SAHİPSİZ

By _eleutheromania_1

2.7M 97.8K 15.8K

Başlama Tarihi: 27.10.16 Romantizm#4: 03.02.17 Hikayenin ilk bölümleri yıllar öncesine aittir. Gelişmemi izle... More

Bölüm 1: Başlıyoruz,
Bölüm 2: Hiçbir işe yaramazsın,
Bölüm 3: Üzgünüm,
Bölüm 4: Aç gözlerini,
Bölüm 5: Geri geleceksin,
Bölüm 6: Zümrüd-ü Anka,
Bölüm 7: Bende öyle düşünmüştüm,
Bölüm 8: İntikam soğuk yenir,
Bölüm 9: Plan,
Bölüm 10: Oynayalım bakalım,
Bölüm 11: Neden,
Bölüm 12: Ne istiyorsun,
Bölüm 13: Turta,
Bölüm 14: Kanlı Dövüş,
Bölüm 15: Tehlike,
Bölüm 16: Burası çok karanlık,
Bölüm 17: Ortak hisler: Öfke,
Bölüm 18: Ateş,
Bölüm 19: Sesler,
Bölüm 20/1: Melisa,
Bölüm 20/2: Karaoke,
Bölüm 21: Sarhoş,
Bölüm 22: Hissetmek,
Bölüm 23: Yeni Ev,
Bölüm 24: Yakınlaşma,
Bölüm 25/1:Lili,
Bölüm 25/2: Kararlar,
Bölüm 26: Aptalsın,
Bölüm 27: Cidden Aptalsın,
Bölüm 28/1: Takas,
Bölüm 28/2: Takas,
Bölüm 29/1: İzin vermem,
Bölüm 29/2: İzin vermem,
Bölüm 29/3: İzin vermem,
Tanıtım Videosu 1-2
Bölüm 30/1: Ölüm,
Bölüm 30/2: Ölüm
Bölüm 30/3:Ölüm
Bölüm 30/4: Ölüm,
Bölüm 30/5: Ölüm,
Bölüm 31: Kuş Beyin,
Kesit
Bölüm 32: Bu Kadar Hassas Olma,
Bölüm 33: Sahip,
Bölüm 34/1: Kim O,
Bölüm 34/2: Kim O,
Bölüm 34/3: Kim O,
Bölüm 35: Çaresizlik,
Bölüm 36: Prens Vakti,
500K! Teşekkürler.
Bölüm 37: Kaçış
Bölüm 38: Öyle Değilsin,
kesit
Bölüm 39:
Bölüm 40:
Bölüm 41'den,
Bölüm 41:Ve Kuş Kanadı Sarmaşığa Dolaştı,
Bölüm 42: Gerçek,
Bölüm 43: Dilek Taşı,
Bölüm 44: Arkadaş,
Bölüm 45: Güven
Bölüm 46: Renkarnasyon
kesit
Bölüm 47/1; Acı Nota
Bölüm 47/2: Acı Nota
Bölüm 47/3: Uçurtma
Bölüm 48: Kökleri Zehir Dolu Gerçekler
Bölüm 49: Daima
Bölüm 50: Döneceksin...
Bölüm 51: YUVA'M
Bölüm 52: Aile
Bölüm 53: Değişim,
Özel; Sarhoş
Bölüm 54: Dikiş, Part 1
Bölüm 54: Dikiş, Part 2
Bölüm 54: Dikiş, Part 3
Bölüm 54: Mavi Işık ve Yanılsamalar
Bölüm 55: Kanatları mile çeken acı benim değil Part 2
Bölüm 55:KMÇABD 1.KİTAP FİNAL

Bölüm 55: Kanatları mile çeken acı benim değil, Part 1

4.6K 215 227
By _eleutheromania_1




İnstagram üzerinden takip edenler biliyor ama kısaca buraya da açıklık getireyim. Yazmaya devam ediyorum, bölümü partlara ayırmak gibi bir niyetim yoktu ama ayırmadığım için olan uzun bölümü wattpad'in sorun yaratmadan vermeyeceğinden eminim. Part 1 ve Part 2 diye ayırdığımdan Part 2'yi de gelecek olan diğer önemli olayla işleyip Part 2'den sonra SAHİPSİZ BİRİNCİ KİTAP FİNALİ'Nİ vermiş olacağım.

SAHİPSİZ BİRİNCİ KİTAP FİNALİ'Nİ verdikten sonra kurguyu toparlamak adına biraz soluklanacak ve bu sırada RENKARNASYON'A kayacağım.

Benimle iletişime geçmek ve nerede ne yapıyor olduğumu bilmek adına lütfen instagramı kullanın çünkü merakınızı giderecek olan tüm sorunların ve soruların yanıtlarını oradan veriyordum.

Covid olduğumuzda mesaj atmış olan herkes ayrıca ve yeniden teşekkür ederim. Lütfen dikkat edin ve evde kalmaya devam edin.

Sizleri seviyom.
Sınır koymuyorum ama bir önceki bölümün istatistiklerinin çok çok altına lütfen düşmeyelim.










Acının yansıması olurdu.

Bunu ilk olarak annemin yüzünde görmüştüm. Zümrüt'ün de olması gereken doğum günümde baş köşeye konulan fotoğrafına annem, babam ve ben aynı anda bakakaldığımızda acının varlığı önümde duran pastanın üzerine aslında birer günah tohumuymuş gibi serpiştirilen mumların yansımasındaydı.

Sekiz, dokuz, on, on bir. Aklım acıyı kabullenmeyi öğrendiğinde bu yılların içinde elimde top sektiriyordum ve eğer acımı yansıtırsam yanacağımı, dışlanacağımı, garip ve ayıp bir şey yapıyormuşum gibi yadırganacağımı hissediyordum. Gökkuşağını oluşturan renklerin pamuk tarlasından doğarak samanlaşmış otların bulunduğu kurak topraklarda son bulduğunu da o günlerde anlamıştım. Buna kendim inanmış, dahası inandığım bu gerçeği resmetmiştim de. Anneme çizdiğim resmi gösterdiğimi, daha doğrusu göstermeye çalıştığımı hatırladım. Onunla aramızdaki suskunluğun hep boğazımı yırtmak istediğini düşünmüştüm.

Annem benimle hiç konuşmadı. Anneme bu konuyu hiç açamadım ve hissettiğim garipliğin düğümlerini hep kendi kendime çözmeye çalıştım. Ama eğer annemle konuşmuş olsaydım acının bildiğim ilk yansıması bu an'da saklı kalmazdı. Belki resmettiğim gerçekler pamuk tarlasından doğmaya başlayıp başka bir pamuk tarlasında son bulurdu.

Pamuktan ip yapılırdı. İple örgü örülürdü, ayakları sıcak tutmak için patik örülürdü, renkli çiçekleri olan bir bere de güzel olabilirdi ama zihnimdeki düğümün ipinin ucundan tutup çekiştirmeye başladığımdan beri ne bir patiğim ne de renkli çiçekli bir berem oldu.

Zihnim annemin ellerinden çıkmış bir bereyle ısınmadı ama babam beni hep üşüdüğüm yerlerimden öptü.

Annemi suçlamadım. Annem her ne olursa olsun akşam yemeklerinde masanın baş köşesine gelip oturduğu sürece onu suçlamazdım. Ne zaman masanın başı onsuz kalır, o zaman ona öfke duyardım biliyordum, ama annem bunu hiç yapmadı. Belki de yapamadı. Annem zihnimde hep bir yerde sabit bir şekilde durmak zorunda bırakılan nesne gibiydi, onu; ona varılan bir nesne olmaktan, onu cansız kılmaktan ayıran şey nefes alıyor olmasıydı çünkü geçen onca zaman içinde annemle göz göze gelmemiz bile sayılıydı. Annemin göz rengi kahverengiydi ve ben gözlerinin kahveliklerinde barındırdığı güçsüz sarı renkteki çizgileri tam olarak ayırt ettiğimde on bir yaşındaydım. Annemle göz göze gelmiştim ama bu göz göze gelme eylemi tesadüften çok uzak bir eylem değildi. O sıra ona dikkatle bakıyordum ve o da refleks olarak başını kaldırıp bana bakmıştı. Aslında bana bakmamıştı. Pervazında durduğum kapının gerisine, esen rüzgardan dolayı savrulan yaprakların görüntüsüne bakıyordu.

O an yaprakların savrulmasına neden olan rüzgarın aslında annemin hissettiği acının bir yansıması olarak düşündüm. Ve zihnimde ikinci kez bir yansımaya hayat buldurdum.

Acının yakaladığım üçüncü yansıması Nil Hanım'ın Uluç'un annesinin babasının adamları yüzünden öldürülmesini anlattığında gerçekleşmiş, hışımla içeri girip hiçbir şey bilmemesine rağmen düşmanca bakışlarını bana çeviren Uluç'un bedeninin yarattığı rüzgarı tenimde hissettiğimde olmuştu.

Dördüncüsü sıcak namlunun ucundan çıkan merminin ortaya serdiği tiz sesle birlikte bir ıslık gibi yükselen havanın kesilme sesini duyduğumda yakalamıştım ve acının yansıması cansız bedeni yere düşen Savaş'ın nefesinin kesik kesikte olsa yarattığı gürültüdeydi. Melisa da acı çekiyordu ancak onun acısı soğumaya başlamıştı. Ağzı açılan bir balon gibi karşımda sönmüştü ve geride derilerini bırakarak beni, bizi, gerçekleri pıhtılaştırmışlardı. En acımasız olanının bu olduğunu düşünüyordum. Hep böyle düşüneceğimi sanıyordum ama değildi.

Hatırladım.

Uluç'un sarhoş olduğumu iddia ettiği o günü hatırladım. O geceyi hatırladım. Uluç'un anlattıklarını hatırladım. Sekiz üzüm tanesini hatırladım ve Uluç'un bedenime sarılan bedeninin sıcaklığını yeniden hissettim.

Hemen arkamdaydı. Kolunun birini göğsümün üzerinden diğer tarafa uzatarak beni kendine iyice yasladı. Sırtım geniş göğsüne bir vatozun yüzeyi gibi yapışmıştı ve kendimi o kadar ince hissediyordum ki Uluç eğer iki kolunu da bedenime sararsa kesinlikle kaybolurdum. Aslında böyle değildi. Tam tersiydi. Uluç'un geniş göğüs kafesi bir vatozun pürüzsüz yüzeyi gibi sırtıma yapışmıştı ve eğer Uluç kollarının ikisini de üzerime dolayacak olursa kaybolurdum.

Sıcaklığı sırtımdan başlayarak bedenime birer sarmaşık gibi dolaşmaya başladığında yansıyan mavi ışıkların kaynağına bakmaya son vermek üzereydim.

Geriye dönmek ve ona bakmak istedim ama içe açılan balkonun ince korkuluğuna yaslanan ve elinde mavi bir fener ışığı tutan adamdan gözlerimi alamıyordum. Babam dedi. Eğer ağzından bu kelimeyi duymasaydım hiçbir güç beni buna inandıramazdı. Eğer Uluç beş harften oluşan o tek kelimeyi iki dudağının arasından bir günahın rengi, sesi, kokusu gibi dökmeseydi gördüğüm adamın Uluç'un babası olma ihtimaline çalışan delileri aramaz, bulmaya çalışmazdım.

Uluç'un dudakları yanağıma dokunuyordu ama bu dikkatimi dağıtmaya, bakışlarımı ona çevirmeye yetmedi. Sırtımı göğsüne daha çok yaslayıp indirdiğim bakışlarımı yeniden babasının üzerine çıkardım.

Uzun bir adamdı. Geniş omuzları oluşturduğu gölgeyle içine bir yansıma alacak kadar kalındı ve çenesinin sivri ucu dikkatli bakılmasa bile fark ediliyordu. Gölgesinin bir Hacivat ya da Karagöz olmasının uygunluğu Uluç'un hiç çizgi film seyretmemiş olmasının tanrı tarafından bir hediyesi kabul edilebilirdi.

Uluç buğday tenli bir adamdı, babası mavi ışıkların altında bile kömür karası kadar siyah görünüyordu ve gözlerinin bebekleri ortalık karanlık olmasına rağmen beyaz alanların çoğunluğunu bastıramamıştı. Korkutucu görünüyordu. Uluç'un anlattıklarını düşündüğümde korkudan uzak bir şekilde mide bulandırıcı bir hal kazanıyordu bu ve o, yaslandığı ince korkuluğun gerisinde durmuş doğrudan gözlerimin içine bakıyordu. Benim gözlerimin içine.

Tutup ona delirmiş gibi bağırmak istedim. Delirmiş gibi hissediyordum ve bu gerçeğe ancak bir adım kadar uzaklıktaydım. Nelere sebep olduğunu haykırmak istedim. Uluç'un hayatını mahvedenin bir başkası değil de kendi öz babası olduğunu, Uluç'un babası olduğunu ama bunu haketmediğini Uluç'un geniş göğsü sırtıma dayalıyken yapmak istedim. Gücümü ondan almak istedim. Nefretimi onunla harlamak istedim. Uluç'ta tüm bunları yapmak istiyor muydu? Dikkatimi üzerine vermeye çalışarak kıpırdandım. İçimde yükselen alevin kaynağının Uluç olduğunu biliyordum ve gerektiğinde onu sakinleştirmek mecburiyetindeydim.

Bu gece ne gerekirse gereksin gocunmaz onun için yapardım çünkü o yaralıydı. Kaybettiği kanın değerlerini düşürdüğünü sararmış tenine bakarak okuyabiliyordum.

Uluç yanağıma dokunan dudaklarını aşağı doğru sürüp boynumun ince derisinde durdurdu. Düşüncelerimin yoğunluğunun farkında olduğuna emindim çünkü bende onun arkamdaki kalabalık varlığını hissedebiliyordum. Derin bir soluk aldı. Nefesi acı çekiyormuş ama bunu belli etmek istemiyormuşçasına titrek bir halde tenime döküldüğünde, nefesinin döküldüğü tenimin kavrulduğuna yemin ederdim. Hissettiğim sıcaklığa dayanamadım. O kadar çok içime işledi ki ondaki ağırlığın ayakta durmasına nasıl izin verdiğine hayret ettim. Boynumun ince derisini az önce dudaklarını yasladığı kısma bastırdım ve gözlerimi kısa bir anlığına kapattım. Dudakları ardı ardına kısa ama öz öpücükleri hep aynı noktaya bıraktı, devam eden öpücükleri esnasında omzumun diğer tarafına uzattığı kolu beni kendine yaslamaya devam etti ve nefes alıp verişleri hızlandı. Dudaklarının arasından birkaç kelimenin tenime dökülmesini bekledim ama hiçbir şey söylemedi.

