SAHİPSİZ

By _eleutheromania_1

2.7M 97.6K 15.8K

Başlama Tarihi: 27.10.16 Romantizm#4: 03.02.17 Hikayenin ilk bölümleri yıllar öncesine aittir. Gelişmemi izle... More

Bölüm 1: Başlıyoruz,
Bölüm 2: Hiçbir işe yaramazsın,
Bölüm 3: Üzgünüm,
Bölüm 4: Aç gözlerini,
Bölüm 5: Geri geleceksin,
Bölüm 6: Zümrüd-ü Anka,
Bölüm 7: Bende öyle düşünmüştüm,
Bölüm 8: İntikam soğuk yenir,
Bölüm 9: Plan,
Bölüm 10: Oynayalım bakalım,
Bölüm 11: Neden,
Bölüm 12: Ne istiyorsun,
Bölüm 13: Turta,
Bölüm 14: Kanlı Dövüş,
Bölüm 15: Tehlike,
Bölüm 16: Burası çok karanlık,
Bölüm 17: Ortak hisler: Öfke,
Bölüm 18: Ateş,
Bölüm 19: Sesler,
Bölüm 20/1: Melisa,
Bölüm 20/2: Karaoke,
Bölüm 21: Sarhoş,
Bölüm 22: Hissetmek,
Bölüm 23: Yeni Ev,
Bölüm 24: Yakınlaşma,
Bölüm 25/1:Lili,
Bölüm 25/2: Kararlar,
Bölüm 26: Aptalsın,
Bölüm 27: Cidden Aptalsın,
Bölüm 28/1: Takas,
Bölüm 28/2: Takas,
Bölüm 29/1: İzin vermem,
Bölüm 29/2: İzin vermem,
Bölüm 29/3: İzin vermem,
Tanıtım Videosu 1-2
Bölüm 30/1: Ölüm,
Bölüm 30/2: Ölüm
Bölüm 30/3:Ölüm
Bölüm 30/4: Ölüm,
Bölüm 30/5: Ölüm,
Bölüm 31: Kuş Beyin,
Kesit
Bölüm 32: Bu Kadar Hassas Olma,
Bölüm 33: Sahip,
Bölüm 34/1: Kim O,
Bölüm 34/2: Kim O,
Bölüm 34/3: Kim O,
Bölüm 35: Çaresizlik,
Bölüm 36: Prens Vakti,
500K! Teşekkürler.
Bölüm 37: Kaçış
Bölüm 38: Öyle Değilsin,
kesit
Bölüm 39:
Bölüm 40:
Bölüm 41'den,
Bölüm 41:Ve Kuş Kanadı Sarmaşığa Dolaştı,
Bölüm 42: Gerçek,
Bölüm 43: Dilek Taşı,
Bölüm 44: Arkadaş,
Bölüm 45: Güven
Bölüm 46: Renkarnasyon
kesit
Bölüm 47/1; Acı Nota
Bölüm 47/2: Acı Nota
Bölüm 47/3: Uçurtma
Bölüm 48: Kökleri Zehir Dolu Gerçekler
Bölüm 49: Daima
Bölüm 50: Döneceksin...
Bölüm 51: YUVA'M
Bölüm 52: Aile
Bölüm 53: Değişim,
Özel; Sarhoş
Bölüm 54: Dikiş, Part 1
Bölüm 54: Dikiş, Part 2
Bölüm 54: Dikiş, Part 3
Bölüm 55: Kanatları mile çeken acı benim değil, Part 1
Bölüm 55: Kanatları mile çeken acı benim değil Part 2
Bölüm 55:KMÇABD 1.KİTAP FİNAL

Bölüm 54: Mavi Işık ve Yanılsamalar

5.9K 241 1K
By _eleutheromania_1

Bölüm 55 sayfa, bence zamana yayarak okuyun. Bu bölüm çoğu şey değişti, hislerinizi merak ediyorum. Yeni bölüm sınırı için vote sayısı belirlemiyorum ancak yorum sınırı +1000.

Bölüm şarkıları:
G-Eazy & Halsey Him & I
Gustavo Santaolalla - Babel
*

Yunus Emre ile Uluç'u bayıldığı yerden kaldırıp zar zor arabaya bindirdikten sonra yüksekçe yere konuçlandırılmış dağ evine gelmemizin üzerinden iki tam gün geçmişti. Olanları sürekli olarak geriye saran bir film şeridi gibi gözümün önünden geçirip geçirip duruyordum ki bu zamanlar, olduğum yer, kaldığım oda ve üzerinde oturduğum bej rengindeki tekli koltuk beni içine almaya çalışan, hapsetmek isteyen bir anı kapsülü gibi sıktıkça sıkıyordu. Nefesimin onunlayken daraldığı, ölüyormuşum gibi hissettiğim olmuştu. Ama bu sefer olan, Uluç'un zihnimde varlığını sürdüren görüntüleri beni ölüyormuşum gibi olmaktan öteye götürmüştü.

İnsan aynı anda hem çok şey hissedip hem de hiçbir şey hissedemeyebilirmiş. Onu öylece gördüğümde, yerde uzanıyorken, bana bakmıyorken farkettiğim ilk şey bu olmuştu.

O böylece uyuyorken hiçbir şey kolay değildi. Kanının saçıldığını görmüştüm. Bir insandan akmasını beklemediğim ölçüde kan kaybetmişti ve buna rağmen buradaydı. Uluç hep söylediğim inanılması zor biriydi. Olanları hatırladıkça kendimi daha da öncesine götürmek isterken buluyordum. Olanları unutmak istediğimden değildi bu ama olanları Uluç uyanıkken hatırlamak istediğimden, güvende hissettiğimden, o uyuyorken böylece durmak zor geliyordu.

Fark ettim, o varken daha kolaydı.

Uluç'u istemsiz bir şekilde hep dizleri üzerinde duruyor olsa ne hissederdim diye düşünüyordum ki iki gece öncesine ait yere yığılmış görüntüsünü hatırladığımda bu merakımı Pandora'nın kutusuna hapsedip uzak diyarlara gönderebileceğim kadar keskin kararlar almıştım. Artık Uluç'u dizleri üzerinde nasıl durur diye merak etmiyordum. Onu olduğu gibi görmek ve kabullenmek benim için artık daha kolaydı.

Yunus Emre'nin bizi getirdiği dağ evi Uluç'la gittiğimiz dağ evi gibi ıssız bir yerde değildi ancak komşularına ait olan diğer evler, çıplak verandalar geçirdiğimiz iki gün boyunca bir yaşam belirtisi sergilememişlerdi, bu yüzden olduğumuz konuma ıssız değil de diyemiyordum. Kırk sekiz saatin küçük bir kısmını Uluç uyuyorken pencere kenarında geçirmiştim. Büyük kısmını ise yine o uyuyorken onun yanında geçirmiştim ama olduğum yer şimdi oturduğum bej rengindeki tekli koltuktan ilerisi olmamıştı.

Ondan bir adım uzaklaşmış, bir adıma karşı iki adım yakınlaşmıştım. Bunu yapmayı beklemiyordum ama daha fazlası olmamıştı.

Aslında olmuştu. Bir sır gibiydi. Dizinin dibine kıvrılmıştım. Onunla uyumuştum.

