Geçmişin Mezarı (Tamamlandı)

By selinselne

147K 13K 5.1K

~Wattys2021 Gizem/Gerilim kategorisi kazananı~ *Yetişkin içerik!* -Ağırlıklı olarak polisiye, romantizm, giz... More

GM | TANITIM
GM | Yazardan Not
GM | 1 | Bilinmeyen
GM | 2 | Teklif
GM | 3 | Zaaflar ve Sınırlar
GM | 4 | Sıfırdan
GM | 5 | Kâbusların Pençesinde
GM | 6 | Korkunç Kanıtlar
GM | 7 | Ölüm Seremonisi
GM | 8 | Soruşturma
GM | 9 | Kaynağı Belirsiz Bir Ses
GM | 10 | Çarmıhın Dört Bir Yanı
GM | 11 | Gizlenmesi Mümkün Olmayan
GM | 12 | Geçmişin Arkasına Saklanan Ölüler
GM | 13 | N ve R
GM | 14 | Raven Mâlikanesinin Ölü Tarafı - 1. Kısım
GM | 15 | Raven Malikânesinin Ölü Tarafı - 2. Kısım
GM | 16 | Gömülen Sırlar
GM | 17 | Geçmişten Gelen
GM | 18 | Mezarların Nefesi
GM | 19 | Araf
GM | 20 | Mezarı Kazılan Kadın
GM | 21 | Geçmiş, Şah Damardan Daha Yakın
GM | 22 | Lanetli Soy
GM | 23 | Ölüm Silsilesi
GM | 24 | Cehenneme Ramak Kala
GM | 25 | Ölümle Baş Başa
GM | 26 | Bir Günlüğüne...
GM | 27 | En Büyük Korku
GM | 28 | Kambur Kadın
GM | 29 | Tünellerde Gezinen Belirsiz Adımlar
GM | 30 | Siyah ve Beyaz
GM | 31 | Gri
GM | 32 | Ölümlülerin Cesetleri
GM | 33 | Nefessiz
GM | 34 | Geçmişten Bir Tutam Sır
GM | 35 | Ölüm Dansı
GM | 36 | Dolunay
GM | 38 - Final | Kimse Göründüğü Gibi Değildir
GM | Yazardan Not

GM | 37 | Kurban

1.9K 269 90
By selinselne



Rüyamda gördüğüm gri pelerinli adam, Sarah'ın alnına dokunmuş ve onu hızla omuzlarından yakalamıştı. Sarah'ın gözleri kapanırken adam onu dikkatlice yere yatırdı. Endişeyle Sarah'a baktım.

"Ona ne yaptın!?" diye sordum bağırarak.

Onu bıraktı ve bana yaklaştı. "Sakin ol Nora. Sadece uyuyor."

Oldukça yaşlı duran suratından ortalama altmışlı yaşlarında olduğunu tahmin edebilmiştim. Gri gözleri doğrudan gözlerimle kontak kurmuyordu. Elindeki gaz lambası cılız bir ışık yayıyordu ama ışık onun için değildi. Benim içindi. Zira bu adam kördü.

"Kimsin sen?" dedim rüyamdaki gibi.

Etrafıma kısa ama dikkatli bir bakış attığım zaman rüyamdaki yerde olduğumu anlayabilmiştim.

Gri pelerinli adam gülümsedi ve, "Esas soru benim kim olduğum değil," dedi yumuşak bir tonda.

Bahsettiği şeyi anladığımda, "Benim kim olduğum," diye fısıldadım.

Adam onay verici bir şekilde gülümsedi ve elindeki gaz lambasını sağ tarafımda duran ağaca astı. Ağaç bize yakındı. Ancak bu ormanda binlerce ağaç olduğunu var sayarsak yanında durduğumuz ağacın dalını tek bir harekette bulması imkânsızdı; çünkü gözleri görmüyordu. El yordamıyla da bulmamıştı. Aklımdaki ihtimalleri birleştirdiğimde ortaya tek bir sonuç çıkıyordu.

"Sen... Kâhinsin, değil mi?" dedim kaşlarımı kaldırarak.

"Beni nasıl görmek istiyorsan oyum, kızım. İster kâhin... İster bilge... Ne fark eder? Önemli olan senin ne gördüğün."

Üzerindeki pelerini çıkarttı ve kenardaki geniş taşın üzerine serdi. Ardından küçük adımlarla bana yaklaştı. Ellerimi tuttu ve beni pelerini serdiği taşın üzerine oturttu.

"Uzan... Haydi."

İstemsizce ve sorgulamadan dediğini yaptım. Taşın üzerine uzanıp ellerimi karnımın üzerinde birleştirdim. Fakat ne yaptığıma dair en ufak bir fikrim yoktu.

Kâhin de yere oturarak yüzünü bana çevirdi. Gözleri ise yukarıya bakıyordu.

"Sorgulama," dedi tebessüm ederken. "Şimdi göreceklerini sorgulama."