Müziğin sesinin arttırıldığını hissettim. İçimde büyüyen telaşla onu sanki ben yönlendiriyordum. Kulaklarımın baskın çıkan gürültüden dolayı yandığını hissettim ama bu yangının bu gece beynimde ve kalbimde aynı anda çıkmış olan yangına erişemeyeceğini biliyordum. Ayaklarımın altındaki zemin gürültüden titremeye başladı. Babasına dönüp yeniden bakmadım ama yüzümü yalayan güçlü mavi ışığın kaynağının babası olduğunu biliyordum. Uzattığı mavi ışık kalbimin üzerindeki ağırlığını kaldırmıştı. Artık ağırlığı yüzüme hedef alıyordu.

Gözlerimi açma isteğime karşı çıkarak olduğum yerde kıpırdanmaya başladığımda Uluç rahatsız olduğumu hissetti ve önce göğsüm boyunca uzattığı kolunu geri çekip elbisenin baskısından dolayı daha da incelen belimin kenarında durdurdu. Diğer kolunu da bedenimin üzerinden sıyırıp beni belimin iki yanından kavradıktan sonra yavaşça kendine çevirip göğsü boyunca uzanan sırtımın yerinin alnımın almasına sebep oldu.

Göğsüne yaslanan yüzümü biraz geriye çekip gözlerimi araladım ve biraz olsun geriye çekilerek yüzüne bakmaya çalıştım. Göz göze geldiğimizde Uluç eğilip alnını alnıma dayadı ama bunu arkasına uzanıp bar taburesini altına çekmek için uğraştığından bir zorunluluk gibi yapmıştı. Bar taburesine oturup alnını alnımdan ayırdığında bile bana bakmaya devam etti.

Sakin bir ifadesi vardı, bu sakin ifade güzel yüzünün altında pek çok duyguyu sakladığını açığa serecek kadar tedirgin duruyordu. Bir şeyler söylemesini bekliyordum ama tıpkı benim yaptığım gibi bir süre sessizce sadece yüzüme baktı. Neler hissettiğinin ne kadarını anladığımı çözmeye çalıştığını görebiliyordum. Okuduğum ifadenin yetersiz olduğunu, Uluç'un ne hissettiğini o söylemeden asla tam olarak bilemeyeceğimi bildiğim gibi. 

İsteklerimin ne kadarını gördü bilmiyorum ama yaşadığı sıkıntının havasını soluduğumu anladığında derin bir nefes alarak soluttuğu tüm havayı benden almak ister gibi gözlerimin içine gözünü bile kırpmadan baktı. Yüzündeki keskin ifadenin bir bıçak darbesiyle anında kesilişini fark ettiğimde tıpkı onun gibi gözlerinin içine kirpiklerimi birbirine bir an olsun değdirmeden bakıyordum. Ona isterse acısını paylaşabileceğimi söylemek istedim ama Uluç sanki bunu da bekliyormuş gibi önce gözlerini gözlerimden aldı. Bir şey söylemesini bekleyerek bakışlarımı dudaklarına indirdim ama alaycı bir tebessümü yalan dolan var ettikten sonra sarsıcı bir ketumlukla dudaklarını birbirine yasladı ve bu tüylerimin diken diken olarak ellerimi kaldırıp göğsüne dayamama neden oldu.

Uluç önce ona dokunan ellerime ardından hayretle aralanan gözlerime baktı yeniden. Yaşattığı tuhaflığın farkına vardığını görüyordum çünkü bunu gizlemiyordu. Bir ara bana şefkatli bir alayla baktığını hissettim çünkü belime bastırdığı parmaklarını oldukları yerde hareket ettirerek beni iki bacağının arasına daha da kıstırmıştı.

Üzerimize dökülen karanlığı yarıcı mavi ışıkları ve hissettiğim tedirginliğin baskın gelmesinden  olsa gerek bu hareketi tüylerimi diken diken edip huylanmama neden oldu ama olağan bir çaba sergileyip bunu ondan gizledim. Sonunda benimle konuşacağını anladığımda söyleyecekleri hakkında belirgin tek bir tahminim vardı.

Alay edecekti.

"Onu görüyor musun?"   Bariz bir tiksintinin arkamda mavi ışıkla birlikte uzanan adam gibi bana uzanmasını bekledim ama sesinin tınısında tiksinti yoktu. Sesinin tınısında keskin kararlar aldığını açıkça ortaya döken sert bir kararlılık esintisi vardı ve gözleri bir an olsun arkama uzanmıyordu. Mavi ışığın Uluç'un dudaklarına dokunduğunu gördüm ama bu hareket eden kafamdan dolayı kesintiye uğruyordu. Yüzümü yalayan ve kaynağı babasının elindeki fener olan mavi ışığın Uluç'un yüzünü yalamaya çalışan mavi ışıkla aynı ışık olduğuna emindim. Zihnim eğilip büzülerek Uluç'a baktığı yerden fısıldadı: Önce kalbi, sonra dudakları. Uluç'un kendine uzanan lazer ışığına bakmasa da görüyor olduğuna emindim ve bu mavi lazer ışığı Uluç'un acısının yansımasıydı.

Biliyordum.

İtiraf etmesi güç geliyordu ve ayrıntılarla bezelemediğim zihnim mavi ışığın altında Uluç'u çırılçıplak, savunmasız olarak görüp ona sarılmam için beni olduğum yerde kasım kasım kasıyordu.

Uluç'a hissettiklerimi yansıtmaktan çekindim çünkü tam olarak duygu durumunun ne halde olduğunu çözememiştim. Öfkesini tetiklemek istemiyordum. Kısa bir süre bekleyip yalnızca gözlerinin içine baksam da benden cevap beklediğini bildiğimden, konuşmaya ihtiyacı olduğunu anladığımdan yavaşça soluyarak ve gözlerinin içine bakmaya devam ederek sakince konuştum:

"Anlamlar aramaktan uzak yalnızca bakmaksa söylemek istediğin şey evet, onu görüyorum." Sesim kısık yükselmişti çünkü bana anlattıklarını hatırladığımı fark etmesinden korku duyuyordum. Bu gerçekle birlikte ikisinin arasında duruyor olmak bana ağır geliyorken bildiğimi bilmesi, fark etmesi onu savunmasız ve olduğundan daha öfkeli hale getirirdi. Kendini tutmaya çalışıyordu bunu görüyordum ve bunu görüyor olmak beni sonrası için endişelendiriyordu. Sessiz kalmamam gerektiğini hissettim ama o gözlerimin içine aslında ne düşündüğünü okuyabiliyorum dermiş gibi bakarken ne söylemem gerektiğini bulup iki dudağımın arasından çıkarmak güç geliyordu.

Göğsüne dayadığım elimin birini beni kendine çekmesinden güç alarak uzattım ve kolumu yarım bir vaziyette sırtına dolayıp sargı bezinin belirgin varlığının üzerinde durdurdum.

Yarası bir kalp gibi elimin altında atıyordu ve kalbi onunla birlikte göğüs kafesimi yumrukluyordu.

"Ağrın var mı?"

Bir şey söylemesini bekledim. Alay etmesini bekledim. Bunu sorduğum için kaşlarını çatmasını bile bekledim ama hiçbirini yapmadı. Mavi lazer ışığı sürekli olarak dudaklarının üzerine çarpıyordu ve bu içimde anlamsız bir beklentinin oluşmasına zemin hazırlıyordu. Yüzüm çil sürüsü gibi yayılan mavi ışıklardan artık muaftı ama sırtımın tıpkı Uluç'un suratına sürekli olarak çarpan mavi ışıklar gibi kalabalık durduğunu biliyordum. Elimi kaldırıp ona mavi ışıklar için gölgelik yapmak istedim ama bunun Uluç'a ne hissettireceğinden emin olamadım.

"Dudaklarımda mı?" Onu ısrarla takip etmeye çalışan mavi ışığın farkındaydı. Dudaklarının üzerinde sabit  bir şekilde duran mavi ışığın varlığında olan bakışlarımı yeniden konuşmasının üzerine hızla gözlerine çıkardığımda bu hareketimden dolayı başım ufak bir yükselti oluşturmuş ve mavi ışığın varlığının kesintiye uğramasına neden olmuştu. Fark ettiğim bu gelişmeyle birlikte onu tamamen muaf kılmak adına sırtımı dikleştirmeye çalıştım ama bedenimin yarattığı bariyer düzgün burnunun sınırlarını aşıp yüzünü tamamen kapamıyordu. Oturuyor olmasına rağmen aramızda bir karış kadar belirgin bir boy farkı vardı.

Sessiz kalmamdan rahatsız olmuş olmalı ki uyarmak istercesine parmaklarını tenime bastırdığında dağılmış dikkatimi toplamaya çalışarak ona baktım. "Evet." Diye yanıtladım çabucak. Vereceği tepkileri ne hissettiğini anlamak adına bir an için bile olsa kaçırmamaya çalışıyordum.

Uluç bakışlarını önce dudaklarıma çevirdi, sonra gözlerime baktı ve daha sonra arkama uzanarak babasının olduğu yere kısaca bir göz attı. Arkama uzanan bakışları çok oyalanmadan yeniden üzerime düştüğünde ona daha çok yakınlaşmış kolumu sırtına fark etmeden daha çok bastırmıştım.

Uluç sırtına uyguladığım baskıdan rahatsız olarak kaşlarını çattığında canını yaktığımı hissederek telaşla ondan uzaklaşmaya çalıştım ama izin vermeyerek belimdeki ellerini sırtıma tırmandırdı ve beni kendine, dudaklarını alnıma yasladı.

"Çoktan anlamlar oluşturduğunu biliyorum." Dedi. Henüz ulaşamadığım anlamlardan beni daha da uzaklaştırmaya çalışacağını hissettim. Tenime uzanan nefesi sıcaktı ve dokunduğu yerleri adeta yakmaya devam ediyordu. Derimin sıcaktan dolayı eridiğini hissettim ama ona hissettiklerimi yansıtmamaya çalışarak bakmaya devam ettim. "Oluşturduğun anlamları az buçuk tahmin de ediyorum ama seninle onun hakkında konuşmak gibi bir niyetim yok. En azından şimdilik."

Ona bunu beklemediğimi söylemek istiyordum ama bunun hakkında tek bir kelime dahi duymak istemediğini kullandığı kelimelerden dolayı tahmin ediyordum. Eskisi gibi değildi. Beni bulduğu her fırsatta azarlamıyordu, buna eskisinden daha fazla bilgi edindiğimden artık ihtiyaç duymuyor da olabilirdi.

Geriye çekilip yüzüne baktım ve söylediklerinin barındırmadığı anlamları gözlerinde yeniden aramaya çalıştım. İfadesizdi. Tek bir duygu kırıntısı bile yoktu ve bana bakarken belli belirsiz de olsa gülümsemeye çalışıyordu. Elimle dudaklarını kapamak, bu görüntünün dikkatimi dağıtmasına engel olmak istedim ama bunu yaparsam olduğundan daha da fazla afallayacağımı biliyordum.

Dağılan düşüncelerimi olması gereken asıl noktaya çevirmeye çalışarak bakışlarımı göz bebeklerine çıkardım biraz olsun tahminde bulunmaya çalışarak ve tedirgin olarak sordum.

"Ne yapmayı düşünüyorsun?"

Bir süre tepki vermeden konuştuğum için dudaklarıma düşürdüğü gözleriyle sessizce bekledi. Kafasında dönmeye başlayan düşüncelerin varlığını seziyordum ama bu düşüncelerin rengine karar veremiyordum çünkü Uluç yüzünde bu gece en ufak bir ipuçu bile bırakmıyordu. Belki de bunu yapmasındaki en önemli neden babasının hemen arkamızda duruyor olmasıydı. Belki de bu gerçek bir savunmaydı. Silahsız, gerçek ve güçlü bir savunmaydı.

Ona sarılmak istedim, bunu yapacak bile oldum ama tam kollarımı ince belinin iki yanından uzatacak olduğumda yabancı bir beden hızla yanımıza yaklaşarak güçlüce bize çarptı. Uluç çarpmanın getirdiği sarsılmayla düşecek gibi bile oldu ama bacaklarının arasında ayaklarımın üzerinde olduğumdan desteğini benden alarak dengesini hızla toparladı ve bakışlarını  yanımızda bize çarparak durmuş olmayı başarabilen bedene çevirdi.

Yunus Emre'ydi.

Sırıtıyordu.

"Hayatım boyunca böyle bir film sahnesi içinde olacağımın hayalini kurarak yaşadım." Bağırıyordu ve sesinin bize ulaştığından emin olmak istercesine ikimizin de suratına birer birer bakıyordu. Uluç'un öfkeyle soluduğunu işittim oldum ama Yunus Emre fark etmiş görünmüyordu. Konuşmaya devam etti:

"Sırf bu yüzden polis oldum, çalıştım terfi ettim, masa başında durmaktan sıkılıp yeniden bir er gibi sokaklara döküldüm rütbe düşürdüm ve olduğum yere de bir bakın! Bu bir emek silsilesi." Kalçasını bize çarptırarak sağa sola sallamaya başladı ve Uluç onu ensesinden tutup adam akıllı durmasını sağlayacak kadar sağa sola sallayana kadar da yaptığı bu hareketini kesmedi. Sonunda durduğunda Uluç gerçekten kendini zor tuttuğunu belli edecek kadar kasılmıştı ve ifadesiz suratından apaçık öfke okunuyordu. Sakinleşmesi için hızla kalkıp inmeye başlayan göğsüne elimi çıkardım ve bakışlarının bana düşmesine neden oldum. Bıkkınlık, öfke gibi çaresizlik içinde kabarmış duyguları gözleri gözlerimin üzerine iner inmez elimin altında küçülür gibi oldu ama bu çok uzun sürmedi.

"Oğlum ben seni ne yapıp edip geri vereceğim." Dedi.Küfür eder gibi konuşmuştu ve mavi ışıkları her bir yanımızda hızlıca hareket ettiğinden sözleri daha etkili bir hal kazanmıştı. Yunus Emre, Uluç onu ensesinden tutmaya devam ediyorken alt dudağını sarkıttı ve bana baktı. Yardım etmemi istiyordu.