Gözüm Uluç'un uyuyan bedeninden uzaklaşmak istemiyordu, ona bakmadığım zamanlarda da düşündüğüm yine o oluyordu. Banyo yapmak için yanından ayrıldığımda bile tüm banyo sürem boyunca onu düşünmüş, uyanmış olma ihtimaliyle adam akıllı yıkanamamıştım bile. Bedenimde Uluç'a ait kan kokusu vardı ancak yıkanmama rağmen bu koku onunla bu odadan çıkmadığım için üzerime sinmişti.

Önemli değildi, kan artık akmıyordu. Kokusunu o uyanmadan ortadan kaldıramayacaktık. Yunus Emre o gece, bizi bu dağ evine getirdikten sonra birilerini aramış ve saatler içinde doktor olduğunu apaçık belli eden bir adam buraya gelmişti. Beraberinde yirmilerinde olduğuna emin olduğum hatta daha genç bir delikanlı da gelmişti ancak onun içeriye girdiğini görmemiştim. İçeriye giren adam montunu çıkarıp beyaz önlüğünü ortaya serdiğinde kalbimin dört nala koşuyormuş gibi mutluluktan çırpınışının etkisini hala hissedebiliyordum.

Uluç'un karanlıkta atılmış dikişleri arabada açılmıştı, dikişleri açılmamış olsa bile gelen doktorun o dikişleri alarak yerine yenisini atacağından emindim. Uluç adam akıllı bir şekilde tedavi edilmişti ki bu adam akıllı süreç yalnızca onun standartları için geçerliydi. Normalde olması gereken tıbbı bir ortamdı ancak Uluç'un bunu kabul etmeyeceği ortadaydı, haklı sebepleri de vardı.

Keşke bu kadar haklı olmasaydı.

Düşündüğüm bir diğer konuysa şuydu: Yunus Emre bir polis memurunun maaşıyla kıyaslandığında böyle bir dağ evine nasıl sahip olabiliyordu? Bu ev belki onun bile değildi ancak onun olma ihtimaline yönümü çevirdiğimde o yönde yeni soru işaretleri ortaya çıkıyordu. Mesleğinin kutsallığının yanısıra aldığı maaşın günümüz şartlarında değerini biliyordum ki bu değer bu eve sahip olmaya yetmezdi. Bu eve sahip olabilmesi için ek iş yapmış olması ya da ailesinin zengin denilen kesimden olması gerekiyordu.

Sessizliğin içindeki Uluç'un derin soluk alıp verişleri altında odayı yeniden inceledim.

Uluç'u yerleştirdiğimiz odada küçük bir okuma koltuğu, turuncu mantar bir lambader, dekoratif mozaikli bir sehpa, küçük bir kitaplık rafı ve su yeşili geniş bir yatak vardı. Kitaplık rafı boştu.

Odanın kime aitti bilmiyordum ama bir kadına ait olduğu ortadaydı. Yunus Emre bu odanın insanı gibi durmuyordu.

Odanın rengi açık kahve, süt kahve tam seçemediğim kahvenin çok açık bir tonuydu ve birbirinden alakasız tüm bu renkler muhteşem bir ahenk yakalamıştı. Odanın sahibi gerçekten zevkli bir insandı ve bu yüzden sahibinin kim olduğunu gerçekten merak ettim.

Zihnim Yunus Emre'nin güzel bir eşinin, sevgilisinin olduğunu düşündü ama Yunus Emre'yi hatırladığım görüntülerin hiçbirinde parmağında yüzük yoktu.

Ben Uluç'la bu odada kalmıyordum. Yunus Emre bana küçük karanlık bir odayı ayırmıştı, bu oda tam Uluç'un odasının karşısındaydı ama orada da uyuduğum yoktu. Üzerimi değiştirmek ve duş almak için iki kez girip çıktığımı olmuştu ancak onun dışında odaya uğramamış, Uluç'un yanından bir an olsun ayrılmamıştım.

Yunus Emre saygılı bir çocuktu. Uluç'la sevgili olduğumuzu düşünmesine rağmen bana ayrı oda açmıştı ve gelip rahatsız etmemek için müthiş bir çaba gösteriyordu. Uluç'un durumunu kontrol etmek dışında onu iki gün boyunca hiç görmemiştim. Mutfağa bir şeyler atıştırmak için indiğimde bile kendisi için ayırdığı odadan çıkmamış tüm vaktini odasında geçirmişti.

Bana ihtiyacım dahilinde odasının kapısını çalabileceğimi kibar ve şefkatli bir sesle söyleyişini hatırlıyordum. Bunu ben Uluç'un yanında uykuyla uyanıklık arasında geçirdiğim o şuursuz dakikalarda söylemişti.

Yunus Emre kız kardeşinin saçını ören şefkatli abilerin sıcaklığını hissettiriyordu. Onu her ne kadar yenice tanımış olsam da Uluç uyuyorken tedirginliğim odanın sınırlarından çıkıp Yunus Emre'ye bulaşmadı.

Yunus Emre onunla arkadaş olunsa korkmadan ve güvenle elini tutabileceğin dost gibi görünüyordu ama dengesiz tavrını da tamamen görmezden gelemezdim.

Uluç'tan çekiniyor olmalıydı fakat ormandaki alaycı tavrı gözümün önüne ara sıra geliyordu ve bu çekinme fikri anında kaşlarımı çatmama neden oluyordu. Çatmak anlamsızdı, hayretle ve şaşkınlıkla ona bakakalmıştım. Yunus Emre aynı zamanda onunla yaşadığım anların içinde gerçekten çakırkeyf gibi hali olan yarım akıllı adamlar gibi gülüp eğlenecek bir adamdı çünkü Uluç'u arabaya bindirirken benden alamadığı desteğe sinirlenmemiş, Uluç için hayıflanarak onun baygın bedenine doğru konuşmuştu. Yalan dolan hatırlıyordum ama Uluç'a cazibesi karşısında kim olsa bayılacağını söylemiş, yetmemiş onu arabaya koyduktan sonra Uluç'un alnından gürültülü bir şekilde öpmüştü.

Korku ve drama karışımı bir filmin içinden fırlamış gibi olmasaydık, Uluç baygın olmasaydı, Yunus Emre'nin bu hareketine karşılık yaralı haline rağmen Uluç'un sinirden köpüreceğini, küfürler sıralayacağını ve gülmemek için yanağımın içini kemireceğimi biliyordum.

Eve geldikten sonra Yunus Emre, Uluç için yeniden bir doktor ayarlamış, doktor Uluç'un pek sağlıklı olmayan dikişlerinin-arabaya yerleştirirken dikişleri açılmıştı- üzerinden gitmişti.  Neyse ki bu sefer tıbbi bir müdahale olmuştu ve narkoz kullanıldığı için Uluç eminim hiçbir şey hissetmemişti. Dikişleri temizlendikten sonra yerinden kalkamaya çalışan Uluç'a güçlü ilaçlar verilmişti ki bunun için Yunus Emre'nin verdiği çabayı hatırladıkça kahroluyordum.