"Neyden bahsediyor—"

Lafımı tamamlayamadan elini karnımın üzerine koydu ve hafiften bastırdı.

Gözlerimin önüne gelen görüntü sisli bir şekle bürünürken başımın döndüğünü hissediyordum. Uzaklardan... Ama bana çok yakın gibi gelen... Bir bebek ağlaması... Onun sesini işitebiliyordum.

"Dinle," dedi kâhin. "Tam dokuz ay kaldı... Seni diri tutan güç, şu an rahmine on iki gün önce düşmüş bir bebek... Bir kız... Kehaneti değiştiren bir kız."

Başım daha fazla dönüyordu şimdi. Gözümün önü kararmıştı. Tansiyonum düşmüş gibiydi. Kâhinin bahsettiklerini anlamakta zorlanıyordum ancak ağlayan bebek sesini bana hâlâ duyurabiliyordu.

"Canı yanıyor," dedim gözümden düşen bir damla yaşla beraber.

"Kehanet, artık değişti," diye fısıldadı kâhin. "Senin tercihlerin sayesinde kehanet değişti."

Boğazım kupkuru olduğu için konuşmakta zorlanıyordum. Yavaşça yutkundum.

"Ne demek bu?"

"O..." dedi ürkünç bir tonda.

Birkaç kez kendi kendine bir kelimeyi mırıldandıktan sonra elini karnıma daha kuvvetli bastırdı. Canımı yakıyordu ama bebek ağlamasıyla kâhinin mırıldandıkları birbirine karıştığı için bedenimde kalan son gücü onu dinleyerek harcıyordum. Canımın acısı umurumda değildi.

"Kötü olan yeniden dirildi. Yüz yıllar önce büyük büyük annem Katarina'nın gördüğü an geldi. Kurtarıcı geldi... Kurtarıcı sensin... Katarina gördüğü kehanette senin geleceğini biliyordu! Ondan herkesi kurtaracağını biliyordu! Bunun için O, seni öldürmek istiyor! Seni... Paramparça etmek istiyor..."

Nefes nefese gözlerimi kırpıştırdım. Göremiyordum. Karanlıktan başka hiçbir şey göremiyor ve bebeğin ağlamasını daha yakından duyuyordum.

"Kim?" dedim mırıldanırcasına. "Kehanet..." Konuşamıyordum bile. Bedenimdeki bütün güç tükenmişti.

Kâhin yüksek sesle mırıldanmaya başladı: "O, güç istedi..." dedi gizemli bir tonda. "Çok güç istedi... Büyükannem Katarina onun kehanetine baktığı zaman tam dört yüz yıllık bir güce sahip olacağını söyledi. Ama her şeyi bitiren kişi onun gücünü de elinden alacaktı! O, korktu... Gücünü elinden alacak kişinin geleceğini zaten biliyordu. Herkesi kurtaracak kişiyi yok etmek için elinden geleni yaptı! Onların yuvasını dağıttı!" Hıçkırık sesine benzer bir ses çıkartarak karnımdaki elini daha fazla bastırdı. "Yüzyıllardır ailedeki herkes asil kanını koruyordu... Kan bozuldu. O, kanı bilerek bozdu. Gücünü elinden alacak olan kişinin annesiyle babasını ikiye ayırdı... En uzağa gönderdi... Ama kehanetin gerçekleşmesine engel olamadı! Kurtarıcı yuvasına geri döndü. Onu yok etmek için geri döndü!"

Başıma saplanan keskin ağrı şiddetini arttırıyordu. Kâhinin söylediklerini anlamakta zorlanıyordum. Konuşabilsem soracaktım ama dudaklarım açılmıyordu.

"Geri döndün," dedi bana. "Kehanette olduğu gibi geri döndün ve onu yok etmek için harekete geçtin... Artık onun gücü tükeniyor."

Hızla omuzlarımdan tutarak beni doğrulttu ve gözlerimin içine baktı. Kâhinin gri gözlerinden başka hiçbir şey göremiyordum.

"Tek bir hak... Başka şansın yok ama sen... Nasıl yapacağını iyi biliyorsun. On iki gün önce rahmine düşen güç, seni ölümden ve kara büyüden koruyor. Eğer başaramazsan... Her şeyi kaybedeceksin. Sana bahşedilen gücü bile. Ailendeki herkesin ölümünü göreceksin! Ve onun kamburu düzelecek, seninki eğilecek! Bütün yük omuzlarına binecek! Kehanet gerçeği söylüyor... Başarmak zorundasın. Adadaki söğüdün altında uyuyan sevdiklerin uyanmayı bekliyor! Söğüt ise sana bir kapı açıyor! Kehanet senin rahmindeki gücün geleceğini biliyordu! Başaramazsan o kazanacak ve sen ruhunu kaybedeceksin..."