"Hayallerime çomak sokmasına izin verme." Beklenti dolu gözlerinin farkındaydım ama okları beklemediğim anda bana çevirdiğinden ne yapacağımı bilemedim. Omuzlarımı hafifçe salladım ve yüzünde oluşan hayal kırıklığına bakıp bakışlarını benden almasını bekledim. Hemen almadı. Düşünür gibi gözlerini kısıp bakışlarını Uluç'a çevirdi, Uluç çatılmış kaşlarının altından ona bakıyordu. Yunus Emre ona çevrilen çatıklığı görür görmez omuzlarını bir anlığına düşürdü ama hemen ardından sevinçle parlayan gözlerini bana çıkarıp hiç beklemediğim o cümleleri kurdu:

"Öp şunu Anka." Bunu yapmam için kendine yakın olan çıplak kolumun derisine parmaklarını sıkıca dolamış, Uluç'un baskısından dolayı eğilen başını kaldırmaya çalışarak alttan alttan bana bakmaya başlamıştı.

"Öp ki sinirlendiğiyle göt gibi ortada kalsın."

Utanç duyup saklanmak istedim, göz kapaklarım kısılmakla ayrılmak arasında kalıp ona bakakaldı ve hissettiğim çekingenlikle Uluç'a sokulacak gibi bile oldum fakat beni durduran şey kurduğu cümlenin içerdiği beklenti dolu anlamı oldu. Uluç'a bakmıyordum. Bakamıyordum. Yunus Emre sırıtarak ve hadi hadi diyerek omzuma vurmaya başladığında onu ensesinden tutarak savuşturmak isteyen bendim. Uluç elini çeksin ve onu ensesinden tutarak bizden uzağa iteleyeyim istiyordum. Neyse ki Uluç "Oğlum seni attığım dayağı bıraktıktan sonra saatlerce titremene sebep olacak şekilde döverdim." dedikten sonra yaptı. Yunus Emre tıpkı saniyeler önce olduğu gibi yeniden birilerine çarparak durduğunda Uluç'un kurmuş olduğu bu cümleden etkilenmişe benziyordu.

Yunus Emre'nin bedeni arkamda kalacak kadar öteye gitmişti ve omzuma hadi diyerek dokuna elinin temasını kesilmişti. Uluç onunla aramızda açılan mesafeden yeterince tatmin olmamış gibi beni itecek ve ona ilerleyecek sandım ama bunu yapmak yerine biraz önce  Yunus Emre'nin dokunduğu tenime elini getirerek beni göğsüne bastırdı. Hareketi kıskançlıktan uzaktı, bu yüzden rahatça ona sokuldum ve Yunus Emre'ye uzanan küfürlerin bitmesini bekledim.

Bir noktada Uluç yorulmuş olsa gerek küfürlerine ara verdi, Yunus Emre onun küfürlerinin bitmesini bekleyerek olduğu yerde kımıldamadan durmuştu ve Uluç soluklanmak için ara verdiğinde bunu fırsat bilerek arkasını bizden uzaklaşmak adına dönmüştü ama onu durduran kişi yine Uluç oldu.

"Bana bak bana!" Yunus Emre çevirdiği sırtını düzeltip yeniden bize baktı. " Adam olarak dur şurda,  işim var beş dakika."

Kurduğu cümlenin ardından bakışlarımı hızla Uluç'a çevirdim. Çenesinin altında kalan başımı geriye çekip yüzünü görebileceğim bir açıda durdum. Uluç bunu bekliyormuş gibi bakışlarını üzerime indirdi ve beni yeniden kendine çekip daha fazla vakit kaybetmek istemiyormuşçasına  kulağıma doğru hızla konuştu.

"İçmeden beni beklemeni istiyorum." İtiraz edecek oldum ama Uluç izin vermedi. İtirazım bir şeyler içmek adına değildi. Yalnız kalmasını istemiyordum. Babası bulunduğumuz mekandaydı ve o yaralıydı. Yanındayken onu sakinleştirmek kolaydı fakat ona uzaktan bakarak etki edebileceğim özel sihirli güçlerim yoktu. Bu gece ne olursa olsun yanından ayrılmamam gerektiğini hissediyordum ve o beni uzaklaştırıyordu. Normalde olsa elinin içinden elimi çekmemem için beni tehdit eder gibi tembihleyeceğini biliyordum. Bir şeyler dönüyordu. Ona tam bu düşünceler eşliğinde itiraz edecek olduğumda bana fırsat vermeden konuşmaya devam etti. "Gaza gelip mantıksız mantıksız hareket etmeni istemiyorum Anka. " İzin vermek istemese de onu zorlayıp başımı geriye çektim ve ona yeniden baktım. Yüzünde beliren Yunus Emre'ye duyduğu öfke bile ortadan kaybolmuştu ki bu kafasında çoktan bir plan belirlediğini ve bu planı uygulamaya koyacağının apaçık bir göstergesiydi.

"Her zaman bir plan dahilinde hareket ettiğimi bilmen ve bana güvenmen gerekiyor." Alnını alnıma sertçe çarptı ve ekledi: " Bunu aklından çıkarma ve ne söylüyorsam bunu senin için söylediğimi, yaptığımı bil." diyerek devam etti.

Zihnim Uluç'un benden uzaklaştıktan sonra tehlikeye gireceğini biliyordu ve buna itiraz etmem için beni olduğum yerde zıplatacak kadar telaşlandırıyordu ama Uluç istemezse hiçbir şey yapmadan burda oturmaya devam edeceğimi biliyordum. Kıstığım gözlerimi gocunmadan ona çevirdim ve itiraz etmek için dudaklarımı araladım ama Uluç izin vermeyerek elini yüzüm hizasına kaldırdı ve dudaklarım üzerine yumuşakça bastırdı. Yine de yaptım. Homurdandım. Sıcak avcunun içine dilimin değdiği bile oldu. Uluç'un bedeninin dikleştiğini gördüm ve başımı bir an için hızla geriye çekerek konuşmak için fırsat yarattım.

"Ne planladın?" Sesim arkamdaki kalabalık gürültünün ve bariyer oluşturmuş elinin varlığına rağmen ona ulaşmayı başardı. Aklında bir şeyler olduğunu zaten biliyordum. Bunu tahmin etmenin ötesinde bilmek için yeterli vakti Uluç'un yanında geçirmiştim ve ne kadar ifadesiz olursa olsun ifadesizliğinin bile bir anlam dahilinde belirdiğini çözmüştüm. Yalnızca bu anlamı henüz çözemiyordum.

"Işıkların yönünü ters çevirmeyi." Diyerek yanıtladı beni Uluç. Parmaklarını aramızdan indirmişti.

"Nasıl?" Diye sordum hızla. Uluç beni ileri itip oturduğu bar taburesinden doğruldu. Kollarını bana uzatıp beni koltuk altlarımdan kavradı ve ben daha ne olduğunu anlamadan beni kalktığı bar taburesine bir kuş tüyüymüşüm gibi kolaylıkla oturttu. Gözlerim sırtındaki henüz kapanmamış kurşun deliğinin varlığından faltaşı gibi aralanmış, itiraz; hissettiğim endişe kalabalıklığının gerisine saniyeler içinde karışmıştı.

"Ters yöne hareket ederek."

Eğilip kollarına tutunan parmaklarımın gevşemesine neden oldu ve alnını yeniden alnıma yasladı. Biraraya getirdiği kelimelerin anlamının kelimelerin sayısından daha fazla olduğunu biliyordum.

"Nasıl?" diye sordum bu sefer merakla ve daha fazlasını bilme isteğinin damağıma kadar yükselmesiyle. İnatla tenindeki varlığımın temasını kesmiyordum ve o da bunu yapmak istediğinden, beni buna zorlamak adına bedenime doğru sindikçe siniyordu. Ona defalarca ondan tiksinmediğimi söylemiştim. Varlığının yakınlığından artık rahatsızlık duymuyordum ve o bunu henüz bilmiyordu.

Sorum üzerine yalnızca omuz silkti. Eğilip bakışlarını bakışlarımın hizasına getirdi ve"Beni aşmana izin verip seni o anlamlarla bir türlü buluşturmuyorum öyle değil mi?" diyerek benimle konuştu. Yeniden anladım. Uluç beni görmekle kalmıyordu, Uluç beni okuyordu, Uluç beni benim onu bilmediğim kadar biliyordu. Yüzümde saklamaya çalıştığım ne kadar ifade varsa hepsinin farkındaydı. Amacımın, amaçlarımın bilincindeydi ve bu bilinç ona ekstra güç kazandırıyordu, benden durum her ne olursa olsun saklanmayı başarmasını sağlıyordu.

İsterdim ki Uluç böyle konuşmak yerine beni yerden yere vursun ama ne yapmak istediğini açıkça söylesin. Omuzlarım hissettiğim kargaşanın altında ezilsin ama ne yapacağını bileyim, duyayım. Ama o hiçbir zaman istediklerimi vermemişti ki bu gece de vermeyeceği ortadaydı. Omuzlarımın düştüğünü hissettim ve kurduğu cümleyi kabulleniyormuşçasına bakışlarımı gözlerinden alıp göğsüne indirdim. Uluç beklemediğim bir şekilde elini çeneme çıkarıp beni yeniden ona bakmak zorunda bıraktığında eğer o bunu yapmasaydı yeniden yanıma dönüp benimle konuşana dek ona bakmayacağım biliyordum.

"Bir şeyleri çözmeye başlamadan önce gaza gelmemeyi öğrenmen lazım." Dedi. Kurduğu cümlenin telaşı hissettiğim duyguların telaşı ile paralellik gösteriyordu çünkü bunu saklamıyordu. Ne söylemek istediğini anlıyordum, sanırım. Sanırım bana henüz zamanımın olduğunu ama anlamlar bulmaktan uzakta olmadığımı ifade etmeye çalışıyordu. Bir süre susup bu düşüncemi desteklercesine gözünü bile kırpmadan gözümün içine baktı ve ben tam bu düşünceye doğrudan inanmak üzereyken hafifçe doğrulup," Bu gece daha fazla gaza gelip elinin yeniden yeni bir içki kadehine uzanmasını istemiyorum çünkü senin nezninde hoş olmayan eylemlere birazdan izin vereceğim. " diyerek konuştu. Tüm doğrusallığımı kaybederek ona bakakaldığımda ve ben daha neler döndüğünü anlamak için gözlerimi kırpıştırdığım esnada bana bakmadan  kollarını bedenime sararak beni göğsüne yaslayıp kulağıma doğru eğildi:

"Anlamlara ulaşman için beni aşmana izin vermiyorum belki ama sana bir sır vereyim mi?"

Ses tonu bizi kimsenin duymasını istemediğini açıkça ifade edecek kadar kısıktı. Kelimeleri zar zor seçebildim.

"Beni aşmana izin vermiyorsam bana alışmanın yollarına bak Anka."

Beni kolları arasından çıkarıp varlığını benden uzağa taşımadan önce durmuş ve beni kulağımın altındaki yumuşak dokudan yumuşak ve ıslakça öptükten sonra uzaklaşmıştı. Arkasından bir süre bakakaldım. Yunus Emre yanıma gelip, " Ben sana onu öp, göt gibi ortada kalsın demiştim, senin yapmadığını yaptı göt herif." diyene kadar da arkasında bıraktığı boşluğu sessizce izledim.

Yunus Emre önümde durup Uluç'un bıraktığı boşluğu alana dek bundan caymadım. Yunus Emre görüş alanıma girip bana söylediği şeyi yapmadığım için hoşnut olmadığını belirten bakışlarını atmaya başladığında ona aldırmak yerine yan dönüp bacağımın birinin yere değmesine olanak verdim.

"Ona göt herif dediğini duyarsa bahsettiği seni verme işlemini olduğundan daha hızlı bir hale getirebilir, haberin olsun."

Dirseklerimi bar tezgahına yansımaya devam eden mavi ışıkların altında kalarak bastırdım. Beynimin içini ince bir sızı ele geçirmeye başlamıştı.

"Bu bir dost tavsiyesi miydi?" Diye sordu Yunus Emre. Sesinde alay tınısı yoktu ama bu kadar saf olmayacağını mesleği gereğince bildiğimden söylediklerini ciddiye de alamıyordum.

"Bakış açına göre şekillenebilir." Konuşurken omuz silkmiştim. Uluç'un nereye gittiğini merak ediyordum. Müzik sesini arttırmış, ritmini hızlandırmış ve insanlar deliler gibi dans etmeye başlamıştı. Kulaklarım bir tilkinin kulakları kadar kurnaz bir halde dikilmiş, ritmi bozan bir kıpırtı duymayı bekliyordu. Uluç yaralıydı ve bunu bilmek beni onun peşinden koşup gitmem için akılalmaz bir istekle yakıp kavuruyordu.

"Şu ilişkinizin bir adı var mı sizin?" Yunus Emre yanıma gelmiş, gelmekle kalmamış omuz başlarımızın birbirine değmesine neden olacak kadar tenime yakınlaşmıştı. Bakışlarının yüzümün yan profilinde oluşunu hissedebiliyordum ama ben ona bakmıyordum. Tezgahın öteki ucunda duran şeffaf şişelerin içindeki içkinin renginin mavi ışık altında salınışını izliyordum.

"Bir ilişkimiz yok." Dedim dürüstlükle. En azından onun sandığı gibi bir ilişki yoktu aramızda.

"Bende Michael Jackson."

Bariz dalgasına dönüp ters ters baktım. Komik değildi. En azından şu an için.

"Gerçekten aranızda bir ilişki olmadığına inanmamı mı bekliyorsun Anka. Kız Uluç'un yanağından öptü diye elimdeki kadehi fondipledin sen, sahi misin?"

Söylediklerinin doğruluğu kaşlarımın daha da çatılmasına neden oldu ama hala ona bakmıyordum. Kabul ediyordum. Sinirlenmiştim. Ama bu bir kadının Uluç'un yanağını öpmesinden kaynaklanmamıştı. Bu, Fulya gibi bir kadının tüm o çirkin imalardan sonra Uluç'un yanağına dokunabiliyor olmasından kaynaklanmıştı. Bunu ona açıklamak için dudaklarımı aralayacak oldum ve ona baktım ama Yunus Emre'nin  elinde tuttuğu ve ne zaman sipariş verdiğini bilmediğim boş kadehin dibine dil uzatmaya çalışarak kendi halinde oyalandığını görünce vazgeçtim. Böyle olmak için çaba sarf ettiğini düşünmeye başlamıştım ama mesleği gereği buna da olanak sağlamak istemiyordum.