Uluç'a hani imiş uçak dediği bile olmuştu ancak Uluç ağza alınmayacak küfürler ederek yerinden kalkmaya çalıştığında Yunus Emre ondan beklemediğim yumruğunu Uluç'a sallayarak Uluç'un yeniden bayılmasına neden olmuştu. Korkumu hatırlıyordum, Yunus Emre'nin korkusu benim korkumdan daha büyüktü ama Yunus Emre'nin yaptığı bu şeye şahit olmanın korkusu olurda Uluç uyandığında hatırlarsa korkusu eklenince bende daha büyük etkiler uyandırıyordu. Biliyorum Uluç bana kızmazdı ama Yunus Emre'ye esip gürleyeceği ortadaydı, onu yumruk yerken görmek midemin bükülmesine neden olmuştu. Yaralı ve güçsüz düştüğünü görmeseydim belki de bunu sıkıntı etmezdim ancak Uluç'un yaralı ve güçsüz bedenine sebebi ne olursa olsun yeni bir darbe eklenmesi beni o darbeyi alan kişi benmişim gibi kasmıştı.

Sonrasında Uluç'a koca bir serum takılmış ve seruma konuşurlarken duyduğum ve adını hatırlamadığım, hatırlasam bile telaffuz edemeyeceğim güçlü ilaçlar katılmıştı. Yunus Emre daha o dakikadan can korkusuna kapılmıştı ki çağırdığı doktora iki gün uyur kesin değil mi şimdi bu diye defalarca soru sordu.

Onu ellerini ovuştururken ve Uluç'a endişeyle bakarken hatırlıyordum.

Tüm bunlar olurken Uluç'u bir an olsun yalnız bırakmadım. Uluç tüm bu süreç içinde narkozun etkisiyle uyuşmuştu ancak sanki onu dikiş atılırken izlemeyecek olsam, odadan ayrılsam Uluç hisseder ve hayıflanır gibi hissetmiştim. Buna gerek bile yoktu ki onun yanından ayrılmak istemiyordum.

Uluç için beslediğim duyguların yüzde yetmiş oranı onunla birlikte kendi evimde geçirdiğim sayılı vakitten sonra değişmişti. Hislerimin evrilen yönünün farkındaydım ama buna olanak vermek istemiyordum da. Aslında istiyordum. Sadece bunun mantıksızlığını geri plana atıp aptalca davranamıyordum. Zor olurdu. Onunla birlikteyken zaten yeterince zorlanıyorken, eklenen yeni şeylerle birlikte, hislerimle, olduğum yerde böylece kalabalıklaşırsam benim için kabul edilir miydi emin değildim.

Hem kısa bir sürede gerçekleşen bu farklılığın kalıcı olduğundan emin değildim.

Zihnim bana bir şeytan eliymiş gibi uzattığı diliyle şimdi de kabul edilebilir değil diye konuştu ama ona kulak asmadım.

Düşünmeyi bir kenara bıraktım ve derin bir soluk alıp verdim. Ona karşı olan hislerimi düşünmek istemiyordum. Ona karşı olan hislerimin yenice farkına varıyordum ki bu beni mahvetmişti.

Uluç beni mahvetmişti.

Uluç beni kahretmişti.

O uyurken, sırtını yatağa temas ettirmesin diye başında beklemiştim ama yarası sırtında değil de başka bir yerinde bile olsa başından ayrılmayacağımı zaten biliyordum. Onu yalnız bırakmak istemiyordum.

Uluç beni mahvetmişti.

Uluç beni kahretmişti.

Yanımda durmuş, elimde tuttuğum şemsiyeyi almış, onu ters çevirerek bana uzatmıştı. Ondan uzaklaşamıyordum. Uzaklaştığımda elimde tuttuğum ters şemsiye içine koydukları ile benimle geliyordu.

Oturduğum tekli koltuktan usulca doğruldum ve açık duran pencerenin perdesini ortadan kaybolan güneşin bıraktığı karanlığa usulca çektim. Perdeler bej rengiydi. Üzerinde renkli işlemeler vardı ve bu işlemeler yatağın rengiyle aynıydı.

Kapadığım perdenin sağ tarafında duran mantar lambaderi usulca aydınlattım ve dönüp Uluç'a yeniden baktım. Gerçekten artık uyanması gerekiyordu. O böyle, gözlerini açıp gözbebeklerini bana çevirmeden yatıyorken içim rahat değildi. O uyanıkken ve gözleri açık bir şekilde etrafımda dolanıyorken biliyordum ki rahattım.

Uluç'un varlığı kabul edildiğinde diğer tüm şeylere tek başına göğüs gerdirebilecek kadar kuvvetli bir destekti ki o uyuyorken ona destek olmaya çalışmak omuzlarımı yetersizliğimle eğip büküyordu.

Ona baktım, ona fısıldadım: Keşke sana yetebilseydim.

Odanın kapısı hızla açıldığında bu düşünce beni eğip bükmeye devam ediyordu ve hiçbir şey yapamadan ona bakıyordum. Yunus Emre ara salonun ışığını arkasına alıp devleşerek odaya girdiğinde onunda gözü ilk olarak Uluç'a, ardından yerimi sanki beni buraya koyan oymuş gibi bana dokundu. Göz göze geldiğimiz ilk an anlamsız bir temas kuracağımızı biliyordum ancak varlığının arkasında yükselen ışıktan dolayı odayı kaplayan bedenine odaklanamıyordum. Yine de onun bana bakmasının hemen ardından Uluç'a hoşnut olmayan bakışlarını gönderirken gördüm. Konuşacağını anladığımda odanın içinde süren sessizliğin kırılırken beni irkiltmemesini diledim.

"İki doz narkoz fikrinin bu kadar tutacağını bilmiyordum." Bakışlarım onu bulmadan önce Uluç'ta oyalandı ve Yunus Emre'nin yalan söylediğini Uluç'un bedenine bakarken düşündüm. Verdikleri ilacın narkoz olmadığını biliyordum ama tedirgin değildim. Uluç nefes almaya devam ediyordu, benim için önemli olan da buydu.

"İki doz mu?" Dedim, şüphe gütmedim çünkü onu bozmayacaktım. Ona hesap sormak gibi bir niyetim yoktu, Uluç'un iyiliği için çabaladığını görmüştüm.

Yunus Emre sesimi duyar duymaz karanlıkta kalan bedenime baktı ve bir adım sağa çekilerek arkasından yükselen ışığın bana da dokunmasına neden oldu. Rahatsız olup yeniden karanlığa çekilecek olsam da olduğum yerde durup bekledim. Lambaderin soluk ışığı onun arkasından güneş gibi yükselen floresan karşısında sönük kalıyordu.

"Bir doz bunun dişinin koğuna yetmez diye düşündüm." Bir şey söylemeden bekledim ve Yunus Emre hemen sonra ekledi:

"Acaba numara mı yapıyor?"

Yönünü yeniden tamamen Uluç'a çevirdi ve bu hareketi karanlıkta kalan yüzünün aydınlanmasına neden oldu. Artık yüzünün yarısını net olarak görebiliyordum. Bakışları kısılmıştı ve henüz ortadan kaybolmayan ses tonu bu ihtimali sahici bir biçimde düşündüğünü belli ediyordu. Onu bana bakması için bekledim ancak bunu yapmadı. Yunus Emre'nin yapmadığını yapıp bakışlarımı baktığı noktaya çevirdiğimde boğazımda hissettiğim yumrunun büyümemesi için içimden dua ettim.

Uluç'un kalçasına bakıyordu.

Sahiden bunu yapıyordu.

"Acaba çimdiklesem mi?"

Boğazımdaki yumrunun beni yutkunmak zorunda bırakan baskısını savuşturmayı başarmayı umarak konuştum. Kızarmış olmamayı diliyordum.