Tir tir titreyen bedenimi hızla sarsıyordu Kâhin. Gözlerini gözlerimden ayırarak geriye çekildi ve doğruldu. Gideceğini anladığım zaman aceleyle ayağa kalkmaya çalıştım ancak kararan gözlerim yüzünden önümü göremiyordum. Düzgün olmayan, yamuk yumuk birkaç adım attım.

"Dur..."

"Git!" dedi gürleyerek. "Sadece sen galip olabilirsin... Tek başına... Kurtuluş avuçlarında... Yalana aldanma... Kimseyi olduğu gibi sanma..."

Sesi gitgide uzaklaşıyordu. Fakat onun aksine ağlayan bebeğin sesi bana yaklaşmaya başlamıştı.

"Yalnızsın..." dedi ince bir fısıltı.

Attığım üçüncü adım yüzünden dizlerimin üzerine düştüm. Elimle toprağı yoklamaya çalışıyordum ama bütün bedenim uyuşuktu. Bebeğin sesi aniden kesildiğinde gözlerim buğulu bir şekilde görmeye başlamıştı. Zar zor görebildiğim Sarah'a doğru yaklaştım ve hızla onu sarstım. Kalbimde amansız bir korku yer almıştı. Ne yapacağımı bilemez bir haldeydim. Titreyen bedenimle onun bedenini sarstığımda birden bire yerinden sıçramıştı.

"Nora!" dedi endişeyle. "Neler oluyor?"

"B-ben... Anlaya... Anlayamıyorum..."

Bütün vücudum yeniden yaratılmış gibi hissediyordum. Tüylerim diken diken olmuştu. Her yerim karıncalanıyordu ve bedenime sihirli bir el dokunmuş gibi tüm ağrılarım geçip gitmişti.

Sarah yattığı yerden doğrulurken beni de kaldırdı. Kollarımdan tutarak kendinden uzaklaştırdı ve yüzümü inceledi. Gözlerim artık tamamen netliğine kavuştuğu için onu görebiliyordum. Kâhinin ağaca astığı gaz lambası hâlâ yerinde duruyordu. Bu yüzden etraf biraz olsa da aydınlıktı.

"Sana bir şey mi yaptı?" dedi ciddi bir tonlamayla. Kaşları çatıktı. İfadesi de bir o kadar endişeli ve ciddi duruyordu. "Dostum! O garip adam sana ne yaptı?"

Başımı iki yana salladım. "Hayır," dedim mırıldanarak. "Sadece yardım etti... O adam... Bir kâhin, Sarah. Bana kehaneti anlattı."

Kaşlarını daha derinden çattığı sırada, "Kehanet mi? nasıl bir kehanet, ne kehaneti?" diye sordu.

"Bilmiyorum," dedim yutkunurken. "Sadece biraz... Aklımı toparlamama izin ver."

Ondan uzaklaşarak yere çöktüm ve sırtımı ağaca yasladım. Sarah da yanıma oturdu. Bir dost edasıyla sırtımı sıvazladı; destek olmak ister gibiydi.

Bense düşüncelere dalmıştım. Kâhinin söylediği her bir cümle aklıma mıh gibi kazınmıştı. Ancak biri daha çok. Hamile olduğumu bilmem bana ne kadar yardımcı olabilirdi bilmiyordum ama hiç bilmemekten daha iyi olduğu konusunda oldukça emindim. Ayrıca artık mantığım devreye girmişti. Eğer on iki gün önce hamile kaldıysam bebek henüz tam olarak gelişmemiş demekti. Kâhinin söyledikleri doğrultusunda hamile kaldığım doğru olabilirdi. Herhangi bir biyolojik etmen bunun doğruluğu sağlamıyordu fakat kâhin, kendinden emindi. Yine de yüzde yüz bir ihtimalle doğru olduğuna inanmıyordum. Öyleyse bile şu an düşündüğüm son şey hamilelikti. Üstelik henüz bir canı dahi yokken...

Söz konusu kehanet olduğunda ise inanç dediğim kavramı sorgulamam gerekliydi. Bütün bu yaşadıklarımdan sonra dört yüz yıllık bir kehanete inanıyor olmam çok da abes kaçmıyordu. Ortasında bulunduğum durumda bir kehanet, diğer her şeyden daha gerçekçiydi.

Burada geçirdiğim üç hafta boyunca en iyi öğrendiğim şey, hayatta inandığım çoğu şeyin yalan, inanmadıklarımın ise gerçek olduğuydu. Bu nedenden dolayı artık realist bir neden veya kanıt aramaktan vazgeçmiştim. Zira soyut olan olayların hepsi gözlerimin önünde yaşanmıştı. Hissetmiştim. Gördüğüm, hissettiğim, duyduğum ve anlayabildiğim olaylar gerçekçi olmasa bile her biri gerçekti. Ve bu gerçeklik beni bambaşka birine dönüştürmüştü.

Dakikalar boyunca kendime gelmeye çalıştım. Kâhinin söylediklerini düşündüm ve en mantıklı cümleleri cımbızla aradan çekip bir bütün haline getirdim.