"Yanında silahın var mı?" Diye sordum aptallığına aldırmamaya çalışarak, bu gece gerçeği aptalsa bile ben hep polis olduğunu ihtimaline tutunacaktım. Sorum üzerine Yunus Emre elindeki kadehi sert olmak için çaba sarf etmeden sertçe tezgaha bastırdı ve bana ters giden şeyin ne olduğunu anlamak istercesine kısık gözlerle baktı.

Criminal kimliği aktif üyeliğini kesintiye uğratmamıştı anlaşılan.

"Sorun ne?"

Uluç ile aramızda olan sahip-bakıcı ilişkisini bilmiyordu. Bence sırf bu bilgi değil pek çok önemli bilgiden de uzaktı ki bu nedenle Uluç'la babası arasındaki ilişkiden haberdar olması da imkansızdı. Ona bunu açıklamanın doğru olmadığını biliyordum ama açıklamadan dikkatli olmasını söylemek de çıkmaza giriyormuşum gibi hissettiriyordu.

"Uluç'un düşmanı çok," Diyerek konuşmaya başladım ancak böylesine bir konudan açıkça bahsetmeyeceğimin farkındaydım." burada da mutlaka birkaç tanesi yer etmiştir. Lazım olmasından çekiniyorum. Uluç yanına silah almadı."

Yunus Emre sırtını bar tezgahına yaslayarak kısıklaşan bakışlarını üzerimden aldı ve arkamdaki kalabalığa çevirdi.

"Var." Dedi, bakışlarını bana çevirmeden hemen önce ve "Uluç'ta da silah var Anka." dedi hemen ardından. Şaşkınlıkla ona baktım ama o bana bakmıyordu. Yaptığını yapıp taburede yönümü çevirdim ve onun gibi yaparak sırtımı bar tezgahına dayadım.

"Neresinde?" Diye sordum merakla. Gözüm kalabalığın içinde Uluç'un bedenine rastlamak için merakla salınıyordu.

"Bileğinde. Özel bir silah. Fark etmemiş olman doğal ama onu oraya koyarken saklamadı. Nasıl oldu da görmedin?" Onun da sesinde saf bir merak vardı ama söylediklerinin üzerine artan merakım onu ezip geçiyordu. Saklamamıştı ve ben fark etmemiştim öyle mi? Oysa ki onu hep izlemiştim. Nasıl olmuştu da fark etmemiştim.

"Sana onu oraya koyarken bir şey söyledi mi?" Diye sordum merakla. İki katlı salonun alt katında bulunan tüm koltuklara teker teker bakmıştım. Varlığının izi alt katta değildi. Gözlerim önce yukarı kata tırmanan merdivenlere ardından özel olarak ayrılmış oturma kabinlerine uzandı.

Birer kül mezarlığı gibi siyahtı ve yayılan mavi ışıkların varlığına rağmen aydınlatması oturanları net olarak görmemizi sağlamaya yetmiyordu.

"Söylemedi."

Beklemiyordum zaten.  Onu aramaya  devam ederek üst katı gözlerimle taramaya başladığımda önce Fulya'yı ardından onu arayan gözlerime bakan gözlerini gördüm. Yüzünde beni bulmanı bekliyordum diyen bir ifade saklıydı. Üst kata ayrılmış bölmelerden birinin içindeydi ve doğrudan bana bakıyordu. Fulya karşısındaydı hararetli bir biçimde Uluç'a bir şeyler anlatıyordu. Uluç onunla göz göze geldiğim an bende olan bakışlarını çekip Fulya'ya döndü ve belirgin çene kaslarının ortaya çıkmasına olanak verecek kadar sinirlenip, sıktığı çenesinin içinden ona bir şeyler söyledi.

Dudaklarını ne söylediğini anlamak için takip ettim ama uzaktı ve mavi ışığın kuvveti hareketlerini tam olarak açığa çıkarmıyordu.

Fulya irkilerek ayağa kalktıktan sonra saniyeler içinde ortadan kayboldu. Uluç onun bıraktığı boşluğa kasılan çenesiyle birkaç dakika boyunca baktı ve hemen ardından bakışlarını yeniden bana dokundurdu, sonra dudaklarını kımıldatarak bir şeyler söyledi. Bana söyledi. Ne söyledi bilmiyorum ama dudaklarını birbirine yeniden bastırdıktan sonra hafifçe tebessüm etmişti.

Tüylerim diken diken oldu.

"Sizin aranızda ne var bilmiyorum Anka ama senin kör olduğuna eminim artık." Diyerek yeniden araya giren Yunus Emre oldu. Bakışlarımı Uluç'tan alıp ona çevirdiğimde ters ters bana bakan gözleri ile karşılaşmayı beklemiyordum.

"Ne diyorsun?" Diye sordum ters ters. Omuz silkip Uluç'un olduğu yere baktı. Bu sırada birdenbire mavi ışıkların hepsi aynı anda kaybolmuş, müziğin sesi normal bir seviyeye indirgenmişti. Ama kısa sürdü. Sanki şalterler atmış ama saniyesinde jeneratörler devreye girmişti.

"Bu adam sana aşık diyorum."

Tıpkı birden kesilip birden çalmaya başlayan müziğin sesi gibi, tıpkı birden sönüp birden yanmaya devam eden mavi ışıklar gibi birden soluğum kesildi ve yeniden nefes almaya başladığımda bunu gürültü çıkarmadan elde edemedim. Öksürüklerim boğazıma dizildi, nefesim değil.

Uluç'un bana aşık olduğunu söyleyen ilk kişi Melisa olmuştu. İkincisi Yunus Emre'ydi. İkisi de söyledikleri şeyin imkansızlığının farkında değildi. İkisi de saçmalıyordu ve beni de saçmalamam için ağlarına düşürmeye çalışıyorlardı. Melisa bir ihtimal söylediklerine inanacağım biriydi ama Yunus Emre iki gün içinde bu kanıya varacak kadar ileri biri değildi. Dengesiz bir sürü tavrına şahit olmuştum ve o durmuş Uluç'un bana aşık olduğunu söylüyordu. Böyle bir şey mümkün değildi. Kalbimin yukarı tırmanmaya çalışırcasına göğsümü yumrukladığını hissettim. Böyle bir şey mümkün değildi. Yunus Emre kuş beyinlilik yapıyordu.

"Bende Michael Jackson." Diyerek dalga geçtim açık açık. Yunus Emre güler gibi oldu ama bu iğneleyici bir gülümsemeydi.

"Anka sahiden görmemek için özel bir çaba sarf ediyorsun ya da görüyorsun da naz ediyorsun." Diye konuştu ama kelimeler ağzından çıkar çıkmaz sinirlerin tepeme tepeme vurduğunu hissettim. Ona hissettiğim sinirle sertçe döndüğümde elini omzuma koymak için hareketlendiğini fark ettim ama yüzümde her  nasıl bir ifade oluşmuşsa bunu gördükten sonra bana dokunmaktan vazgeçti ve sakin olmamı istercesine ellerine havaya kaldırdı.

"Bir bok bilmeden konuşup duruyorsun ve bu senin zeki mi yoksa salak mı olduğun konusunda anlam karmaşası yaşamama neden oluyor. Bil diye söylüyorum onun birine aşık olması neredeyse imkansız."

Uluç birine aşık olur muydu? Uluç birine duyduğu sevgiden dolayı gülümser miydi? Kalbimin derimi ateşe vereceğini hissettim. Bu normal miydi? Uluç sırf aşık olduğu için birini kulağının altındaki yumuşak deriden sıcacık öper miydi? Ellerimin, ayaklarımın, kollarımın, göğsümün, ağzımın, burnumun, kulaklarımın, gözlerimin yandığını hissettim. Yunus Emre elini omzuma koyduğunda o kadar korkutucu bir tepkiyle geri çekildim ki bir an gerisin geri yere düşeceğimi sanıp telaşla önümdeki tezgaha tutundum. Hissettiğim sıcaklığın hemen kaybolmasını istiyordum ve bunun suçlusu oydu. Başıma dikilip salak salak konuşuyordu.

"Anka iyi misin?" Telaş dolu ses ona aitti ve gözleri gerçek bir tedirginlikle yüzümde geziniyordu. Barmene uzandığını gördüm. "Su ver buraya."

Saniyeler içinde geniş bir kadehin içinde önüme bir bardak buzlu su koyuldu. Yunus Emre'nin parmakları omuz başlarımdaydı ve yakınlığı ısısını hissedebileceğim ölçüdeydi.

Saçmalıyordum. Bu his normal değildi. Saçmalıktı ve anlamsız öfkemin önüne geçmeliydim.

Önüme konulan suya uzanıp derin birkaç yudum aldım ve içimdeki ısının cızırdayarak uçuşmasına neden oldum. Hissettim. Derince sanki nefes alamıyormuşçasına soluklandım ve yeterli hissettirecek kadar soluğu içime aldıktan sonra yeniden ona baktım. Yunus Emre'ye.

"Bak böyle ol diye söylemedim özür dilerim." Sesinden pişmanlığı okunuyordu.

"Yemin ederim kötü bir niyetim yok Anka ama senin biraz yardıma ihtiyacın varmış gibi görünüyor." Bir şey söylemedim ama ona bakmaya devam ettim. Yunus Emre benden bir şeyler duymayı bekleyerek yüzüme baktı ama sonunda bir şey söylemeyeceğimden o da emin olmuş olacak ki ekledi: "Onun hakkında."

"Beni ne kadar tanıyorsun ki onun hakkında yardıma ihtiyacım olduğunu düşünüyorsun!" Diye tersledim. Yunus Emre alaydan uzak dostvari bir ifadeyle gülümsedi.

"İnkar evresini ne zaman atlamayı düşünüyorsun?"

"İnkar ettiğim bir şey yok benim. Gerçekten bir bok bilmeden dolaşıp salak saçma konuşuyorsun Yunus Emre. Saygısızlık etmek istemem ama lütfen benimle konuşmaya özellikle bu gece için son verebilir misin?" Soru işaretlerinin ötesinde ses tonumda keskin bir emir gizliydi ve bunu onun da gördüğüne emindim.

Neyse ki doğru olanın bu olduğuna karar vermiş gibi sessizleştiğinde memnun olup önüme konan buzlu su bardağındaki suyun hepsini içip içinde kalan buzlarla sessizce bakışmaya başladım.

Uluç aşık değildi. Uluç'a aşık değildim. Ona aşık olmam için geçerli tek bir neden yoktu ortada. Yunus Emre aramızda geçen olayların hiçbirini bilmediği için gördüklerini yanlış yorumluyordu sadece. Sakinleşmeli ve bu gece olay çıkaran taraf olmamalıydım. Derince soludum ve ona baktım. Sırtını bar tezgahına yaslamıştı ve Uluç'un olduğu yüksekliğe bakıyordu.

Uluç'tan tarafa bakmak için istekle doldum ama Yunus Emre'nin söylediklerini tam olarak sindiremeden bunu yapmak akıl işi olmazdı. Ona yeniden bakmadan önce kafamda beliren aşık Uluç'u silmeliydim.

"Sana bir şey sorabilir miyim?" dedi Yunus Emre. Bana bakmıyordu. Cevap vermedim ama konuşmayı sürdürdü.

"Ona aşık olmaman için bana bir neden verebilir misin?" Bıraktığım yerden bir adım öteye gitmemiş miydi yani? Yine de söylediği şeyi düşündüm.

Uluç'la farklı bir yolda karşılaşmış olsaydık, aramızda yaşanan tüm yanlış anlaşılmalar aslında yaşanmamış olsaydı, yine kaba bir herif olsaydı ama onunla tüm bu işlerden uzak bir şekilde karşılaşıyor, onu görüyor, sesini duyuyor ve olurda yan yana otururken kokusunu duyuyor olsaydım ona aşık olur muydum?

Bunun cevabını vermiştim. Uluç onu gördüğümde dikkatimi çekmeyecek bir adam değildi. Ama onunla geçirdiğim tüm vakitler içinde düşüncelerimin yönü hiç duygusal bir noktaya eğim kazanmamıştı. Tüm bunlar ona aşık olmama engel miydi bunu bilmiyordum bile çünkü onu hiç böyle düşünmemiştim.

"Bilmiyorum." Dedim dürüstçe. Engeldi ya da değildi. Bilmiyordum.

"Bilmiyor musun yoksa ona aşık olmaman için bir neden yok mu?" Diye üsteledi.  Ona gerçekten amacının ne olduğunu anlamaya çalışarak baktım. Ona gerçekten kim olduğunu çözmeye çalışarak baktım.

"Amacın ne Yunus Emre?"

Sesim kızgın olmaktan uzaktı. Sesim kırgındı çünkü Uluç'u aşık olarak düşünmek kalbimi ağırlaştırmıştı.

"Cevap verir misin bi?" Diye üsteledi. Onu terslemekten uzak durağan bir şekilde çatılmış kaşlarımla izledim. Kötü biri olduğunu düşünmüyordum. Kötü bir amacı olmadığına neredeyse emindim ve konuştuklarımızın ikimize özel olduğu açıktı.

"Yok." Dedim sanki kilometrelerce yolu tek nefeste koşmuşum gibi soluk soluğa. "Yok."

"Yok." Diye onayladı beni. Oturduğum bar taburesine eğilip beni yavaşça çevirdi ve sırtımı bar tezgahına yaslamamı sağladıktan sonra konuştu.

"Tıpkı aşık olmanın da nedenlere ihtiyacı olmadığı gibi." Fısıltısı kulaklarıma ulaşır ulaşmaz önümden çekildi ve beni Uluç'tan tarafa bakmaya zorladı.

"Hissettiklerinin tercümesini yapamam belki ama onları fark etmeni sağlayabilirim."