"Saçmalama. Uyanık olsa ne durumda olduğumu öğrenmek için benimle konuşurdu. Henüz uyanmadı." Soluklanmadan ekledim." Hem olurda onu çimdikleyerek uyandırırsan ve başarılı olursan parmakların için güzel şeyler planlamaz. İyiliğin için söylüyorum."

Konuştuğum süre boyunca Yunus Emre bakışlarını Uluç'un kalçasından alıp bana çıkarmadı ve o bunu yapıyorken ona bakarak konuşmak o kadar zor geldi ki kelimeler telaffuzunu bitirsin diye nefes bile almadan konuştum. Uluç uyuyorken onun kalçası hakkında konuştuğumuza inanamıyordum. Üstelik bunu yapmaması için Yunus Emre'yi ikna etmeye çalışıyordum ki bu bir nevi Uluç uyuyorken onun kalçasına sahip çıkmak demekti.

Girdiğim diyaloğun boyutu üzerine düşüncelerim de eklenince bu durum beni gerçek bir kahkahaya boğacak sandım ama bunu yapmak yerine alt dudağımı yalayıp usulca soludum. Yunus Emre hala Uluç'un kalçalarına bakıyordu.

"O halde sen çimdik at." 

Yunus Emre'nin bana uzanan sesi düşüncelerimin arasında yer bulmayı başardığında söylediği şeye karşı hissettiğim telaş sanki elimden tutup beni buna zorlamış gibi beni bir adım geriye adımlamak zorunda bıraktı. İrice açılmış gözlerim şimdi Yunus Emre'deydi.

"Saçmalama!"

"Bana çimdik attım diye kızar ama sana ona çimdik attın diye kızmaz." Diye savundu hemen. Ses tonunda sahici bir muziplik vardı ki bu omurgamın dikleşmesine neden olan utancı hızla bedenime pompaladı. Ona Uluç'la aramızda ikili ilişkilerden uzak bir ilişkinin ev sahipliği yaptığını söylemeliydim. 

Yunus Emre bir iki adım atıp Uluç'un neredeyse yataktan taşacak olan ayaklarının ucunda durdu. Bakışlarını sesinde duyduğum muziplemenin gölgesi altında bana çevirdi.

"Bak, onu birimizin dürtmesi gerekiyor. Ya çimdik at ya da ben yapayım bunu?" Sesi soru sorar gibi yükseldi. Kararlılığını görebiliyordum ancak söylediği şeyin saçmalığı da apaçık ortadaydı. Onu kırmaktan uzak sakince soludum ve konuştum:

"Neden kalçasını çimdikliyoruz ki? Kolunu dürtebiliriz, seslenebiliriz, güçlü gürültü yapabiliriz?" Yunus Emre sıraladığım kısa kelimelerin ardından bana sahici misin diyen bir bakış attı, bu bakış apaçık seninle alay ediyordum diyordu.

Yunus Emre'nin Uluç'un kalçasına çimdik atma konusunu alay ediyor olma ihtimaliyle düşünmek isterdim ancak ormanda geçirdiğimiz gecenin izleri sıcaktı, Yunus Emre'nin o gece olan tavırları da haliyle sıcaktı ki Uluç'u alnından gürültülü bir şekilde öpüşünün çıkardığı ses yemin ederim kulaklarımdaydı.

"Sen iyi misin?" Diye soluyarak konuştum, gülmenin bir adım ötesindeydim ama mimiklerimi kontrol edebiliyordum. Yunus Emre sorum üzerine düşündüğünü belli eden hmlar bir ses çıkardı ve bakışlarını benden alıp yeniden Uluç'a çevirdi.

Haline bakıp şunu düşündüm:

Öyle ya da böyle hayatıma giren tüm erkekler dengesizdi.

"Ona dokunmak için fırsat kolluyormuş gibi hissettim." Dedi. Uluç'un kalçalarına bakmayı sürdürdü.

Bir an Yunus Emre'nin bu dediğini onaylayacak gibi oldum ama söz konusu Uluç'un kalçası olduğundan onu onaylamak yerine konuyu değiştirmeyi umarak, Uluç'un kalçalarından uzaklaştırdım.

"Cinsel yönelimin bu taraftan yanaysa bunu ona söyleme çünkü öğrendikten sonra kesinlikle seni yanında barındırmaz." Uluç'un kalçasında duran bakışlarını bana çıkardı ve dudak kenarlarına yerleştirdiği çarpık gülümsemeyle birlikte kastettiğim şeyin mümkün olmadığını savunurcasına gülümsedi.

"Gay değilim."

Onu başımla onayladım ve bu konuyu konuşmaktan rahatsızlık duyduğumu belli etmek istercesine homurdandım. Ellerimi Uluç'un uzanan bedenine doğrulttum ve konuştum:

"Nasıl yapacağız?"

Sanki önümde bir sedye vardı da o sedyede yatan hastanın doktoru benmişim gibi hissediyordum. Alt tarafı onu omuzlarından yavaşça sarsacaktım, tüm mesele bundan ibaretti ama Yunus Emre konuya Uluç'un kalçalarından girerek tüm dengemi sarsmıştı. Üstelik bana yardımcı olmak yerine bu hareketi beni akılsızlaştırmıştı.

"İtele gitsin."

Hayreti soluyan bakışlarım ona çevrildi. Ses tonuna yerleşen ciddiyet saniyeler öncesinde olan tavırlarından o kadar uzaktı ki bir an bu dengesizliği beni ağlatacak gibi bile oldu.

Kaderin örülen ve benim için ayrılmış olan ağlarının erkekler için ayrılmış kısımlarında ciddi sıkıntılar vardı.

Derin bir soluk eşliğinde Uluç'a döndüm ve parmak uçlarımı onu uyandırmayı amaçlayarak omuz başlarına dokundurdum. Yunus Emre'nin zikzak çiziyormuş gibi etrafımda dolanan ruh halinin beni germesine izin vermemeye çalıştım.

Parmaklarım Uluç'a dokunur dokunmaz ilk hissettiğim şey teninin soğukluğu oldu. Onu ara ara kontrol etmiştim ve ateşi yükselmediği sürece sırtını açıkta bırakmamıştım. Teninin soğukluğu kendimi kötü hissetmeme neden oldu ve dokunuşum onu ısıtmak istiyormuş gibi yumuşadı.

Normalde olsa dokunuşumla kasılarak uyanacağından emindim ama bedeni bir bebek gibi uykunun kollarında durmaya devam etti.

"İtele demiştim." Konuşan Yunus Emre'ydi. Ses tonunda bir kaybolup bir var olan alaycı tutumu yeniden açığa çıkmıştı.

Dönüp ellerim Uluç'un omuz başlarındayken  Yunus Emre'ye baktım ve kasıldığımdan, Uluç'a dokunduğumda, sertçe soluyarak konuştum.

"Ben ne yapıyorum!"

"Adamı okşuyorsun."

Ellerimi Uluç'un omuz başlarından çekmeden Yunus Emre'yi hızla yanıtladım. Ona değil, Uluç uyanıp bunu duydu mu korkusuyla yarısı açıkta kalan yüzüne bakıyordum.