Kendime geldiğimi anladığımda Sarah'dan uzaklaşarak yerden doğruldum.

Benimle beraber o da kalkmıştı. "Şimdi iyisin, değil mi ahbap?"

Başımı sallarken, "Öyleyim," diye mırıldandım.

"E-e... Şey," dedi garip davranarak. "Kehanet demiştin. Anlatsana?"

Kaşlarımı çattım. Sonra da ağaçta asılı durun gaz lambasını aldım ve etrafa baktım. "Şu an onun sırası değil. Kâhin bana bir söğüt ağacından bahsetti. Nerede olduğunu biliyor musun Sarah?"

Şaşkınlıkla kaşlarını çattı. "Ya... Bilmiyorum ki... Adada bir tane söğüt ağacı var. Gölün kenarında kalıyor ama sanırım şu tarafta olması lazım," dedi ve sağ tarafı gösterdi.

"Hadi, gidelim," dedim yürürken. "Kâhin, Rahibe Katarina'nın torunuymuş, Sarah."

"Ciddi misin?" dedi hayretle. "Burada herkes nesilden nesle genlerini aktarıyor... Garip."

"Evet," diye karşılık verdim. "Dediğim gibi, bana bir kehanetten bahsetti. Söylediğine göre Kambur Kadın dört yüz yıl önce bir kehanete baktırmış. Kehanette tam dört yüz yıllık bir gücü olacağını, ancak herkesi kurtaran biri sayesinde gücünün biteceği söyleniyormuş. Kâhin bana... Kurtarıcı olduğumu söyledi. Annemin babamla boşanmasının nedeni... Hatta Raven ailesindeki asil kanın bozulmasının nedeni bile Kambur Kadın'ın beni durdurmak istemesiymiş... Ben anlayamıyorum ama kâhin, her şeyi bitirebileceğimi söyledi. Bütün bunların benim elimde olduğunu anlattı."

Sarah hayretle beni dinliyordu. Aniden durduğunda elimdeki gaz lambasını havaya kaldırıp yüzüne baktım. Gözlerinde büyük bir merak gizliydi.

"Kehanet... Sadece bu kadar mıydı, dostum? Yani başka bir şek söyledi mi Kâhin? Bize yardımcı olabilecek bir şey... Valentina'yı durdurabilmek için? Ya da neden kehanetin değiştiğini?"

Duraksadım. Tüm ciddiyetimle Sarah'a baktım ve katı bir ifadeyle ona yaklaştım.

"Sana kehanetin değiştiğini söylemedim," dedim tok bir tonda. "Bunu nasıl duydum?"

Telaşla, "Duymadım!" dedi. "Öyle dedin sandım... Neyse."

Tam ağzımı açıp Sarah'ı sorguya çekecektim ki yakınlardan bir öksürük sesi duyuldu. Göz göze geldik Sarah'la. Sonra da hızla sesin geldiği yöne koştuk. Bir müddet sonra göl kenarında tek başında duran, kocaman ve kalın bir söğüt ağacı görüş açıma girmişti. Şu an adanın diğer tarafındaydık ve Raven Malikânesi bu kıyının karşısında duruyordu.

Sarah'ın adımları hızlanırken ben de koşarcasına yürümeye başlamıştım. Ay ışığının parlattığı gecede, söğüt ağacı tüm heybetiyle karşımızda duruyordu.

Ağacın etrafına baktığım sırada Sarah, "Kuzey!" diye bağırdı.

Ağacın diğer tarafından ayakları görünen Kuzey'i görür görmez hızla koştum. Simon da yanında duruyordu. İkisi de üzerleri toprak olmuş bir şekilde ağacın kenarına yaslanmış, baygın görünüyorlardı. Ama aynı esnada acıyla sayıklıyor, kısık kısık öksürüyorlardı.

Sarah, Kuzey'in yanına eğilip onu kontrol etti. Ben de aceleyle elimdeki gaz lambasını yere bıraktım ve Simon'ın nabzına baktım. Buz gibiydi, haddinden fazla soğuk... Ölü gibi. Ama kalbi tüm kuvvetiyle atıyordu.

"Yaşıyor."

"Şükür ki," dedi Sarah. "Kuzey de iyi."

Sarah hızla Kuzey'i sarsmaya başladı. Kuzey, aniden sıçradığında Simon da onunla aynı anda irkilmişti. Sanki suyun dibinden yüzeye çıkmışlar gibi derin nefesler alıyorlardı.

"İyi misiniz?" diye sordum tedirginlikle.

Kuzey, renksiz dudaklarını ıslatırken, "Neler oluyor, Dedektif?" diye mırıldandı.

"Midem bulanıyor," dedi Simon, halsiz ve cılız bir sesle.

Göle baktım. "Su getir Sarah, kendilerine gelmeleri lazım," dedim ciddiyetle.