Uluç'un hemen yanında sarışın, beyaz tenli, bakıldığında buradan bile fark edilecek kadar güzel yüz hatları olan bir kadın oturuyordu ve giydiği kıyafetin derin göğüs dekoltesi buradan bakıldığında bile fark edilecek kadar seksi ve kadınsı duruyordu. Omuzları birbirlerine değiyordu ve değmekle kalmıyor, kadın kolunun ince beyaz derisini ara ara Uluç'un pazuları üzerinde uzunca soluklatıyordu. Kendini Uluç'a sürtüyordu ve bu hareketi itici olmaktan uzak, seksi bir hal içindeydi. Midemin bulanmaktan öte yandığını hissettim. Gözlerimin midemdeki yanmadan dolayı kızardığına onları göremesem bile emindim.

"Şu an hissettiklerinin nedeni sence az önce verdiğin cevapla aynı mı?"

Yok.

Uluç'un nereye baktığını çözmeye çalışarak onlara bakmaya devam ettim. Oturdukları kabin kalabalıklaşmıştı ve tek kadın Uluç'un yanındaki sarışın değildi. Uluç'un tam karşısında başka bir adam çaprazında başka bir adam ve hemen kabinin girişinde ayakta bekleyen başka bir adam vardı. Her iki adamın da yanında tıpkı Uluç'un yanında olduğu gibi sarışın, ucuz olmaktan uzak, gerçekten alımlı kadınlar yer alıyordu ve Uluç yanındaki sarışına değil, çaprazındaki adama bakıyordu.

Yunus Emre'nin amacı neydi, orada ne konuşuluyordu hiçbir fikrim yoktu. İçimde baş gösteren yangın anlamsızdı.  Canım sıkılmıyor, sıkışıyordu ve bunun nedeni Yunus Emre'nin ima ettiği türden bir şey değildi. Nedeni neydi fikrim bile yoktu. Uluç'un da içinde bulunduğu dar kabine elinde genişçe tepsi tutan bir barmen yaklaşıp servis açmaya başladığında adamların da yanında bulunun kadınların hepsi aynı anda ayağa kalktı ve Uluç'un yanında oturan kadın derin göğüs dekoltesini Uluç'un omzuna sürttükten sonra uzanıp onu yavaşça öptü.

Uzun bir öpüşme değildi. Karşılıklı bir öpüşme de değildi. Kadın yalnızca dudaklarını Uluç'un dudaklarına dayamış ve çekmişti. Bu kadardı. Fazlası yoktu. Bu kadardı. Fazlası yoktu ama göğsümdeki ateşin vardı.

Daha önce hiç böyle hissettiğim olmamıştı. Ağladığımı bile hissettim ama ellerimi kaldırıp gözlerimi sıvazladığımda yaş bulamadım. Normal değildi bunun farkındaydım ama hissettiğim bu şeyin o tür bir şey olmadığını biliyordum.  Uluç'a aşık değildim. Olmam için bir neden yoktu. Teklediğimi hissettim ve derin bir soluk alarak bakışlarımı Uluç'tan alıp Yunus Emre'ye çevirdim.

Bana olan bakışlarında okunabilen bir abi şefkati vardı ve gülümseyişi içimden geçen cümleyi okumuş gibi, olmaman içinde bir neden yok, diyordu.

Kendimi ağlayacak gibi hissediyordum ama olması muhtemel ya da değil düşündüğüm bu şeyin altında eziliyordum ve bunun nedeni, çıkış noktası Yunus Emre'ydi. Zihnim inkar etmek için çıkış yolları aradı ama bir yol bulamadığımda oklarımın tek bir noktadan oluşan hedefi Yunus Emre oldu.

"Planlı bir hareketsin öyle değil mi?" Diye konuştum hışımla, sesim soluk soluğa yükselmiş, elimi göğsümün üzerine koyup kalbimin üzerine bastırmıştım.. Ellerimle gözlerimi kontrol etmesem ağladığıma inanırdım, ses tonumda bariz bir kırgınlık vardı ama ağlamıyordum.

"Ne?" Diye soludu Yunus Emre. Gerçekten şaşırmış görünüyordu.

"Planlı bir hareketsin. Neler olduğunu görmek istiyorsunuz. Bir kaos yaratmak istiyorsunuz. Bir şeyleri planlıyorsunuz ve tüm söylediklerin o planın bir aracı, öyle değil mi?"

"Anka beni yanlış anladın bak."

Ağlamaya başladım. Ellerimi göz pınarlarıma çıkarıp kontrol ettim. Ağlıyordum ve bu beklenmedikti. Neden ağladığımı bile bilmiyordum. Ağlamam beklenmedikti. Kendimi küçülmüş, kapana kısılmış hissediyordum ve bunun Uluç'la alakası vardı. Tek ilişkili yanı onaydı. Beni burada yalnız başıma bırakmaması gerekiyordu. Bana beni bırakmayacağını söyleyip bulduğu her fırsatta beni yalnız bırakıyordu.

Yanımda olsaydı böyle hissetmeyeceğimi, kaybolmuş, kapana kısılmış, yanıyormuş ama aynı anda sönmeye çalışmayacağımı biliyordum. Yunus Emre'nin böyle konuşamayacağını biliyordum. Beni yalnız bırakmaması gerektiğini biliyordum.

"Anka lütfen, amacım seni ağlatmak değildi." Sesindeki pişmanlığı soluyabiliyordum ama yanında daha fazla durmak gibi bir niyetim yoktu. Kendi beni istediği gibi bırakıp gidebiliyorsa eğer benimde istediğim gibi yanına gidebilme imkanım elbette ki vardı. Burada durmak istemiyordum. Yanında olmak istiyordum ve bana keskin bir dille yanına gitmemem için uyarıda bulunmamıştı. Bana yanında olmamam için hiçbir imada bulunmamıştı.

Yunus Emre bana uzanacak olduğunda onu bana dokunmaktan mahrum edip hızla doğruldum ve parmaklarımı göz pınarlarıma bastırdıktan ve gözyaşlarımı temizledikten sonra dönüp Uluç'tan tarafa baktım. Şu an için tek düşüncem onun yanına gitmekti ve karar verilmişti. Gidiyordum.

Düşünürsem vazgeçerdim ya da ona yeniden bakmaya karar verir ve onu bana bakıyorken yakalarsam duraksardım. Ne duraksamak ne de vazgeçmek istiyordum. Adımları üst kata çıkan merdivenlere doğru yönlendirmeye başladığımda Yunus Emre beni durdurmaya çalıştı ama durduramayacağını anlamış olmalı ki varlığını ısrarcı davranmayarak geri çekti. Sessizce peşimden geldiğini hissediyordum. Bunun için güven duyup adımlarımı daha sağlam atıyordum ama sağlam adımlarımın gerçek nedeni Uluç'a gidiyor oluşumdu.

Yukarı kata tırmanan merdivenlerin başına geldiğimde bir bedenle çarpışıp duvara tutunmam ve dengemi sağlamaya çalışırken Yunus Emre'nin arkamda belirmesi bir oldu. Karşımdaki adam Uluç'un olduğu bölmedeki adamlardan giriş kısmında ayakta duranıydı. Bana ters ters bakıyordu ve merdiven basamaklarının önüne bariyer olmuştu.

"Yukarı çıkamazsınız." Ses tonu kalıbının aksine inceydi ama  bu incelik kulak tırmalayıcı değildi.

"Neden?" Diye sordum, Yunus Emre tahmin ettiğim gibi peşimden gelmişti ve artık yanımda benimle birlikte duruyordu.

"Yukarda önemli bir toplantı yapılıyor, toplantı bitene kadar çıkamazsınız, lütfen alt katı kullanmayı devam edin."

Programlanmış bir robot gibi konuşuyordu. Tek bir duygu kırıntısı bile yoktu ve konuşurken etrafa dağılan mavi ışıklara rağmen gözlerini kırpmıyordu.

"Uluç'a söylersen yukarı çıkmam için gerekli izni almış olacaktır. Yukarı çıkmak istiyorum." Diye konuştum. Adam benden rahatsızlık duyduğunu gizleme gereği duymadan yüzüme baktı ama nasıl bir ifadeye sahipsem zorlamak da istemedi.

"İki dakika bekleyin."

Aslında beklemezdim. Merdivenleri çıkışını izledim. Aslında sahiden beklemezdim ama bu gece kargaşa yaratan taraf olmaktan kaçınacaktım. Adam dakika sürmeden yeniden merdiven basamağında belirdiğinde ısrarla Yunus Emreden tarafa bakmıyordum. Neyse ki o da yeniden benimle konuşmak gibi bir çaba içersine girmiyordu.

Adam merdiven basamaklarını inmeyi bırakıp sonunda karşımda sabit bir şekilde durduğunda resmen ağzının içine bakıyor ve önümden çekilmesini bekliyordum.

"Uluç bey beş dakika sonra aşağı ineceğini, sizi bıraktığı yere geçip beklemeniz gerektiğini söyledi." Adamın sesi kuşku barındırmaz bir tonlamaya sahipti ve ne söylersem söyleyeyim cüssesini aşıp yukarı kata çıkan merdivenleri aşmama izin vermeyeceği ortadaydı.

Omuzlarımın bir yenilgi almışım gibi çöktüğünü hissettim. Kendimi yalnız hissediyordum ve en önemlisi onun için endişeleniyordum.

Zorlama yapamayacağımı biliyordum. Geldiğim yolu aşıp yeniden yürümeye başladığımda Yunus Emre'nin peşimden geldiğini hissetmek güven verdi.  Sonunda aynı bar taburesi üzerine yeniden oturduğumda bakışlarım doğrudan Uluç'a çevrildi ve onu beni beklediğini belli eden irileşmiş ve çatılmış gözleri ile olduğum yere bakarken buldum. Bir süre sadece ona baktım ve belli belirsiz başımı salladım ama hiçbir tepki vermedi. Saniyeler süren bakışmamızı kesip yeniden bakışlarını benden aldı ve çaprazında oturan adama çevirdi.

Bu sırada durup onlardan uzak olan diğer bölmelere tek tek içlerini görmeyi umarak baktım. Babası nereye kaybolmuştu?

Uluç'un oturduğu bölmedeki sırtı bana dönük olan adam babası mıydı? Beni o yüzden mi yanında çıkartmamıştı? Ağrısı var mıydı? Beni merak ediyor muydu? O seksi kadın onu öptüğünde neden tepkisiz kalmıştı? Ne konuşuyorlardı?

Zihnim birbiri ardına soruları sıralıyordu ama ne uzanıp birine dokunabiliyor ne de Uluç'un yanına gidebiliyordum. Ona uzaktan bakmayı sürdürdüğüm kaçıncı dakikanın sonuydu bilmiyordum ama Uluç'un arkasında biraz önce kendini ona sürten kadın yeniden belirdiğinde ellerimin titrediğini hissettim. Yunus Emre yanımda sessizce durmaya devam ediyordu ve onunda benim gibi Uluç'tan tarafı izlediğini ona bakmasam da tahmin ettim.

Hangi ara değişmişti bilmiyordum ama şarkının tonu değişmiş insanlar dans etmeye başlamışlardı ve bu o kadar garipti ki kendimi kafayı yemişim gibi hissetmeme neden oluyordu. Kadının Uluç'un önüne kadar salına salına gelişini izledim. Yetmedi onun kucağına oturuşunu izledim. Yetmedi ona sokuluşunu ve ona kur yapışını bile izledim.

Dayanamayacağımı anladığımda beni o tarafa bakmaktan koparan şey iradem olmadı. Yunus Emre elimden tutup yönümü değiştirdi ve elime bir içki kadehi tutuşturduktan sonra gözlerimin içine bakarak konuştu:,

"Ben bu sefer olanın bir iş olduğunu düşünüyorum. " Sesi açıkça sakin kal Anka diyordu. Neden sinirleniyordum, neden kalbim yanıyordu, neden gidip onu tokatlamak için yanıp tutuşuyordum en ufak bir fikrim yoktu.

Elime tutuşturduğu kadehe bakıp Uluç'un onu içmemem gerektiğini söylediğini hatırladım. Dayanamayıp Yunus Emre'ye rağmen ondan tarafa yeniden baktığımda Uluç'u bana bakarken bulmayı beklemiyordum. Daha da doğrusu elimdeki kadehe bakıyordu ve öyle  bir bakışı vardı ki sanki zihin gücüyle elimdeki kadehi parçalara ayırabilirdi.

Söylediklerinin her biri aklımdaydı. İçmemem gerektiğinin farkındaydım ama içmek istiyordum. İçimde deliler gibi kıvranan bir şey vardı ve eğer elimdeki kadehi yudumlarsam kıvranmayı kesecekti. Yanımda değildi, içmemem kesin bir emir olsaydı oradan kalkıp yanıma gelirdi ama o oradan bana bakmaktan başka bir şey yapmıyordu. Yunus Emre yanımdaydı. Çok düşünmek istemiyordum. İçecektim.

İçtim.

Soluksuz içtim.

Uluç kıyameti koparacaktı.

Yunus Emre'ye biraz daha musallat olacaktı ama  umrumda değildi. O da bana dolaylı yoldan musallat olmuştu ve ceza çekmeliydi. Benim cezam buydu, Uluç'un söylediğini yapmamıştım, seviyeli bir gazabı olacağını biliyordum ya da seviyesiz bir gazabı olacaktı emin değildim ama bu boku yiyecektim.

Elime verdiği kadehi içerek boşalttıktan sonra dönüp Uluç'a yeniden bakmadan uzanıp onun önündeki kadehi de aldım ve onu da tek nefeste içtim.

Ben bunu yaparken Yunus Emre bana değil, sırtımı çevirdiğim Uluç'tan tarafa bakıyordu. İçtiğimi görmemişti ama benimde artık görebildiğim bir şey yoktu. Beynim yanıyordu. Yunus Emre'nin içkisi beynimi yakmıştı. Beynim yemin ederim ki yanıyordu ve kulaklarım zonkluyordu. Duyduğum tek ses ortada dönen müziğin tenime çarptıktan sonra oluşturduğu titreşimdi ama buna rağmen yine de Yunus Emre'nin arkasında kalan bedenime dönüp baktığını ve kısık bir küfür savurduğunu duydum.

Telaşla elimden tuttu.

"Ulan o içtiğin tekilaydı tekila. Ben onu otuz yudumda içiyorum."

Beynim yanıyordu ve o beynimin içinde bağırıyordu. Tuttuğu ellerimle onu savuşturmak istedim ama bana izin vermedi.

"Anka seni kusturmamız lazım. Yemin ederim Uluç beni siker." Telaşını gözlerimi açıp ona bakmasam bile gördüm. Kusmaktan nefret eder düşüncesine bile oturup ağlardım. Ona bunu söylemek istedim ama beynimin içindeki uğultu geçmek bilmiyordu.