"Okşamıyorum." Dedim, adeta fısıldayarak. Yunus Emre'nin güldüğünü duydum ama ona bakmadım. İtham ettiği şeyden dolayı kızardığıma emindim. Uluç'un teninde duran parmak boğumlarımın yükselen ısısı beni afallattı. Sırf bu ısıyla bile Uluç'un uyanacağından emindim ki aynı anda bedenime yayılan ve başlangıç noktası parmaklarım olan ısı bunu desteklercesine artmaya devam ediyordu. Ellerimi onun teninden çekmem gerektiğini hissettim.

"Uyandır artık onu o zaman."

Yunus Emre'nin ses tonunda sana inanmadım ama istediğin olsun dermiş havası vardı ve bu sinirlerimi beklemediğim şekilde daha da gerdi. Kendimi suç işlemiş ve yakalanmış bir kız çocuğu gibi hissetmeme neden oluyordu ve o arkamdayken Uluç'a dokunmak beni geriyordu. Yine de ona cevap vererek konuyu uzatmak istemedim. Bu yüzden Uluç'un omuz başlarına koyduğum ellerime bakarak derince soludum. Uluç'un çoktan uyanmış olması gerektiğini biliyordum. Normalde olsa kendi soluğu dışında çıkan tüm sesleri bir tilki gibi duyabileceğinden emindim ki biz nerdeyse üç dakikadır bağırarak konuşuyorduk. Ben değildim bağıran ama Yunus Emre sahiden bağırıyordu. Ona doğru eğildim, Uluç'un yarısı açık olan yüzü ona doğru eğilişimden dolayı saçlarım tarafından istila ediliyordu.

"Uluç."  Dedim, Yunus Emre'nin arkamda olan bedenini umursamaya çalışarak ve ona yük bindirmemek için biraz olsun geri çekilerek.

"Yalnız o sesle bir ninni eşdeğere haberin olsun." Onun odada olmasından, o odadayken sırf Uluç'u uyandırmak için bile olsa Uluç'a dokunduğumdan ve bunun gerginliği beni patlamaya hazır bomba haline getirdiğinden sesini duyar duymaz parmaklarımı Uluç'un omuz başlarından kaldırıp bakışlarımı hızla Yunus Emre'ye çevirdim. Bunu beklemediği şaşkınlıkla araladığı ve bana uzattığı gözlerinden okunuyordu. Ellerimi pes ediyorum dermişçesine yüzümün hizasına çıkararak konuştum.

"Çok biliyorsan sen yap."

Yunus Emre yazın kavurucu sıcağı altında serin bir ağaç gölgesi bulan ve uzanan, huzurla kestiren insanları hedef alan bir sivrisinek gibiydi ki durumumuz bundan farklı olmasına rağmen sergilemeye başladığı hareketi beni bunu düşündüğüm için tebrik ettirecek kıvama getirdi. Uluç bir ağaç gölgesi altında huzurla uyuyan o insanlardan biriydi ve Yunus Emre sahici bir sinek gibi ellerini birbiri içinde ovuşturarak ona bakıyordu.

Dokunmadım.

Bozmadım ya da itiraz bile etmedim. Ellerinin ovuşturma işinin bitmesini bekledim ve bir adım daha geriye giderek ona alan açtım. Yunus Emre bunu bekliyormuş gibi yarımdan biraz daha büyük bir adım atıp Uluç'a yaklaştı ve ovuşturmayı bıraktığı ellerini birbirinden ayırıp bariz bir gerçeklikle Uluç'un kalçası üzerinde tutmaya başladı. Parmakları henüz Uluç'un kalçasına temas etmiyordu ancak saniyeler sonra bunun olacağını dile getiriyordu. Buna bakmak istemedim. Kalbim yetişmesi gereken bir yer varmış gibi hızla atıyordu.

Öne doğru iki küçük adım atıp yönümü tamamen Uluç'un görünen yüzüyle hizaladım ve arkamdaki manzaraya sırt çevirdim.

Saniyeler sürmüştü.

Uluç'un sesi büyük büyük tepelerin ardından, bir kum fırtınasının arasında kalmış gibi güçlükle yükseldi.

"Umarım kalçamdaki tapan elleri sana ait değildir Anka."

Gülümsememi engelleyemeden yüzünün hizasına eğildim ve aralanmayan gözlerinin aralanıp bana bakması için bekledim.

"Benim ellerim tapan elleri gibi değil." Konuşan Yunus Emre'ydi ancak onu ne duydum ne de aldırış ettim. Odak noktam Uluç'aydı.

Uluç önce yüzünü tamamen yastığa gömdü ve bir süre öylece soluk alıp verdi. Ardından boğazını temizlemek adına güçsüz birkaç öksürüğü duymamı sağladı ancak bunu yapıyor olduğunda sırtı acıyor olsa gerek sesi sitemli yükseldi. Ona bir bardak su vermek, yardımcı olmak istiyordum ama gözlerini açtığını görmeden ondan uzaklaşmak istemiyordum da.

"Sana su getirmemi ister misin?" Diye konuştum yine de, yüzünü yastığa gömüp sessiz mırıltılar eşliğinde boğazını temizledi. Uluç sesimi duyduğunu belli etmek istercesine başını belli belirsiz salladı ve sadece bu hareketi koşarak odadan çıkmama, mutfağa inmeme, bir bardak suyu doldurup koşarak yeniden odaya dönmeme neden oldu. Odaya geri döndüğümde Uluç'u aynı pozisyonda bulmayı beklemiyordum ancak bir santim bile kımıldamamıştı. Yunus Emre ona kollarını birbirine bağlamış halde düz bir ifadeyle bakıyordu.

Uluç'un üzerine karanlığın çökmesine neden olan bedenim ara holden yükselen ışığı arkasına aldığında ona yeterince yaklaşmıştım.

"Seni doğrultmamı ister misin?" Diye seslendim, su bardağını tutan parmaklarım belli belirsiz titredi.

Uluç sırt üstü uzanmak için bedenini benden tarafa çevirdi ancak ona anında engel olarak elimi sırtının çıplak yüzeyine koydum.

"Sırtının üzerine yatma." Uluç bundan memnun olmadığını belirtircesine soludu ancak gerçekten canı acıyor olmalıydı ki bir şey söyleyemedi. Sonunda ona yardım ederek yatakta oturur pozisyona getirdiğimde gözlerinin bana çevrilmesi uzun sürdü. Sanki istediğimin bu olduğunu biliyormuş, inat ederek bana bakmıyormuş gibi hissetmiştim ama bu anlamsızdı.

Uluç bakışlarını bana çevirdiğinde ve kan çanağına dönmüş bakışları ile bakışlarım kesiştiğinde midemin hissettiğini varsaydığım acıyla burkulmasını beklemiyordum.

"Tablo nerde?"

Sorusu beni varsaydığım iki büyük tepenin arasında çıkan bir kum fırtınasının arasında kalmışım gibi belirsizliğe itti, bakışlarım bu kum fırtınasının etkisiyle kısılmıştı. Gözleri dilinin aksine durumunun kötü olduğunu belli etmek istercesine kızarmıştı ama o durmuş bunu mu merak ediyordu? Tabloyu almıştım ama onu arabaya koyarken de sonrasında da ona ne olduğunu bilmiyordum. Hayretle ona bakmayı sürdürdüm ancak Uluç inat edip kan çanağına dönmüş gözleriyle beni eşeleyip eşeleyip durdu.

"Merak ettiğin-"

"Tablo nerde?"