Yaklaşık on dakika boyunca ikisinin de kendine gelmesi için yardımcı olmuştuk. Gölden su içirmiş, yüzlerini yıkamış ve vücudundaki sıyrıkları kontrol etmiştik. Şükür ki ikisinin de durumu ağır değildi. Birkaç küçük sıyrıkları vardı sadece. Bir de... Çok soğuklardı.

Neler olduğunu sorduğum sırada çoktan ayağa kalkan Simon, kıyafetlerini düzeltiyordu.

"Ormandaydım... Birden birinin yanıma geldiğini hissettim ve bayıldım. Sonrasını hatırlamıyorum."

"Ben de öyle," dedi Kuzey.

Onun koluna girip destek oldum. "İyisin, değil mi Kuzey?"

"Evet, Dedektif," dedi ve oldukça dinç bir görüntüyle omuzlarını dikleştirdi. "Size neler oldu?"

İkisine de kısaca neler olduğunu ve kâhinin neler söylediklerini anlattım. Simon da Kuzey de pek fazla şaşırmışa benzemiyordu. Sanki... Burada bir gariplik vardı. Henüz anlayamamıştım. Lakin bana yardımcı olmak için ellerinden geleni yapacaklarını biliyordum.

"Neyse," dedim otoriteyi elime alarak. "Kâhin... Söğüt ağacının altında bir kapı olduğuna dair bir şey söyledi. Bu işin ucunun nereye çıkacağını bilmiyorum ancak onun söylediklerini yapmalıyız."

Hepsi aynı anda başını sallayınca ben de ağacın etrafında gezinmeye başladım. Söğüt ağacı o kadar büyüktü ki, gövdesinin eni metreler uzunluğunda olabilirdi. Ağacın arkasına geldiğim zaman sağ ayağım hafiften bir çukura battı.

"Burada mı?" diye sordu yere eğilen Kuzey. Eliyle bastığım yeri yoklayarak yerdeki çalıları kaldırdı.

Ortaya çıkan şey... Bir çukurdu. Geçit gibi kazılmış, adeta tavşan çukurunu andıran bir genişlikteydi. Yere eğilip çukurun içine baktım. İlerisi karanlıktı.

"Simon?" dedi Sarah. "Biz kulübeden gaz lambalarını alalım. Baksanıza dostum, çok karanlık... Işık olmadan inemeyiz."

"Mantıklı," dedim başımı sallarken. "Kuzey'le beraber burada olacağız biz. Kısa süre içinde gidip gelin."

Simon ve Sarah beni onayladıktan sonra hızlı adımlarla kulübenin olduğu yere doğru yürümeye başladılar.

Kuzey'le yalnız kalmıştık. Kâhinin bahsettiği şeyi Kuzey'e söylememek konusunda kararlıydım. Bu durumda hamile olduğumu ona söyleyemezdim. Bu, herkesi zayıflatırdı.

Bana yaklaşan Kuzey, "İyi misin?" diye sordu ve beni kendine doğru çekti. Kollarını belime sararken, "Senin için çok endişelendim, Dedektif," diye fısıldadı. "Peki ya kehanet? Neler dedi kâhin sana? Nasıl durduracağız Valentina'yı?"

Şaşkınlıkla, "Neden bu kadar ısrar ediyorsun?" diye sordum.

Yutkundu. "Bir an önce... Bitsin istiyorum."

"O, yalan..."

Zihnimde duyduğum ince fısıltı beni sarstı. Gözlerimi kırpıştırıp etrafıma baktım. Yerde gördüğüm iri, sivri uçlu boynuzları olan, eğildiği ve kambur olduğu için adeta bie canavara benzeyen devasa gölgeyi görünce yerimden sıçrayarak geriye çekildim. O... Kuzey'in gölgesi...

"Dedektif?" dedi kollarımı saran Kuzey.

Yeşil gözlerine baktığımda kendime gelebilmiştim.

"İyi misin? Ne gördün?" diye sordu çatık kaşarlarla.

"Hiç..." Yutkundum. "Hiçbir şey. Sadece dalgınım."

Bir müddet boyunca konuşmadan beni izledi. Düşünceli görünüyordu. "Şimdi ne yapacağız? Kâhin, onun işini nasıl bitirmen gerektiğinden bahsetti mi? Yoksa bir planın var mı?"

"Hayır," dedim sıkıntılı bir hâlde. Israrı beni öfkelendirmek üzereydi. "Benim bildiğimi söyledi lakin nasıl yapacağım hakkında en ufak bir fikrim yok."

Kaşlarını kaldırarak, "Eşyalar yanında, değil mi?" diye sordu.

Başımı salladım. "Yanımda." Cebimdeki kolyeyi çıkartıp Kuzey'e uzattım ve, "Christoffer'ın kolyesi," dedim. "Sende kalsın."