"Hadi kalk lavaboya götüreyim seni." Resmen yalvardı. Yunus Emre parmaklarını ahtapot gibi koluma doladı ve sonunda uğultunun azaldığını hissedip gözlerimi biraz olsun araladığımda gördüğüm yüzünde gerçek telaşlı bir ifade vardı ve bakışlarını ara ara arkama uzatıyordu. Dönüp baktığı yere bakmak istedim. Orada Uluç'un olduğunu biliyordum ama dönüp arkama yeniden bakmak bir an için o kadar güç geldi ki sabit durup sadece Yunus Emre'yi bekledim.

Birden durduğu yerde kalçasını sallamaya başladı. Kollarını bükerek havalandırmıştı.

"Gidemeyiz evet  çok güzel. Duramayız evet çok güzel. Uluç anlar evet çok güzel. Neden sormadan içiyorsun evet çok güzel."

Anlamsız anlamsız gülmeye başladı ve bu o kadar rahatız ediciydi ki bağırıp çağırarak onu susturmak istedim.

"Ben boku yedim evet çok güzel. Anka çabuk ellerimi tut evet çok güzel." Uzanıp ellerimi sıkı sıkı tuttu ve bir adım geriye atıp kollarımın boşluğa uzanmasına neden olacak kadar benden uzaklaştı.

"Ayağa kalk evet çok güzel. Daha fazla anlamaması lazım evet çok güzel." Ne yapmaya çalıştığını anlamıyordum ama o böyle yaptıkça beynimdeki uğultu artar gibi oluyordu. Belki gibisi fazlaydı. Beynimdeki uğultu o konuştukça artıyordu.

"Anka kalksana kız evet çok güzel. Yaparsın kız evet çok güzel." Beni çekiştirmeye bir an için son vermediğinden söylediğini yapıp ayağa kalktım ama ben daha ayaklarımı yere basar basmaz Yunus Emre ahtapot gibi yapışık beni bir adımı hızla geriye doğru savurmama ve arkamda duran bar taburesini yıkmama neden oldu. Sarhoş olduğumu düşündüğünü anladım ama sarhoş değildim. Sadece uğuldama vardı ve ayakta durabilirdim, eğer üzerime doğru hızla hareket etmeseydi bunu o da anlardı.

"Uluç ağzıma sıçacak evet çok güzel. Dans et Anka evet çok güzel."

Yunus Emre'nin boyu Uluç'un boyu kadar uzun değildi bu yüzden ona bakmak için başımı arşa uzatırmış gibi uzatmak zorunda kalmıyordum. Ona bakıp sinirle soludum ama o bana bakmak yerine Uluç'tan tarafa bakmaya devam etti. Yine de konuştum:

"İyiyim Yunus Emre, ne yapıyorsun?"

Elinin birini beni belimden itelemek için kullandı. Bir adım sağa gelmiş, bar tezgahından uzaklaşmıştım.

"Değilsin evet çok güzel. O bir yanıltmaca evet çok güzel." Sinirlerimin yeniden tepeme tepeme vurduğunu hissettim.

"İyiyim diyorum Yunus Emre bir bana bakar mısın?"

Bakmadı. Beni aramızda bir adım mesafe kalacak kadar geriye ittikten sonra kendi kendine mırıldanmaya devam ederek kalçasını hareket ettirdi. Çalan şarkıyla yaptığımız hareketlerin gram alakası yoktu.

"Bakamam evet çok güzel. İşi bitene kadar idare etsem evet çok güzel. Sonra kaçar giderim evet çok güzel. Amirim sorarsa çok dövdü derim evet çok güzel." Ses tonundaki ciddiyete güler gibi oldum. Asla susmuyordu.  Dayanamayıp bu haline kıkırdayarak alnımı göğsüne yasladığımda bunu beklemiyormuş gibi irkildi.

Beni hızla göğsünden bir düşman savuyormuş gibi itelediğinde bir an için yine dengemi kuramayarak tökezledim ve ona sahiden çatılmış bir yüz ifadesiyle bakakaldım.

"Uluç ağzıma sıçar evet çok güzel." Sinirlerim bu hallerinin artık sevimli bulmadığından onu beklemediği bir anda iteleyerek benden uzaklaşmasına sebep oldum ama o sanki bu hareketim yaptığımız anlamsız dansın bir figürüymüş gibi kendi etrafında döndükten sonra bana yeniden uzanarak beni kollarımdan kavradı.

Yunus Emre sanki bir kum saatiymiş gibi belini asla anlam veremediğim bir şekilde kırarak kobra dansına benzeyen bir figür sergilemeye başladığında her şeyin sonundaydım. O kadar komik görünüyordu ki buna düşmanı dahi olsam kayıtsız kalamazdım. Gülmek benim için katlanılmaz olacaktı hissediyordum ama iki büklüm olup kahkahalar atmaya başladığımda bu his o kadar yoğundu ki dayanamayıp dizlerimin üzerine çöktüm ve hala dans etmeye devam eden Yunus Emre'ye alttan alttan bakmaya başladım. Bu gece olacak olan tüm şeyleri kararmış bir camın arkasından uzatılan mavi ışıkları takip ederek izleyeceğimi sanıyordum ama buna izin vermeyen kişi Yunus Emre oldu. Bana diğer tüm renkleri şu dakika gösteriyordu. İnanılmaz biriydi.

Yunus Emre'nin üzerime doğru eğildiğini mavi ışığımı kesen, üzerime düşen rengarenk gölgesinden anladım fakat bu o kadar kısa sürdü ki daha ben ne olduğunu anlamadan biri onu hemen parmak uçlarımı yasladığım zemine ayağını güçlüce bastırarak geriye ittirdi.

Gülmekten gözlerim yaşarmıştı ve başımı kaldırıp neler olduğunu bakacak olduğumda yaşlar gerisin geri giderek gözlerime doluyordu. Yunus Emre'yi iten beden kimse uzanıp beni kolumdan sertçe kavradı. Kısa mı yoksa uzun mu olduğuna karar veremediğim dakikaların onunda belimin iki yanına iki güçlü el kapanarak beni havaya kaldırdı. Bu esnada dudaklarım kahkahalarıma aralık kalmaya devam etmiş, gözlerim bir süre kapalı kalarak beni kucaklayan kimse boynuna gömülmüştü. Bir yerlere götürüldüğümü hissettim ama gözlerimi aralayıp kim olduğuna bakmadan önce elimi beni taşıyan bedenin göğsüne dayayıp kendimi ondan uzaklaştırmak adına geriye ittim.

Güçlü elin buna itirazı olmuş, beni sırtımdan bastırarak yeniden boynuna gömülmemi sağlamıştı ama gülmeyi kesip ona karşı koydum ve dengesiz de olsa kaldırdığı kucağında çırpınarak beni taşıyanın kim olduğuna baktım.

Uluç'tu.

Zihnim sanki başkası olmasına izin verirdi diyerek benimle alay etti. Uluç ile göz göze geldiğimde onu kaşları birbiri içine geçmek istercesine çatık bulmayı beklemiyordum. Sıkıyordum. Elbette bekliyordum.

Dudağımdaki gülümseme yerini hissizliği bırakmak istiyormuş gibi düzleşmeye başladığında bunun nedeni Uluç'un sözünü dinlemediğim için çatılmış kaşlarıyla bana bakmasından dolayı değildi. Çenesinde kırmızı bir ruj izi vardı ve bu kalın bir üst dudağa ait olduğunu açıkça ortaya serecek kusursuz bir çizgiye sahipti.

Kalın, dolgun, seksi, doldurucu bir üst dudak.

Kaşlarım çatıldı. Dudaklarımdaki gülümseme izlerini sileli çok olmuş hatta bu gece sanki hiç bana uğramamıştı. Hissettiğim buydu ve bunun nedeni oydu. Her şeyi her zaman mahvetmeyi başaran tek insandı.

"Ağrın var mı?" Diye sordum ters ters. Soruma şaşırdı.

Beni yere bırakmasını istiyordum, ayaklarım bir diz boyunca havada kalmıştı ve o bu kadar yakınımdayken, ruj izine ayrıntılı bir şekilde bakıyor olmak sinirlerimi hoplatıyordu. Bana istediği kadar çatılmış kaşları ardından bakabildi çünkü,

"Yok ağrım." işlemiyordu. Cevabı üzerine göğsüne dayadığım elimi onu itmek için kullanıp sonunda ayaklarımı yere basabilmeyi başardığımda beni onu itmemden dolayı hızlı bıraktığı için başım döndü ve dengemi sağlamakta güçlük çektim. Yere yığılmamak için ona tutundum ama ben ona tutunmadan önce o zaten bana uzanmış, beni belimden kavrayarak kendine yaslaması iki saniye kadar sürmüştü.

Çatık kaşlarına karşılık alttan alttan, bilmiş bilmiş baktım.

"Olmaz tabii." Sesimde saf bir iğneleme vardı.

"Ne demekmiş o?" Diye sordu. Nerde olduğumuza bakmak için etrafa kısa bir bakış attığımda duvar kenarında olan bir başka bar tezgahına yaslandığımızı anladım. Bu tezgah az önce önünde oturup Uluç'a baktığım tezgah gibi değildi. Yüzeyi ayna kaplıydı ve üzerinde tek bir ışıklandırma yoktu.

"Anladığın gibi." Dİye yeniden tersleyerek ondan uzaklaşacak olduğumda tavrımın altında yatan neden hakkında en ufak bir fikir sahibi bile değildim. Neden böyle davrandığımı düşünmek istemiyordum ki eğer düşünmeye başlarsam ulaşamadığım sonuca karşılık yeniden ağlamaya başlamayacağımdan emin olamıyordum.

Uluç ondan uzaklaşmaya çalışmam onu sinirlendirmiş gibi parmaklarını tenime gömdüğünde canımın acımasını beklemiyordum. İrileşmiş gözlerle ona döndüm, tuttuğu tenimi geri çekip ovalamak ve dağılan sızının kaynağını yok etmek istedim.

"Ne yapıyorsun?" Diye sordum tekdüze bir sesle. Kaşları çatık, dudakları birbirine sımsıkı kapalıydı.

"Sana içmemem gerektiğini söyledim, tuttun için. Sana beni beklemen gerektiğini söyledim, tuttun o it herifle kalkıp dans ettin, yetmezmiş gibi gülmekten yerlere kapaklandın ve o güzel kalçanı ve göğüslerini ortalığa serdin ki bunun sinirlerimi aşıp o herifi alnının çatından vurmama sebep olmasına ramak kaldı, yetmediğini hissediyor olmalısın ki ben daha yatışmadan sinirlerimle oynamaya devam ediyor, benden uzaklaşmaya çalışarak çeşitli imalarda bulunuyorsun." Durdu ve onu dinleyip dinlemediğime, anlayıp anlamadığıma emin olduktan sonra alnını alnıma yaslayarak nefesini bana soluttu. "Canına mı susadın kuş beyinli?"

Burnumun ucunu öpüp gözlerini kapadı. Bunu beklemediğim için sessizce gözlerini aralamasını bekleyerek göz kapaklarına baktım. Uzun sürdürmeyip yeniden gözlerini araladığında ben konuşmadan konuşmayacağını tahmin etmek zor değildi.

Durup ne söyleyeceğimi düşünmek, söylediklerine cevap olacak bir yanıt aradım ama tek düşündüğüm şey çenesinde kalmış ruj iziydi.

"Kendini mi öptürdün?" Diye sordum ama aslında bunu görmüştüm. Uluç'un şaşkınlıkla gözlerinin aralanışını izledim.

"Ne?"

"Kendini öptürmüşsün." Ağlamadığımdan emin olmak adına işaret parmağımı uzatıp gözüme dokundurdum, ıslaklık yoktu.

Burnumun direğinin sızladığı yalan değildi, tıpkı gidip o kadını bulmak ve saçını başını yolmak istemem gibi. Müsait bir ortam olsa eminim Uluç'un üzerinde badana çalışması yapardı. Kırmızı renkte bir badana çalışması...

Uluç'un dudakları kıvrıldı, bunu çenesinde kalan ruj izine baktığım için gördüm.

"Kendimi öptürmedim, o öpmek istedi ve öptü." Dedi. Bakışlarım hızla gözlerine tırmandı.

"Sen seni her öpmek isteyene izin mi vereceksin böyle?" Diye sordum bu sefer. Sorum hoşuna gitmişti, beni kollarını birbirinin üzerine gelecek kadar sıkıca sarıp kendine bastırdı.

"Bilmem. Ben beni her öpmek isteyene izin mi vereceğim sence?"

İçimden ağlamak geldi ama yemin ederim nedenini bilmiyordum.

"Neden izin verdin?" Diye sordum küskün bir sesle ki bu Uluç'un alaycı tavrını kullanmaktan vazgeçirmiş gibi bana daha çok sarılmasına ve beni dudağımdan kısaca öpmesine neden oldu. Biraz önce onu orasından öpmesine izin vermişti ve beni öpülmesine izin verdiği dudaklarıyla öpüyordu. Sinirle dudaklarımı dişledim ve daha büyük bir tepki vermeden önce cevabını duymayı bekledim.

"Başa sarmadan önce şunu bilmen gerekiyor." Alnımdan öptü. " Hiç aslan kafesi gördün mü?" Sorusu çatılan kaşlarımı daha da çarpıklaştı ve onu anlamsız gözlerle izlememe neden oldu.

"Bir aslan, kafesine sahibinden, ona bakan kişiden başka kimseyi sokmaz." Sustu ama bu kısa bir suskunluk oldu. "Önünü gelen o kafesten içeriye giremez yani." Beni çektiği bar taburesine oturttu ve elbisemin askılarını hafifçe yukarı kaldırarak üzerimi düzenledi. O yapmasa göğsümün neredeyse açılmak üzere olduğunu fark etmeyecektim bile.

"İçinde bulunduğum savaş kabul etmek istemesem de bir aslanlar savaşı ve ben senin kafesime rahatça girip çıktığını ilan ederek gözler önüne serilmene izin verir miyim sanıyorsun? Seni gözleriyle bile kirletecek adamlar tanıyorum ki hepsinin gözünü sikerim ama seni kirletmelerine izin vermem. Konu benim bedenimse şayet istedikleri kadar kirlenmesine izin veririm çünkü zaten yeterince kirli. Elime yapışan kanı arındıramıyorum ki sırtımdakilere sıra vereyim."