Konuşmak için araladığım dudaklarım hemen ardından yine onun tarafından durduruldu ancak hayretimi geri plana atıp ona bir süre cevap veremedim. Yeniden konuştuğumda sesim kısa süren sessizliğin ardından tozlu çıktı.

"Bilmiyorum. Arabada bir yerlerdedir."

"Onun için kurşun yiyorum ve sen onu arabada bir yerlerde mi bırakıyorsun?"

Şaşkınlığımla hissettiğim her şeyi alt üst ederek ona bakakaldığımda Uluç'un yüzünde gerçekten sitem dolu bir ifadeyi görmeyi beklemiyordum. Bana kızmamıştı. Bana sitem etmişti ki bir an söylediği şeyin haklılık payı beni onu haklı görmek için anında ikna etmişti.  Yine de Yunus Emre'nin karşısında böyle bir konuşma yapıyor olmak canımı sıkmıyor değildi. Parmaklarım arasında tuttuğum bardağı ona uzattım ve almasını beklerken konuştum:

"Sen bunu iç, ben bir bakıp geleyim."

"Bakıp gelme, al ve gel."

Konuşarak bardağı elimden alırken parmakları parmak boğumlarımın üzerine kapandı, bu sırada hissettiğim elinin soğukluğu ona endişe ile bakmama neden oldu. İçerisi zaman zaman terlememe neden olacak kadar sıcaktı. Uluç kısa bir an yüzüne çevrilen bakışlarımı anlamlandıramasa da bardağı elimden koparıp aldıktan sonra bile bir süre eline bakmaya devam ettim.

Aklım ona sıcak bir çorba yapma fikri ile anında çelindi. Bu fikirle doğrulup onlara sırtımı çevirdiğimde çorbadan sonra tabloya bakmayı planlamıştım. Odadan bu fikirle çıktım ve çıkarken Uluç'un Yunus Emre'ye sorular sormaya başladığını işittim. Büyük ihtimalle Yunus Emre kısa süreli bir ecel teri dökecekti çünkü Uluç ciddiyken çekilmez ve boğucu oluyordu.

Bildiğim ve yapabildiğim en güzel çorba mercimek çorbasıydı. Diğer çeşitli çorbaları da yapma şansım olmuştu ama hiçbirinde olması gereken lezzeti tam olarak tutturamıyordum. Bu yüzden mutfağa inip mercimek çorbasını koyduktan sonra dışarı çıkıp tabloyu arabadan aldım. Mutfağa geri döndüğümde bir süre elimdeki tabloyu nereye koymam gerektiğini bilemedim. Yaşananlar hatıramdan silinmediği sürece bu tablo bana bir kambur gibi hissettirecekti. Yine de tamamen umutsuz olmayı bir kenara bırakmak istiyordum çünkü Uluç uyanmıştı. Gözünün kapıda olduğuna emindim. Beni bekliyordu.

Acele etmekten uzak dönüp çorbaya baktım ve yükselen sıcak buharın kokusunu yavaşça içime çektim. Tek bir şey kalmıştı, çorbanın topaklanmaması için onu çırpmam gerekiyordu. Mercimeği bir un gibi dağıtacak gerekli blenderi mutfak dolaplarının arasında aramaya başladığım sıra mutfağa Yunus Emre geldi.

Bir süre konuşması için sessizce ona bakarak bekledim ama bana bakıp söylenmek yerine sandalyenin üzerine bıraktığım tabloya bakıp kaşlarını çattı.

"Bir sorun mu var?" Diye sordum konuşmayacağını anladığımda. Yunus Emre bir şey söylemekte acele etmeden omuz silkeledi ve sandalyenin üzerine bıraktığım tabloya bakarak konuştu:

"Beni odadan kovdu. Sana da nerde kaldın dedi." Böyle söylemediğini biliyordum. Yunus Emre ne yapmıştı da onu odadan kovmuştu merak ettim. Umarım onu alnından öptüğünü dile getirmemişti.

"Öyle dememiştir o." Diye fısıldadım, fısıltımı Yunus Emre duydu.

"Sakince nerede kaldın Anka diye bağırmadı zaten. Önce bana biraz sövdü, ardından kapıya bakarak nerde kaldın diye bağırdı."

Sonunda blenderi çatal kaşık konulan çekmecenin en alt kısmında buldum ve tezgahın orta yerine duran prize taktıktan sonra çorbanın altını kapayıp tencereyi prize yakınlaştırdım.

"Çorba sıcakken bir kase de sen al." Dedim, onu duymazdan gelmiştim. Yunus Emre tezgaha doğru yakınlaşıp bana meraklı bakışlar fırlattı. Blenderin ince tiz sesi çorbanın koyu kıvamı içinde kalınlaşarak toklaşıyordu.

"O tabloda ne var?"

Normalde olsa ona açıp bakmasını söylerdim ancak içinde olduğunu bildiğim kareden hatırlayınca bile utanıyordum. Ona ne söylemem gerektiğini bilemedim, blenderi prizden çektim ve lavabonun içine bıraktım. Yunus Emre bu esnada çekingen tavrımı okuduğundan olsa gerek rahatlatmak istercesine yeniden benimle konuştu.

"Özel demen bile sorgulamayı bırakmam için yeterli Anka. Lütfen seni rahatsız ettiğimde bunu söylemekten çekinme. Ve çorba için teşekkür ederim. "

Söyledikleri daha fazla utanmama neden olsa da ona bakmaktan kaçınarak uzanıp iki kase çıkardım ve onun içinde çorba doldurduktan sonra doldurduğum kasenin birini tezgahın üzerine bıraktım. Uluç'a bir tepsi aramak için raflar arasında yeniden gezindim.

Önce kısa bir uğraşın ardından küçük kare bir tepsi buldum, buzdolabının içinden küçük bir limon aldıktan sonra limonu dilimleyip çorbaya sıktım ve bir kaşığı da tepsinin kenarına bıraktıktan sonra sandalyenin üzerinde duran tabloyu koltuk altıma sıkıştırarak Yunus Emre'ye konuştum.

"Çorba senin için, afiyet olsun."

Yunus Emre mahçup olan ifademi görmüş gibi gülümsedi ve elini alnına götürerek komutanını selamlayan bir asker gibi beni selamladı. Gülümsemeden edemedim. Onun hakkında kesin bir karar veremiyordum. Ne tam ciddi bir karakteri ne de tam alay dolu bir ruh hali vardı.

Uluç'un yanına döndüğümde onu yatağın ucuna oturmuş vaziyette beni beklerken buldum. Biraz daha geç kalsaydım yataktan çıkmak için hareketleneceğini duruşundan okunuyordu.

Uluç odaya girer girmez varlığımı fark etti ve çatılan kaşlarını bana çevirdi. Dudaklarını aralayıp bana nerde olduğumu sormasını bekledim ancak elimde tüten çorbayı gördüğünden olsa gerek bunu yapmadı. Tabloyu bej rengindeki tekli koltuğun üzerine bırakıp ona bakarak yürüdüm. Uluç bir süre bıraktığım tabloya baktı ama hemen ardından bakışlarını bana çıkardı. Yüzündeki beyazlık kırılmış gibi duruyordu, dakikalar önce eline verdiğim su bardağı da ayaklarının dibindeydi.

"Sırtını öyle kambur tutmak yerine yatak başlığına dayarsan daha az canın acır." Dedim. Aslında konuşmaya böyle başlamak istemiyordum ama başka bir şey söylemek hissettiğim gerginliğin altında anlamsız geliyordu.

