
Belki esen rüzgarla uyanırdım. Ama biz temmuz ayındaydık.

Gözlerimi vücudunda gezdirdim. Geniş omuzları, koca pazuları ve damarlı elleri.
Derin bir nefes çektim içime.
Koltukta üç kişilik yer kaplayan vücudu ve sert ancak iri baldırları ile tamamen benim tipimdi. Kumral saçları, yeşil gözleri, keskin bakışları, benim hayali karakterim gibi duruyordu.

Belki de benim hayali karakterimdi...

Yalnızlıktan kafamda kurmaya başlamıştım belki de. Delirmiştim ve sanrılar kuruyordum. Olmayan varlıklar görüyordum. Bilmiyorum.

Ben düşünmeyecektim. Düşünme Henri.

Birkaç kadeh daha içtiğim esnada vücudunu süzen, gerçekliğini kabul etmeye çalışan gözlerimi asla garipsemedi. O da beni dikkatlice izledi. İkimizde konuşmuyorduk, yalnızca bakışıyorduk. Bakışları altında mayışmıştım. Uyumak üzereydim ancak uyumak istemiyordum.

Yeni bir kabus daha görmek istemiyordum.

Sarsakça ayağa kalktığım esnada başım döndü ancak devirmedi. Terlemiştim, mayışmıştım ve bir duşa ihtiyacım vardı.

Üstümdeki tişörtü çıkarıp Zeytinin oturduğu koltuğa doğru savurdum. Önünden geçip yukarı doğru adımladığımda bir şey sormadan peşimden geldi. Aslında bu içime su serpmişti çünkü aşağı indiğimde biraz korkmuştum. Rafların arasından bir şey üstüme doğru uçup gelecek ve yine bana saldıracak diye.

Şimdi belki benimle duşa girmesine izin vermezdim ancak içeri gelebilirdi. Yani yatak odasına gelebilirdi. İçeri dediğim orasıydı. Aklım hala bir şeyleri ayırt etmek için ayıktı bir kere. O bana bu kadar kapalıyken, ben onu içime falan almazdım! Niye alayım?

Yatak odasının kapısını açık bırakıp banyoya doğru yürüdüm. Kapı pervazına tutunarak eşofmanımı çıkarıp savurdum bir yerlere. Sabah toplardım.

Küveti doldurmak için suyu ayarlamaya çalışıyordum ancak bulanık gören gözlerim ve ayarı tutturamayan elim sağolsun su ya cehennem sıcağı gibi akıyordu, ya da buzul soğuğu gibi.

Başlığı sertçe duvara attığım esnada suyu kapatmadığım için etrafa, haliyle benim de vücuduma çarpan soğuk su ile irkilip koca bir çığlık attım. "Ananı sikeyim! Buz gibi." Zeytin bir saniye içerisinde banyoya girmiş ve "Noldu, düştün mü?!" diye konuşmuştu.

Patırtı ve çığlık sesi ile böyle anlaması normaldi. Hiç cevap veresim yoktu. Yalnızca gelip beni kirletebilir, sonrasında temizleyebilirdi.
Ne! Ne düşünüyorum ben?

Bence bunlar Zeytin'in düşünceleriydi ve içimde yankılanıyordu. Sonuçta onun hislerini hissedebiliyordum değil mi?

Aptal, hisleri hissedebiliyoruz, düşünceleri duyamıyoruz...

İçimde kaynayan lavları durdurmaya çalıştım ve altımdaki baksırı bir çırpıda çıkarıp soğuk suyun içine girdim ve suyu kapattım. Su epey soğuktu ancak sorun değildi. Zaten yanıyordum.

"En iyisi burada durayım. Başına bir şey gelirse görürüm." dediğinde omuz silktim. Ne yapmak istiyorsan öyle yap, der gibi.

Hani bu adam banyoya girmeyecekti? Hani biz içeri almayacaktık?

Sonuçta ben içeri almamıştım, o girmişti.

Günlerdir banyoda duran sandalyeyi küvetten iki adım ileriye koydu ve oturdu. Birkaç saniye vücudumu süzdüğünde yaşadığım yoğunlukla gözlerimi yumup başımı küvete yasladım. Kalbim göğüs kafesimi döverken nefes seslerim öyle yüksekti ki, banyonun duvarlarına çarpıp kulaklarımıza doluyordu.

"Sıcak," dedi. "Sıcak oldu." Gözlerimi açtığımda onun da tişörtünü çıkardığını gördüm. Büyük göğüsleri, geniş, çilli omuzları ve kalın beli görüş açıma girdiğinde kafamı küvete biraz daha yaslayıp alt dudağımı dişledim. Tişörtü çıkarırken saçları dağılmıştı ve bu görüntü enfes gözüküyordu.

Ah Tanrım, şimdi ne yapacağım? Bana hiçbir şey anlatmayan bir adamı bu kadar arzuluyor olmak çok zor bir histi. Zaten anında kendimi kaptırmıştım. Sorgulamam bile bir gün ancak sürmüştü. Ertesi günlerde onu sevdiğimi sayıklıyordum kendime.

Zaten onun da istediği bu değil miydi? O bana bir şeyler anlatana kadar yalnızca onu düşünmem gerekiyordu.

Ancak sadece benim zihnim onunla meşgul olmayacaktı! Onun da zihni tamamen benimle meşgul olmalıydı! Tek düşündüğü ben olmalıydım.

Benden başka hiçbir şeyi düşünmemeliydi. Hislerimiz her konuda karşılıklı olmalıydı değil mi?

......

Bölümleri saat kaç gibi atayım?

Hangi saatlerde okumaya başlıyorsunuz?

Geliyor gelmekte olan.

Benim aklımdaki Zeytin hiçbir zaman iyi bir varlık değil.

Yalnızca Chi Ku'suna iyi biri o.

Smut çok uzun olduğu için diğer bölüm atacağım. Evet, smut yazacağım 😂...

Sonuçta ramazan bitti ve rahat rahat okuyabilirsiniz.

Sınav haftama giriyorum. Bayramdan hemen sonra vizelerim başlıyor. İyi dileklerinizi bekliyorum.

Continue Reading

You'll Also Like

27.1K 1.5K 20
Bekar bir adam, yaşadığı travmatik yangından sonra tüm ailesini kaybeder. Enkazdan elinde tek kalan ise büyük babasının gözü gibi baktığı bir oyuncak...
63.6K 834 9
Birbirini tanımayan azgın üçlü. Küfür, +18 fazlasıyla, BDSM içerir! Mantık aramayın.
764K 14.9K 198
Bu topraklarda yasanmis garip ve aciklanamayan olaylar
255K 7.9K 44
Alaz birkaç adımda tam önümde durdu ve konuştu "ayağa kalk" dedi ayağa zorda olsa kalktım tekrar konuştu "SOYUN" diye sert bir sesle söyledi hayır h...