Söylediklerinin hissettirdiği yumruğu karnıma yemişim gibi nefessiz kaldım ama bunu ona belli etmemek adına olabildiğince kendimi tuttum. Ne söylemek istediğini anlıyordum ama yine de onun öpülmüş olmasının sinirini içimden atamıyordum.

"Ne demek bu?" Sesim güçlükle yükselmişti.

"Eğer bana dokunmasına izin vermeseydim, bunu yapması için tek bir kişiyi seçtiğimi ilan etmiş olacaktım." Çekinmeden uzandı, beni dudaklarımdan öptü.

"Anladın mı kuş beyinli? Bana böyle alık alık baktığında güzel şeyler düşünmüyorum."

Diğer bar taburesini çekip yanıma oturmak için benden bir adım uzağa giderken ve çektiği bar taburesinin üzerine oturup bana bakmaya devam ederken bir an olsun gözlerini gözlerimden kaçırmadı ve tüm o saniyeler boyunca tepkimi ölçtü. Bunu yaptı biliyordum çünkü Uluç sadece bakarak istediği tüm anlamlara ulaşacak bir adamdı. Gözlerine bakmaya son verip bakışlarımı yeniden çenesine indirdiğimde onu, o ruj lekesini aşamadığımı fark ettim. Söylediklerine odaklanamıyordum. Beynim kırmızı görmüş boğa gibi yalnızca çenesine odaklanmamı sağlıyordu.

"Çenende ruj izi var." Diye konuştum, söylediklerinin hiçbirinin üzerinde durmamıştım.

Kahkaha attı. Bu o kadar güzeldi ki bir an oturduğum taburenin kaydığını, yere kapaklandığımı, yetmeyip kayan taburenin başıma başıma çarpıldığını hissettim. Bir yere tutunma ihtiyacıyla dolup taştığımda Uluç bunu sezmiş gibi oturduğum taburenin kısa kenarından tutup beni kendine çekti ve bacaklarımı bacaklarının arasına kıstırarak burnunu burnuma değdirecek kadar üzerime sinip bir elini belime tutundurdu.

"Sil o zaman." Gülümsemesi kaybolmamıştı. Dudakları keyifle kıvrık duruyordu. Ona bakarken üzerime biraz daha eğilip arkama uzandı ve yeniden doğrulduğunda elinde bir peçete vardı. Beyaz bir peçete.

Peçeteyi kucağıma bıraktı ve belimdeki elini çekti, ardından ellerini iki yanımdan uzatıp oturduğum taburenin kısa kenarlıklarına bastırdı ve omuzlarını düşürerek hafifçe eğildi.

"Silmeni bekliyorum."

Bunu istiyordum. O ruj izini görmek istemediğimi biliyordum ama bir an için ona dokunacak olmak beni ağırlaştırmıştı. Beni saniyeler öncesinde öpmüş olmasına rağmen bu ağırlığı hissedebiliyordum ve bunu hissetmenin bir sonu olmayacağının farkındaydım. Dediğini yapmadan önce kucağıma bıraktığı peçeteyi ne zaman titremeye başladığını bilmediğim parmaklarımı kullanarak aldım, bakışlarımı kucağımdan alıp ona çıkardım, dudaklarına, burnunu ve ardından kırmızı ruj izini takip ettim. Uluç hayıflanmaktan uzak keyifli bir mırıltı çıkararak derin bir nefes aldığında bile çenesinde kalan ruj izine bakmaya devam ediyordum.

"Gün gelir bir kıvılcım olur düşersin yüreklere," Kelimelerini zar zor seçebildim ama söylediklerini duydum, devam etmesini beklemeden önce uzanıp elimde tuttuğum beyaz peçeteyi çenesinin kıyısına bastırdım. Bu sırada zihnim rujun kırmızı renginden dolayı onun vurulduğu görüntülerini ısıtıp önüme getirmiş, gözümdeki, içimdeki, elimdeki, ağzımdaki ve hatta burnumdaki sinirin kırılmasına neden olmuştu. Şefkatin serin esintisinin üzerime kapaklandığını hissettim.

Ruj onu silmemle çenesine yayıldı.

"gün gelir büyürsün, yangın olup talan edersin." Ne söylediklerini dinlemeyi kesiyor ne de bakışlarımı o ruj izinden alıp gözlerinin içine bakabiliyordum.

"Gün gelip yol alır senle yürekler umudun maviliklerinde," Çevirdiğim peçetenin ters yüzüyle çenesini bir kez daha silmeye yeltendiğimde taburenin kenarlarına bastırdığı elinin birini kaldırıp çenesindeki ruju silmek için kullandığım bileğime doladı. Bakışlarımı gözlerine çıkardım, o zaten gözlerimin içine bakıyordu.

"gün gelir alır yutarsın, gün gelir kaybolur gidersin."

Söylediklerini dinlemiş, zihnimde tekrar etmiş, çenesindeki ruju bile silmiştim. Bana bakmıyordu. Tanıdık olduğum Uluç Saraç bakışı bu değildi ve bu o kadar tuhaftı ki sanki yer sallanıyor, mavi ışıklar gövdemi, göğüs kafesimi birer kurşun gibi delip delip geçiyordu.

Bir şeyler söylemek istedim, bir şeyler söylemek için yanıp yanıp tutuştum ama ne tam olarak bahsettiği imayı anladım ne de zihnimin vermek istediği yanıtı kavrayabildim. Uluç halimden memnun değil değildi ama bileğimdeki eliyle birlikte gözlerimin içine bakarken onu ilk kez bu kadar farklı gördüğümden haberdardım. Uluç gibi değildi. Uluç'tan daha güzeldi ama bu Uluç hem güzel hem de gerçekliliği beni çırılçıplak soyduktan sonra ortadan kaybolacakmış gibi tehlikeliydi de.

"Onun doğrusu," Onunla el ele, diz dize ve göz gözeyken bize ulaşan ses bu sefer ne onun ne de benimdi.

"gün gelir alır yutarsın,kaybolur gider sevdalılar karanlığının derinliklerinde."

Uluç bileğimdeki elini benden uzaklaştırmadan önce durup elimde tuttuğum peçeteyi benden aldı ve aynalarla kaplanmış bar tezgahının üzerine bıraktı, beni kendine biraz daha çektikten sonra arkamızdan bize uzanan sese derin bir soluk aldıktan hemen sonra ters ters baktı.

Ortamda çalmaya devam eden müziğin sesinden dolayı konuşan kişinin kim olduğuna dair tahminlerim yoktu ve dönüp sesin sahibinin kim olduğuna bakarak anlam kazandırmam için Uluç'un aramızda bir karış mesafe açması gerekiyordu.

Uluç beni kendine itiraz istemeyen bir tavırla bastırdığında Yunus Emre'nin Uluç'un bileğinde silah var derken neyi kast ettiğini anladım. Silahın minik sertliği sırtıma temas ediyordu.

"Yine böldüm öyle değil mi romantik anınızı?"

Zihnim ensemdeymiş gibi yükselen sesin sahibini içine mil çekiliyormuş gibi kazandığında konuşan kişinin Haldun olduğunu anladım. Uluç'un itiraz etmesine fırsat tanımadan önce boynunun altına girerek onu rahatlattım ve boynunun altındayken dönüp ona baktım.

"Demiyim demiyim diyorum da dedirttiriyorsun. Nerden öğrendin bu edebiyatı?" Konuşurken boynunun altına iyice sindiğimden adem elması alnımı eşelemişti.

Haldun keyiften uzak bir tavırla gülümsedi ve aynalı tezgahın arkasına geçerek sarı bir içki şişesini eline alıp bana baktı. Kasılıp Uluç'a biraz daha sokuldum. Uluç beni rahatlatmak istercesine parmaklarını tenime usulca ve yalnızca benim hissedeceğim bir hızda sürdü. Bu sırada Haldun'un tezgahın arkasına geçerek boşalttığı yeri Yunus Emre almıştı ama ne bize bakmış, ne Haldun'la göz göze gelmişti. Sarhoş gibi görünüyordu ve hemen iki adım ötemdeki bar taburesine resmen yığılmıştı.

"Esasında bir edebiyat öğretmeniyim."

Zihnime batırılan milin beynimi oluşturan kansız et parçasından birine tutunarak yukarı çıktığını hissettim ve hissettiğim yoğunluğun getirdiği şaşkınlıkla söylendim:

"Bende Micheal Jackson."

İlk gülen Yunus Emre oldu. Kahkahası üçümüzün de dönüp ona bakmasına neden oldu ve Uluç kısık sesle söylediği küfrü Yunus Emre'ye bakışlarıyla ulaştırdıktan sonra kulağıma doğru eğilip:

"Seni öldürmek istiyorum." diye fısıldadı. Yapmayacağını bildiğimden gerilmeden Haldun'a bakmaya devam ettim ama onun gözü ısrarla bana dokunmaktan kaçınıyordu.

"Babanı gördün mü?"

Haldun'un sorusu beklenmedik değildi. Uluç'un bedeni kazığa oturtulmuş gibi kasıldı. Bu kelimeden tiksindiğini biliyordum, o adamdan tiksindiğini okuyabiliyor, okumakla kalmayıp nefretinin ve tiksintisinin kokusunu onun bedeninden soluyabiliyordum.

"Ortaya çıkacağını biliyordun." Uluç bunu umursamaz bir tonlamayla, sanki bu bilgiye aslında ihtiyacı yokmuş gibi bir eminlikle söylemişti.

"Biliyorduk evet ama bu şekilde olmasını beklemedik. Seni yanına almadan bize kendini göstermiş olması şaşılası." Haldun cümlesini bitirir bitirmez elinde tuttuğu içki şişesini derince yudumladı

"Planları  vardır." Bunu söyleyen kişi Uluç'tu.

Her iki tarafta sakindi. Haldun'un görünüşünde bir telaş sezilmiyordu ama gözlerinin içi bir şeyler öğrenebilme merakıyla kısılmıştı.

"Bu planların ne kadarından haberdarsın?" Uluç duydukları karşısında homurdanarak güldü. Gülüşü güzel değildi.

"Ne o Haldun? İstihbaratınız da sıkışma mı var?"

Hayret edilesi bir durumun ortasında durmuş onları dinliyordum. Bu adam birkaç gece önce bizi ormanda sıkıştırmış, sıkıştırmakla kalmamış Uluç'un sırtında koca bir delik açılmasına neden olmuştu. Uluç bu kadar sakin kalarak işleri abartıyordu. Onun beynini yarması gerekiyordu. Bunu istediğimden değildi. Yalnızca bu kadar sakin kalıyor olması beni olduğundan daha tedirgin hale getiriyordu ki bu tedirginlikle onu patlamaya hazır bir bomba haline gelmiş olarak görmeye başladım. Kulağıma çarpan kalbinin ritimleri saatin geriye aktığının habercisiydi.

"İstihbaratımızda sıkıntı yok Uluç. Sana ihtiyacımız var."

"Sizinle işbirliği içine gireceğimi düşünmenizi sağlayan sokuk kim merak ediyorum Haldun. Kafayı neyle ve kiminle buluyorsunuz bilmiyorum ama merak ediyorum."

"Bizimle işbirliği içine girmene neden olacak kişi baban Uluç. Kenan Saraç."

Babasının adı Kenan mıydı? Bu ismi duymak içimde anlam veremediğim bir kıpırtının oluşmasına neden oldu. Çenemi Uluç'un göğsüne bastırıp alttan alttan ona baktım. Hala sakin görünmekten uzak değildi ama alnıma düşen derin nefesi içinde lav varmış gibi sıcaktı. Dokunduğu yerde ter damlacıkları oluşturduklarına yemin ederdim.

"Sizin beyninize sokayım demek istiyorum ama böyle bir şeyin beyniniz olmadığından mümkün olmadığını biliyorum Haldun. Peşimden koşturduğunuz atlıları neden peşine salmak yerine benden yardım dileniyorsunuz?" Babasının adını kullanmamıştı.

Haldun tezgaha yaslandı ve Uluç'a daha yakından bakmak istiyormuşçasına eğildi.

"Ona ulaşan atlılarımız hep aynı tümsekte kalıyor. Aşamıyoruz. Aynı kandansınız. Eğer o atların birine binip koşmaya karar verirsen bunun bir avantajdan öte gerçek bir bitiş bileti olacağını biliyoruz. Karşılığında ne istersen alacaksın. Kucağında tuttuğun kız bu anlaşmaya dahil olacak."

Uluç göğsünü titreterek güldü.

"Bu kız zaten benim. Anlaşmaya dahil değil. Alabilmeye götünüz yiyorsa çalışmalarınıza devam edin çünkü benim sizinle aynı masaya oturmak gibi bir niyetim yok."

"Bizimle anlaşma yapmak için o masaya oturmayacağının farkındayız Uluç ama sana bir teklifim daha var." Konuşmanın başından beri boş yapmaktan ilersine gitmemişti ama şimdi kayda değecek bir şeyler söyleyeceği ortadaydı.

Uluç'un bir şeyler söylemesini bekledi Haldun ama Uluç küfür eder gibi bakmaktan ilerisine gitmedi. Haldun devam etmesi gerektiğine karar vermiş gibi yeniden ayakları üzerinde doğrularak tezgah ile olan temasını geriye çektiğinde gözlerim gözlerindeydi.

"İki gece sonra Göz'de oyun var. Kazanan masaya sunulan tekliflerden istediğini, istediği kadar alabilecek."

Haldun'un ne söylemek istediğini, oyunun büyüklüğünü anlamıştım. Uluç için bu ne kadar önemli olurdu bilmiyordum ama beni kurtarabilir, kurtarmakla kalmayarak pek çok şeyi değiştirebilirdi. Her ne kadar tamamen Haldun'a odaklı olsam da gözüm yanımda oluşan hareketliliğe kaydı ve Yunus Emre'nin heyecanlı bir film izliyormuş gibi bizi izlediğini gördüm.

"Teklif sunmayı geçip şunu merak ettim Haldun," Dedi Uluç, adeta tükürmüştü. "benim sizinle oyun masasına oturmamı sağlayacağın, isteyipte ulaşamadığım teklifin olduğunu mu düşünüyorsun?"

Beklemiyordum ama bu sefer tükürür gibi gülen kişi Haldun oldu.