Kolyeyi alırken başını salladı ve benden uzaklaştı. Yeniden yere eğilip çukurdan aşağı baktım. Oldukça derin görünüyordu. İlerisinde ne olduğuna dair mantıklı bir fikrim vardı; Raven Malikânesine, yani adanın karşı tarafında çıkıyor olabilirdi. Zira malikâne, tam karşıdaki kıyıda kalıyordu. Muhtemelen bu çukur gölün altından geçiyordu. Biraz tehlikeli olsa da başka bir şansımız yoktu.

"Geldik!" diye bir ses duyunca arkamı döndüm. Elinde iki tane gaz lambasıyla beraber Simon ve Sarah bu yöne doğru geliyordu.

"Nasıl yapacağız?" diye sordu Kuzey. Sonra da bana döndü. "Derin görünüyor, ilk ben gideyim Dedektif."

Onu onaylarken gaz lambasının birini elime aldım. "Dikkatli in, eğer düşersen gaz lambası kırılabilir."

Kuzey, Simon'ın elindeki gaz lambasını alıp çukurun ucuna oturdu. Bacaklarını aşağı sarkıttıktan sonra dikkatli hareketlerle aşağı doğru yürümeye başladı.

Biraz ilerledikten sonra, "Herhangi bir tehlike yok!" diye seslendi bize. "Dümdüz devam eden bir geçit gibi... Karanlık ancak yolun ucu açık görünüyor."

Sarah'a ve Simon'a baktım. "Önce ben gideceğim, siz de sırayla gelin arkamdan."

Onlar beni onaylarken dikkatlice çukurdan aşağı indim. Elimdeki gaz lambasını havaya kaldırıp etrafa bakınca bu tünelin dar ve bir o kadar da nefessiz olduğunu anlayabilmiştim. Duvarları topraktandı. Sağlamlığı konusunda bir garanti veremezdim ama uzun bir süre önce kazılmış gibi göründüğünü var sayarak güvenli olduğuna inanıyordum.

Kuzey'in yanına yürüyerek, "Ben önden gideceğim," diye komut verdim.

Başını sallayıp bana yol açtı. Yüzüne bakarken önüne geçtim. Dikkatimi çeken bir şey olmuştu. Kuzey'in klostrofobisinin olduğunu biliyordum. Ancak o, oldukça rahat görünüyor, üstelik bana endişe etmemem gerektiğiyle ilgili hiçbir şey söylemiyordu.

Dikkatimi geçide verip yürümeye devam ettim. Toprak yok gitgide aşağı doğru iniyordu. Yer altında yaklaştıkça nem arıyor ama geçit genişliyordu.

"Aman Tanrım!" dedi Sarah.

Durdum. "Neler oluyor?" diye sordum arkamı dönerek.

"Sadece örümcek!" diye bağırdı Simon.

Arkamdan gelen Kuzey'e kısa bir bakış atıp yürümeye devam ettim.

"Sadece örümcek mi?" dedi Sarah. "Dostum! Görmedin galiba, kafam kadardı!"

Simon güldü. "Tüneldeyiz kuzen, gayet normal değil mi bu?"

"Neyse ne," dedi Kuzey otoriter bir tonlamayla. "Acele edelim."

Herkes sessizliğe gömülünce adımlarımız da hızlandı. Uzun bir müddet yürümeye devam ettik. Tünelin içinde oluşan sarkıklar, tavadan damlayan sular, yerde oluşan su birikintileri... Nem oranının artması ve içerisinin soğuması tam olarak gölün altından geçtiğimize işaret ediyordu. Ancak daha sonra tünel ısınmış, tavan kurulaşmaya başlamıştı. Gölü geçip karaya gelmiş olmalıydık.

Aniden karşıma iki ayrı yol çıkınca durdum.

Kuzey bana yaklaşarak, "Nereden gideceğiz, Dedektif?" diye sordu.

Başımı arkaya çevirdim ve omuzumun üzerinden Kuzey'e baktım. "Malikâne sağ tarafta kalıyor, sağdakinden girmek daha mantıklı."

Başını salladı. Yeniden yürüyecektik ki onu durdurarak, "Kuzey," dedim. Bana baktığında, "İyi misin?" diye sordum. "Uzun bir yoldan geçtik. Senin... Klostrofobin var, biliyorsun. Kendini kötü hissediyor musun?"

Kuzey'in kaşları çatılırken, "Hayır..." diye cevapladı. "Ben... Kendimi iyi hissediyorum. Başka şeyler düşündüğüm için aklımı dağıtıyorum sadece."

"Pekâlâ," dedim ve yeniden yürümeye başladım.

Sağ taraftaki tünele girdiğim zaman fark ettiğim bir şey olmuştu; duvarların yapısı gitgide değişmeye başlıyor, ıslak toprak değil, aynı malikânenin yer altındaki mahzenler ve tüneller gibi kuru toprak-taş karışımı bir yapıya dönüşüyordu.

"Sanırım malikâneye yaklaşıyoruz arkadaşlar," dedi Sarah.

"Aynen öyle," dedim. "Demek ki gölden malikâneye bir geçiş var."