İki gün boyunca başında onu uyanması için beklemiştim.

"Canım acımıyor." Dedi

Onu yalan söylüyorsun diye suçlamak istedim ama yenilecek olan tarafın ben olacağımı biliyordum. Bunun yerine hemen yanına oturarak yönünü bana çevirmesini bekledim. Uluç acele etmeden, dediğime gelerek sırtını yatak başlığına dayadı ve bacağının birini kırarak yatağın üstüne çıkardı.

Sonunda hareket etmeyi bıraktığında çorbayı ona uzatmak için kollarımı hareket ettirdim ancak küçük kare tepsiyi daha onun kucağına bırakmadan konuşarak elimin havada kalmasına neden oldu.

"Sen içirmeyecek misin?"

Sesinde art niyet ya da ima yoktu. Sesinde saf bir masumiyet vardı ki bu onunla göz göze geldiğimizde kendimi annesi gibi hissetmeme neden oldu. Bir şey söylemek yerine tepsiyi kucağıma almadan önce ona doğru yaklaşarak yatağın üzerine çıktım ve bağdaş kurarak oturdum, hemen sonra tepsiyi kucağıma alarak tepsinin kenarına bıraktığım kaşığı çorbaya daldırdım.

Uluç bu sırada beni ve hareketlerimi sessizce izlemişti, benim tarafımdan itiraz içeren tek bir kelime duymadığı için hoşnut olduğunu gizlemiyordu. İtiraz edecek bir durum yoktu üstelik. Her ne kadar kalbim atışlarını hızlandırmış olsa da isteği makul ve olağandı. Hem Yunus Emre odada olsa bunu dile getirmeyeceğinden de emindim. Bir nokta da benden yardım istediği için mutlu bile olmuştum çünkü Uluç'tan beklenmedik bir davranıştı.

Çorbayı kaşığı ona uzatırken dökmemek adına yarım doldurduktan sonra ona doğru uzattım ve içmesini bekledim. Uluç yüzünden okunmayan bir ifadeyle ilk kaşığı uzanıp içti ve gözlerini çorbayı içtikten hemen sonra yeniden bana dokundurdu.

"Ben uyuyorken sana bir şey sordu mu?" Başımı sağa sola sallayarak onu yanıtladım ve boşalttığı kaşığı yeniden doldurdum.

"Ben bayıldıktan sonra ormanda ters giden bir şeyler oldu mu?" Onu yeniden başımı sağa sola sallayarak yanıtlamak istedim ama iki gece öncesine ait görüntüler iki yandan baskı uygulanarak sıkıştırılmış ve bulduğu ilk oyuğu dışarı çıkmak için kullanmış akışkan bir jöle misali önümde belirdi.

"Yunus Emre anlatmadı mı?" Diye sordum, bu sırada içerek boşalttığı kaşığı yeniden çorbayla doldurup ona uzattım.

"Senden dinlemek istiyorum."

İlk zamanlar olsa bana bunu soracağını ama beni durmadan anlattıklarımın gerçekliği için sorgulayacağını biliyordum. Uluç'un tavırları bana karşı değişmişti ki benimle böyle normal ses düzeyi ile konuştuğunda konuştuğumuz her ne olursa olsun onunla sohbet ediyormuş gibi hissediyordum. Uluç'la normal bir şekilde konuşmak güzeldi.

"Seni arabaya bindirdikten sonra ormanda mavi bir ışık yanıp söndü ama ne olduğuna dair bir fikrim yok Uluç. Haldun'dur diye tahmin ediyorum."

Dolu şekilde uzattığım kaşığı dudaklarıyla kıstırıp içti, daha sonra başını sağa sola sallayarak beni onaylamadığını belli etti. Bana bir aptalmışım gibi bakmıyordu. Bu hoşuma gitti.

"Haldun yalnız başına duran Yunus Emre'den korkup size yaklaşamayacak bir çakal değil. Işığın ne kadar uzakta ya da yakında olduğunu hatırlıyor musun? Başka herhangi bir ayrıntı da olur. Hatırladığın ne varsa söyle bana."

Zihnimin bana bıraktığı ayrıntıları önüme alıp seçmeye çalışarak duraksadım.

"Bizden çok uzakta değildi ama koşsak yetişebilecek mesafe de değildik. Üç kez yandı söndü. Normalde olsa fark etmezdik ancak ışık bize doğrultulmuş bir lazer ışığı gibiydi Uluç." Hatırladığım ayrıntı tüylerim diken diken etti fakat bunu Uluç'a hissettirmekten kaçınarak konuşmaya devam ettim.

"Başta bir silah olduğunu bile düşündüm ancak bir silah lazeri kadar ince de değildi. Bir fener ışığı gibiydi ve üç kez yanıp sönmeden önce senin üzerinde durdu." Boğazımın kasıldığını hissettim.

"Kalbinin üzerindeydi."

Ona çorbadan kalan son kaşığı içirirken gözlerinin içine baktım. Ne olabileceğine dair bir fikir sunmasını bekliyordum. Bir fikri olduğuna emindim ancak Uluç kaşığı son kez dudaklarıyla kıstırıp bıraktıktan sonra bir şey söylemekte acele etmeyerek bana uzun uzun baktı.

"Başka bir şey var mı?" Sorusu merakımdan uzaktı ve bana tahminlerimde yanılmadığımı gösteriyordu. Bir fikri vardı ancak benimle paylaşmakta acele etmedi. Ona ne bilmek istediğini sormak istedim ama olan tüm şeyleri merak ettiğini biliyordum. Bir an Yunus Emre'nin onu alnından öptüğünü söyleyecek gibi oldum ama Yunus Emre'yi gerçekten sevmiştim ve Uluç'un ona sataşıp durmasını istemiyordum.

"Yok."

"Emin misin?" Sesinde bana uzanan soru işaretleri vardı.

"Ne bilmek istiyorsun?" Soruyu sorarken herhangi bir amaç gütmemiştim ancak Uluç verdiği cevapla afallamam neden oldu.

"Ne hissettin?" 

Boşalan kaseyi tepsinin içinde gereksiz bir turlama yapmak zorunda bıraktım ve bakışlarımı ondan kaçırdım.

"Mavi ışığı gördüğümde mi?" Diye sordum, sesim gerçekten meşgul bir iş yapıyormuşum gibi durağan yükselmişti.

"Beni yerde gördüğünde." Diye sordu bu sefer Uluç. Doğrudan söylemişti, lafı eveleyip gevelememişti ki bunu yapmasını beklemiyordum. Bir an ne yapmam gerektiğini, ne söylemem gerektiğini bilmek o kadar zor geldi ki sessiz kalmaktan kaçınamadım. Yine de sesini duymaya devam edebilmek adına onunla konuşmayı sürdürmek istiyordum.

"Beklemiyordum." Dedim.

"Bilinci açık üç saat duruyorum dediğimden mi?" Diye sordu. Parmaklarımın hareketini kesip bakışlarımı içi boş kaseden alıp ona çıkardım ve yüzünde beliren alay dolu ifadeyi şaşkınlıkla izledim.

"Yalan mı söyledin? Bilinci açık üç saat duramıyor musun?" Uluç güler gibi oldu, bu hareketi o kadar beklenmedikti şaşkınlığımı geri plana atıp ona odaklanamadım bile.