"Düşünmekten öte o teklifi elimde tutuyorum Uluç." Uluç'un bir an beni iteceğini, tezgahın üzerinden atlayarak Haldun'un neyi var neyi yoksa dağıtacağını düşündüm. Elimin altındaki kalbi resmen avcumun içini yumruklamış, burnundan verdiği hava tenimi yakıp kavurmuştu.

"Masaya Alıç'ı koyacağım." Uluç beni iteklemekten uzak geriye çekildi ve tensel temasımı neredeyse keserek Haldun'a yöneldi.

"Kimin kazandığı önemli değil, bağlantınız hakkındaki tüm bilgileri anlatacağım. Kenan'a ulaşmak isteyen çok adam var, intikam almak isteyen bir sürü bilek var ve sen o masadaki en büyük kozsun. Oyuna dahil olman için kendi en büyük kozumu ortaya koymam gerekecekse bundan daha uygun bir vakit gelir mi bilmiyorum."

"Sen seni bunca zaman öldürmemiş olmamı kendi kazancın olarak görüyorsun öyle değil mi?" Uluç'un sesi bir nesne olsaydı bu etrafında alevler olan bir kurşun olurdu.

"Beni öldürmeye yaklaştın da benim mi haberim olmadı Uluç? Alıç Engiz'in senin için bir sonraki aşamaya bırakılamayacak bir kişilik olduğunu biliyorum. Sandığından daha fazlasını bildiğime ayrıca emin olabilirsin."

Bedenimin iki yanından, iki toz bulutu geçti. Bedenimin iki yanında aynı anda iki tetik çekildi ve yemin ederim bedenimin her iki yanında da hissedilebilir lav topları vardı.Şaşkınlık içinde hem Uluç'a hem Yunus Emre'ye hemde Haldun'a baktığımda, Haldun'un da bunu beklemediği ortadaydı. Uluç sağ tarafımda kalan hiddetli bedeni o konuşana dek fark etmedi.

"Sendin." Dedi Yunus Emre, sesini ondan duymadığım, duymayı tahmin dahi edemeyeceğim ölçüde kalınlaştırmış, yüzü tahminlerimin ötesinde kararmış ve sinirden kızarmıştı.

"Ne yapıyorsun Yunus?" Soruyu soran Uluç'tu ve o da en az Yunus Emre kadar keskin bir tavır takınmış elinde tuttuğu namlunun ucunu Haldun'a, gözlerini ise bir silah gibi Yunus Emre'ye çevirmişti.

"Neyin içindeyim amınakoyayım ben." Diye bağırdı Yunus Emre. Uluç'a sinmek için bar taburesinden doğrulduğumda arkamda oluşan hareketliliği de yeni fark etmiştim. Birkaç takım elbiseli ve ellerinde silahlar olan adamlar hemen arkamızda durmuş, namlularını bize doğrultmuşlardı.

"Kimsin lan sen!" Konuşan kişi Haldun'du ve doğrudan Yunus Emre'ye bakıyordu.

"Kaçırdığın kızın arkasında bıraktığın cesedin abisiyim oruspu çocuğu."

Uluç bana uzandı ve bedenimi göğsüne yasladı.

"Ben kimseyi öldürmedim." Diye savundu kendini Haldun hızla ama Yunus Emre'nin onu duyduğundan emin değildim. Uluç sessiz kalıp benim gibi olanı biteni izliyordu.

"Seni bulmak için bunca zaman vakit harcıyorum ve sen kendiliğinden önüme düşüyorsun öyle mi?" Yunus Emre tezgahın arkasına geçip Haldun'la burun buruna gelecek kadar yakınlaştı. Arkamızda kalan adamlar Yunus Emre tezgahın arkasına geçtiğinde hareketlenmişlerdi ama Uluç onlara bakıp namlusunu tehditkarca sağa sola salladığında vazgeçerek oldukları yerde durdular.

"Gözlerim bak." Yunus Emre namlusunun ucunu Haldun'un çenesinin altına dayayarak yüzünü yüzünün hizasına kaldırdı.

"18 yaşında bir kızı tek kurşunla alnının çatından vurdun sen. O kız benim kardeşimdi. 18 yaşında başka bir kızı alıp ortadan kayboldun sen. O kız benim sevgilimdi."

Namlunun ucu Haldun'a dayalıydı ama namlunun soğuk ucu duyduğum kelimelerin hemen ardına bana yönlenmiş, kafamın içinde bir kurşunun yerleşmesine neden olmuştu. Uluç'un arkamdaki bedeninin nefesini tuttuğunu hissettim. Bana anlattıklarını hatırlıyordum ve o Alıç'ın kaçırılmasını anlattığında bana bir cesetten bahsetmemişti. Bana Alıç'ın bir sevgilisi olduğunu da söylememişti.

Yunus Emre'yi belinden büken acı elinde tuttuğu silahın namlusunun ucundaydı ve Haldun'da dahil olmak üzere herkes sessizleşmiş, ona bakıyordu. Yunus Emre hiç beklemediğim anda ağlamaya başladı.

Elini Haldun'un ensesine atıp onu önüne aldı ve silahı saniyeler içinde Haldun'un şakağına dayadı.

"Beni ona götürüyorsun."

Kafasına namlunun soğuk ucu dayanan kişi sanki o değilmiş gibi Haldun sesli ve tatsız bir vaziyette güldüğünde Uluç tıpkı Yunus Emre'nin Haldun'a yaptığı gibi beni koltuğunun altına çekerek göğsüne bastırdı.

"Seni ona götürmekte sıkıntı yok ama seni ona götürdükten sonra cesedinin ayak parmaklarının ucuna yığılmasını sağlamam mı sanıyorsun?" Haldun'un emin sesi Yunus Emre'yi tekletmedi ya da geri adım atmasını sağlamadı.

"Beni inine soktuktan sonrası kolay oruspu çocuğu, üzerimde takip çipi var."

Uluç kısıkça küfür etti, bunu beni göğsüne sertçe bastırdığı için duymuştum.

"İnimin bu kadar korunaksız olduğunu düşünecek kadar toysun. " Haldun çenesinin kıstırılmasına rağmen durup Uluç'a baktı. "Sen bu çocuğa hiçbir şey öğretmedin mi?"

"Senin inine sokarım. Onu yeniden görmek için ölmem gerekiyorsa bu sıkıntı değil, yalnız şunu unutma giderken beraberimde seni de götürürüm." Konuşan kişi Yunus Emre'ydi ama Haldun dönüp Uluç'a bakmaya devam etti. Yunus Emre'yi duymuyormuş gibi görünüyordu. Gözlerimi onun üzeirnden alamıyordum çünkü Yunus Emre bir nebze olsun saklama gereği duymadan ağlıyordu.

"Uluç. Alıç'ı alma şansını bu veledin eline bırakıp yok mu edeceksin? Ucuz numaralara girip karşına öylece çıkmayacağımı biliyorsun. Arkandaki iki adam siz fark etmeden kafalarınızı dağıtabilirdi bunu da biliyorsun."

Uluç dönüp arkamızda duran adamlara bakmadı ama ben dönüp yeniden onlara baktım. Programlanmış birer robot gibi duruyorlardı.

"Yunus Emre,"  Konuşan Uluç'tu. Başımı hızla ona çevirdim.

"Bu işi farklı yollarla çözebiliriz." Yunus Emre Uluç'a baktı ama bu çok kısa sürdü. Ağlamaya devam ediyordu ve bunu yaparken nefesini tutuyor olsa gerek rengi git gide kararıyordu.

"Alıç'ı alırız, yerini artık biliyorum. Bu soysuz olsun ya da olmasın ona ulaşırım ama kardeşimin intikamını alma şansını elimden kaçıramam." Haldun hızla araya girdi ve Yunus Emre'nin susmasına neden oldu.

"Kardeşini ben öldürmedim." Yunus Emre bastırdığı kolunu kullanarak konuşmasına engel oldu, Haldun öksürüklerinin arasından cümle kurmaya devam etti.

"Beni öldürürseniz eğer yerini her bir taşın altına baksanız bile bulamazsınız." Yardım dilenen bakışları Uluç'a kaydı.

"Buraya kadar gelip bu teklifi sunuyorsam işimi garantiye almadan perdeleri aralamayacağımı biliyorsun Uluç. Kızın yerini ben olmadan bulamazsınız."

"Yunus Emre." Dedi Uluç, Haldun'a aldırdığı yoktu ama bir yandan onu da dinlediğini görebiliyordum.

"İşleri daha fazla bok etmeden önce o silahı götüne sok." Yunus Emre kızarmış gözlerini Uluç'a çevirdi.

"Umrumda mı sanıyorsun sahiden?" Alaylı gülümsemesi yüzünde okunabilen en gerçekçi ifadeydi.

"Yaptığın salaklığa bakarsam sandığım şey değişir. Kardeşini kaybettin, elinde sevdiğin kız kalmış onu da kaybetmek için uğraşıyorsun. İndir şu silahını."

Uluç, Yunus Emre'yi tanıyor muydu? Öyleyse Yunus Emre'de en az Uluç kadar onu tanıyordu.

Uluç'un sesinin Yunus Emre'ye ulaştığı yoktu. Yunus Emre silahın namlusuyla Haldun'un başını ezercesine itelemeye başladığında Uluç beni bir kenara bırakmadan koltuk altında tutarak tezgaha yanaştı.

"Bunca zamandır ulaşmak için uğraştığım şeye elindeki namluya güvenerek ulaşmaya mı çalışacaksın. Uzanıp beynini kendi kurşunumla delip geçmeden önce o silahı aşağı indir çünkü eğer zorlarsan bunu saniyesinde yapmayacağımın garantisini vermiyorum sana."

Yunus Emre uzun uzun konuşan Uluç'a baktı ama etkilenmiş görünmüyordu.

"Kardeşim öldürdüler benim, sikerim ölümü de dirimi de."

"Alıç'ı da mı öldürsünler istiyorsun? İstediğin buysa söyle ben seni, sen elinde tuttuğun piç kurusunu öldür." Yunus Emre yüzünde mimik dahi oynamadan Uluç'un kurduğu karışık cümleye baktı ama vazgeçecek gibi görünmüyordu.

"Beni yıllardır yakan alevi ellerimde tutuyorum ve sen onu bırakmamı mı söylüyorsun?" Ağlamayı bırakamamıştı, konuşurken sesi boğuk yükseldi.

"Seni yakan alevin Alıç'a sıçramasına mı neden olmak istiyorsun? Bu işin içine girmen için tek şansın var Yunus Emre. Seni bu gecenin sonunda sonucu her ne olursa olsun yanımda tutmamaya karar vermiştim ama eğer o adamı bırakıp yanıma gelirsen kardeşinin intikamını almanı ve Alıç'ı geri alacağımızın teminatını veriyorum."

Yunus Emre Uluç'un sunduğu teklifi detaylıca düşündüğünğ belli eden bir sakinlikle soluklandı, derin derin nefes alıyordu ki bu ağlamayı sonlandırmasına neden olmuştu.

"Söz mü?" Diye sordu. Bunu öyle bir ses tonuyla sordu ki bu ses tonunun beni dizlerim üzerine çöktürüp ağlatacağını sandım. Eğer Uluç beni tutmasaydı yemin ederim bunu yapar, oturur ağlardım.

"Söz. Cebine sok şu silahını."

Yunus Emre bir süre Uluç'un ne kadar ciddi olduğunu anlamak için öylece durmaya devam etti ama sonunda Uluç Haldun'a bakarak; "Oyundayım." dediğinde silahı indirdi ve Haldun'u sertçe masaya iteledi.

Haldun sanki saniyeler önce kafasına silah namlusu dayanan o değilmiş gibi kaybettiğii dengesini acele etmeden toparlayıp elini cebine attı ve beyaz bir zarf çıkarıp aynalarla kaplanmış bar tezgahının üzerine bıraktıktan sonra dönüp Yunus Emre'ye bakmadan tezgahın arkasından çıktı ve arkamızdaki iki adamı da alıp gözden kayboldu.

Bakışlarım Yunus Emre'nin üzerine yeniden düştüğünde onu tezgahın üzerine bırakılan zarfa bakarken buldum. Kımıldamıyor ya da ses çıkarmıyordu. Uluç bedenime sardığı kolunu uzatıp bırakılan zarfı aldı, daha sonra silah doğrulttuğu elini indirip silahı anlam veremediğim kadar hızlı bir hareketle gecenin başından beri olan yerine yeniden soktu ve tezgahın arkasına uzanıp Yunus Emre'nin de elinde tuttuğu silahı alarak bana döndü. Ben zaten ona bakıyor, onu takip ediyor olduğumdan buna şaşırmadan konuşmasını bekledim.

"Ne olursa olsun o herife dokunmayacağım. Çok sarılmadan sarılıp şu salağı yönlendiremez misin? " durdu ve sıkıntı içinde kaşlarını çattıktan sonra kendi kendine mırıldandı. "Kime kimi emanet ediyorum amınakoyayım. Çıkmamız lazım."

Ona sarhoş olmadığımı söylemek istedim yine o söylemese bile Yunus Emre'nin girdiği şoku görebiliyordum.

Onu başımla onaylayıp bir adım geriledim ancak ben diğer adımı atmak için ayağımı yeniden havalandırdığım sırada ikimizi de susturup şaşkınlık içinde ona bakmamızı sağlayacak cümleyi Yunus Emre kurdu.

"Salak deme alınıyorum."

Continue Reading

You'll Also Like

2.1M 162K 192
Anka, 21 yaşında abisiyle küçük dünyasında yaşayan bir kızdır. Abisinin eski defterini büyük çabalarla yakmasıyla hayatında yeni bir sayfa açılmıştır...
7.4M 530K 59
Tamamlandı MaaşıYatırmayanAdam: Ne? Siz: Ne için yazdığımı unuttum ben. Siz: İsmini görünce hatırladım. Siz: Maaşları yatırsana amk 04.02.2022 #kur...
10.9M 358K 70
Karanlığın Aç Çocukları Serisi, Akılbaz (1.kitap) ve Canbaz (2.kitap) olmak üzere burada yayımlanmaktadır. ____ Parmak uçlarım geniş omuzlarına doku...
1M 49.3K 44
EN BAŞTAN YENİLENDİ VE DÜZELTİLDİ!!! Ya bir görev hayatınızı altüst ederse? DOLUNAY YALINKILIÇ Taramalı tüfek gibi çenesine rağmen askeriyenin en iy...