Simon, "İyi de..." diye mırıldandı. "Neden bu geçidi yapmışlar ki? Gereksiz gibi duruyor."

"Yüksek ihtimalle adayı kullanan birileri var," diye açıkladı Kuzey. "Raven Malikânesinin altındaki mahzenlere ve geçitlere hâkim olan biri, adaya gidebilmek için kendine kestirme bir yol yapmış olmalı. Görünmekten hoşlanmayan biri olabilir. Ya da aceleci biri... Çünkü kayıkla adaya gelmek daha uzun sürüyor."

Başımı sallayarak, "Mantıklı," dedim. "Adada bir şeyler saklıyor bile olabilir. Eğer inceleme fırsatımız olsaydı anlardım."

"Dostum... Yıllar önce de yapılmış olabilir, Raven ailesinde deli insan çok! Birinden biri inşa edip kullanmıştır," dedi Sarah.

Tam o sırada ilerideki duvarda bir şey görmüştüm. Adımlarımı hızlandırarak duvara yaklaştım. Elimdeki gaz lambasını havaya kaldırdığımda diğerleri de durup benim baktığım duvara bakıyorlardı.

KURBAN

Duvarda kırmızı renk bir yazıyla KURBAN yazıyordu. Ancak bu, kan değildi. Kuru ve kadifemsi bir dokuya sahip olan bir tebeşire benziyordu. Belki de kırmızı toprakla yazılmış olabilirdi. Zira ormanın derinliklerinde kırmızı toprağın olduğunu görmüştüm.

Buradan da iki sonuç çıkıyordu; tüneller ormanın içine ulaşıyor ve birileri de bu tünelleri kullanıyordu. Artık kesinleşmişti. Muhtemelen bu tünele girmeden önce karşımıza çıkan ikinci tünelin sonu ormana varıyordu. Bu tünel de malikâneye varıyor olmalıydı.

"Kan mı o?" diye sordu Simon.

"Hayır," dedim duvara dokunarak. "Kırmızı topraktan yapılmış bir tür tebeşire benziyor." Gaz lambasını yere tutup zemini incelediğim zaman, "Bakın," dedim ve yerdeki toprak kalıntılarını gösterdim. "Kırmızı toprak buraya dökülmüş."

"Kim yazmış sence ahbap?" diye sordu Sarah.

Yeniden duvardaki yazıya baktım. "Bilmiyorum," dedim yalan söyleyerek. Zira aklımda kimin "Kurban" olabileceğine dair bir fikir vardı. "Neyse, devam edelim."

Yavaş yavaş yürümeye devam ettim. Karşıma çıkan yer... Raven Malikânesinin mahzeniydi. Karşımda asansör, sağımda geçen gece girdiğim ve eşyaların bulunduğu mahzen, solumda da Kuzey'le daha önce girdiğimiz tünel vardı. Demek ki mahzendeki üçüncü tünel dışarıdaki ormana değil, adaya çıkıyordu.

Duvarda asılı duran meşaleleri yakarak daha önceden Kuzey'le girdiğimiz tünelden içeriye girdim. Planlı hareket ediyorduk. Bir yandan konuşuyor, ileride karşımıza çıkacaklar hakkında görev dağıtımı yapıyorduk.

Bir müddet sonra darlaşan tünelin olduğu alana gelmiştik. Dördümüz de sıraya bozmadan süründük ve karşımıza çıkan mağaraya girdik. Burada altı tane geçit vardı; iki hafta önce gördüğüm gibi. Hangisinden geçeceğimi iyi biliyordum. Üçüncü geçitten yayıldığını duymuştum çan sesinin. Aynı zamanda üçüncü geçit malikânenin ara katlarına açılan bir merdivene de çıkıyordu.

O merdivenin önüne geldiğim zaman yukarıya çıkmak yerine dümdüz karşıya, daha da derinlere ilerledim. Her yer zifiri karanlıktı. Nereye gittiğimi bilmiyordum ancak kâhinin söz ettiğine göre iç sesimi dinlemem gerekiyordu.

İlerledim, ilerledim, ilerledim...

Karşıma çıkan yer...

"İnanamıyorum..." diye bir kelime döküldü dudaklarımdan.

Sağımdaki Kuzey şaşkınca bana bakıyordu. "Burası..."

"Mezarlık..." dedi solumdaki Sarah. "Yıllar önce gömülenlerin mezarları..."

Sarah haklıydı.

Karşımdaki devasa mağara... Epey yüksek tavanından yere kadar uzanan kocaman bir çanı tavanında taşıyordu. Çanın tam altına o kadar büyük bir pentagram çizilmişti ki... Hesabını tutmam çok zor olurdu. Asıl kötü olansa çanın ve dolayısıyla yerdeki devasa pentagramın etrafına daire şeklinde sıralanan onlarca lahitti.

Büyüktü lahitler. Yerden yüksekliği neredeyse benim boyumdaydı. Her biri duvarın kenarında duruyor, boydan boya daire şeklini oluşturuyordu. On üç küçük, on dördüncüsü kocaman olan lahitler... Lahitlerin her birini aydınlatmak için yerleştirilen meşaleler duvardaki tutamaca asılmış da olsa hafiften yatay duruyor, işin garip yanı o meşalelerin alevlerini söndürmeyen kan, lahitlerin baş kısmında bulunan mermer kâselere damlıyordu; kâseler neredeyse taşmak üzereydi ancak kanın akışı yavaştı. Her bir lahitin mermerine değişik şekiller oyulmuş, üstelik bir de o şekiller kırmızıya boyanmıştı.

Fakat kırmızı boya da... Kandı. Zira bu mağara buram buram kan kokuyordu.

Ağır adımlarla pentagrama yaklaştım. Beş köşeli yıldızın her köşesinde ince, uzun ve simsiyah... Kadın saçına benzeyen garip bir şey konulmuştu. İlk bakışta ipe benzese de saç olduğunu anlayabilmiştim.

İçinde ceset olduğunu tahmin ettiğim, mezar görevi gören lahitlerin dört bir yanında da kırmızı mumlar dizilmişti ama o mumlar hayatımda gördüğüm hiçbir muma benzemeyecek kadar garipti... Dumanları siyahtı, ateşi kızıl...

Yutkundum.

Pentagramın çevresinde de aynı mumlardan duruyordu. Toplamda on üç lahit için on üç mum... Sıra sıra pentagramın dışındaki çembere dizilmişti. Pentagramın ortasında ise... İçinde ne olduğunu bilmediğim küçük bir çuval vardı.

Bir kez daha yutkundum.

O an... Kulaklarıma keskin bir uğultu geldi... Mağaranın içinde yürüyen ufak bir örümceğin dahi ayak seslerini duyuyordum sandım. Öyle bir uğultuydu ki bu... Öyle ince, öyle kısık, yok gibi...

Bir damla sesi. Kan damlası...

Usulca yukarıdan damlayan ve tam pentagramın ortasına düşen bir damla...

Başımı yukarıya, pentagramın ortasında duran çanın tepesine kaldırdım. Gördüğüm görüntüyle adımlarım gerilerken sırtım bir şeye çarpmıştı. Soğuk ve kıyafetlerimin altından dahi tenimi buz tutturan bir şeye ya da... Birine.

"Bilinmeyen," dedim kısık bir sesle.

"Buradayım," dedi, sesi saçlarımın arasından kulağıma karıştı.

Gözlerim hâlâ çanın tepesindeyken gördüğüm görüntüyü idrak etmeye çalışıyordum. Tam çanın üstünde duran kalın ve sağlam halata bağlanmış...

Kuzey.

Yutkundum. Bir daha ve bir daha ve... Bir daha.

Kapattım gözlerimi. Rüya görüyordum. Uyanmam gerekiyordu.

"Uyumuyorsun..." dedi incecik bir kadın sesi. Dışarıdan değil, içeriden... Zihnimden gelen bu ses... Kambur Kadın'dan başkasına ait değildi.

Gözlerimi yeniden açtığımda gördüğüm ilk şey, sinsi bir yılan gibi mağaranın duvarlarında kıvrılarak gezinen bir gölgeydi. Karanlıktı o gölge. Yavaş yavaş geziniyor, gezindikçe de mağaradaki ışıkların önünü kesiyordu.

Arkama dönmedim. Zira her neyle karşılaşacaksam buna hazır değildim. Bakışlarım çanın tepesinde asılı duran Kuzey'deydi. Pentagramın içindeki beş köşeli yıldıza denk gelecek şekilde kolları ve bacakları açılmış, bileklerinden de yine farklı halatlara bağlanmıştı. Halatlar aşağıya kadar iniyordu; lahitlerin üzerindeki mermere kâselere damlayan kan, halatlardan meşalelere kadar iniyor, oradan da kâseleri dolduruyordu.

Kuzey'in kanı...

Eğer çanın tepesinde asılı duran adam Kuzey'se... Enseme nefeslerini üfleyen adam kimdi?

Continue Reading

You'll Also Like

1.7M 101K 21
MUM OLMAK KOLAY DEĞİL KİTABININ DEVAMIDIR.
116K 7.9K 44
• Wattys2018 Büyük Buluşlar Kazananı "Ben bu gece, şeytanın peşindeki gözlerimi kapatacağım soğuk bir güneşe. İçimde yanan ateşin kül ettiği duygular...
289K 9.8K 34
Bora'nın üzerime gelen adımlarıyla birkaç adım daha ondan uzaklaşmak istesem de yatağa çarpan bedenimle durmak zorunda kaldım. Gözlerimin derinine ba...
Saltanat Kılıcı By Tuğçe

Historical Fiction

630 21 1
Doğunun kalbinde yaşayan asilzadeler için hayat pamuk ipliğine bağlıydı ve başlarında sallanan kılıcın ne zaman düşeceği bir muammaydı. Korkaklar iç...