"Bir Polat Alemdar değilim ama üç saat durmuşluğum var." Dedi. Hiçbir ifade barındırmayan gözlerimle ona bakmaya devam ettim. Benim aksime onun yüzünde eğlenmeye başladığını belirten bir ifade vardı.

"Üç saat duruyor musun, durmuyor musun?" Sorum onu eğlendirdi. Yeniden konuştuğunda sesinde ayırt edebildiğim alay hem var hem de yoktu.

"Duruyorum."

"Televizyon izlemediğini söylemiştin. Polat Alemdar'ı nereden biliyorsun?" Diye sordum bu sefer. Bana söylediklerini hatırlıyordum, çağdaşı olan herkesten farklı yaşamıştı ki bunu bilmek onu bu soruyu sormam için güzel bir hedef haline getiriyordu.

Bir süre düşünür gibi bana sessizce baktı. Her ne düşünüyorsa düşündüğü şey keyfini kaçırdı. Kısa süren sessizliğinin ardından kırdığı bacağını yataktan aşağı uzatarak iki ayağını da yere bastırdı.

"Bu işlere girmeyi kafama koyduğumda erişebildiğim tek isim Hilmi adında yaşlı bir adamdı. Ellilerindeydi ama yaşından daha kötü görünüyordu. Küçük bir kulübe de tek başına yaşıyordu. Adamda katır inadı vardı ve beni bu işlere girmemem için uzun bir süre ikna etmeye uğraştı. Bir pislik gibi davrandığını, ihtiyar duruşuna rağmen gelen birkaç kişiye silah doğrulttuğunu bile gördüm ama ondan korkmuyordum. Kulübesinde küçük bir televizyon vardı ve gelip gittiğim her dakika onu Polat'ı izlerken görüyordum. Oradan kaldı. Yoksa Polat Alemdar fanı sokak serserisi olmadım hiç."

"Seni öyle hayal etmek zor olurdu." Dedim ayak uydurup konunun yumuşamasını amaçlayarak. İki gün öncesini düşünmek beni fazlasıyla geriyordu çünkü.

"Zor demezdim."

Söylediğine karşılık ona soru sorarcasına baktım.

"İmkansız derdim." Gülecek gibi oldum. O da bunu hissetmiş olmalı ki bakışlarını benden kaçırmak yerine dudaklarıma indirdi.

"Çok korktun mu?"

Bunu sormasını beklemiyordum. Gözleri dudaklarımdaydı ancak sorusuyla birlikte bakışları anlam bulmak için gözlerime tırmanmıştı. Ona yalan söylemek gibi bir niyetim yoktu. Korkmamdan nefret ettiğini biliyordum. Korktuğumu bildiğini biliyordum.

"O gece zihnimde sana bir kostüm giydirdim. Ne kadar doğru gelir bilmiyorum ama sana zihnimde sürekli olarak bir şeyler giydiriyorum Uluç." Söylediklerime kaş çatmasını bekledim, konuşmayı nereye götürmem gerektiğini bilmiyordum ama ona açık olmak istiyordum.

"Seni hep bir şekilde hayal ediyordum ama dizlerinin üzerinde hiçbir zaman hayal etmedim. Hayal etmeyi istedim fakat bana hiç dizlerinin üzerinde durursun gibi gelmiyordu. O gece seni yere yığılmış halde görmek bana bir şeyi hatırlattı." Sustum, bir şeyler sormasını, bir şeyler söylemesini bekledim ama beni dikkatlice dinlemekten bir adım öteye gidecek gibi durmuyordu.

"Zihnim bana senin bir insan olduğunu hatırlattı Uluç ve bunu hatırlamak o gece bana o kadar kötü hissettirdi ki sana bunu yaptığım için pişmanlık duydum."

"Neyi yaptığın için?"

"Seni diğerleri gibi gördüğüm için. Yıkılmaz ve sarsılmaz hatta yaralanmaz olarak gördüğüm için. Seni robotlaştırdığım için. Biliyorum istediğin bu ama seni öyle görmüyorum."

"Nasıl görüyorsun?" Diye sordu. Bunu sormasını bekliyordum ama söylediklerime karşı itiraz etmesini, yıkılmaz, sarsılmaz, yaralanmaz olduğunu savunmasını da bekliyordum. Ne söylemem gerektiğini bilmemekten uzak ona bir süre sessizce baktım.

Yüzünde duygularını belli eden tek yer gözleriydi. Çoğu insan için bu böyleydi ancak Uluç bunu nadir olarak gerçekleştirdiğinden gözleri onda en çok kaçtığım ama aynı zamanda en çok baktığım yerdi. Şimdi olan ifadesinde beni savunmasız bırakan bir şeyler vardı.

Benden ne duymak istediğini çözemiyordum, onu hiçbir zaman tam anlamıyla çözememiştim ama şimdi göz göze ve diz dizeyken benden bir şeyler duymak istediği ortadaydı. Bunu okuyabiliyordum ve bu beni savunmasız kılıyordu.

"İçinde bulunduğumuz ana göre değişiyor. Seni tek bir kalıba sokabilmek imkansız." Diye konuştum. Uluç söylediklerimi anladığını belli etmek istiyormuşçasına başını sallayarak onayladı ve yeniden sordu:

"Tam şu an. Nasıl görüyorsun?"

Elimdeki tepsiyi tırnaklarımı içe bükerek tırtıkladım ve bakışlarımı ondan kaçırdım. Tam şu an onu nasıl görüyordum?  Bu güçtü ama onu tam şu an o gece gördüğüm bir elinde güller olan adam gibi görüyordum. O geceden farklı olarak elindeki güller artık kanlıydı. Bunu ona söylemek istedim ama aynı zamanda bunu ona söylemekten kaçındım. Uluç bir cevap beklediğini belli ederek bana bakmayı sürdürdü ama ona bunu nasıl söylemem gerektiğini bilmiyordum.

"Hasta bir adam görüyorum."

Yalan kıyısına vurduğu kumsalın toprakları arasında kayboluyormuş gibi durumun gerçekliği içinde kendini örtbas edebilmeyi başardığında Uluç'un beni zorlamamasını diledim. Bana inanmadığını ona bakmasam bile görebiliyordum ama beni zorlamaktan o da kaçındı. Ayağa kalkıp soluk lambaderin ışığı altında gölgesini üzerime düşürdüğünde bunu yaptığı için hoşnut olmayarak ve biraz da korkuyla ona baktım. Düşmesinden korkuyordum.

"Hasta bir adam ayağa kalkabilir mi sanıyorsun?" Sesinde bana takılan alaycı bir ifade vardı.

"Hasta olmadığını mı savunuyorsun?" Bana bakmadı. Adımlamaya devam ederek tekli koltuğun üzerine bıraktığım tabloya doğru ilerledi.

"Bilmem, hasta mı görünüyorum?" Eğilip tabloya parmaklarını değdirirken o kadar yavaş hareket etti ki söylediklerinin anlamına inanç duymadan dudakları arasından döküldüğü belliydi.

"Bilmem, sağlıklı mı görünüyorsun?" Omzunun üzerinden bana baktı. Dudakları kıvrılmıştı.

"Benimle alay mı ediyorsun?"

Uluç içinde bulunduğu her bir ana hükmedebilen bir adamdı. Senin nasıl hissedeceğine sen izin versen de vermesen de karar verebiliyordu. Dakikalar önce içinde kaldığım karanlığın yine onun karanlığı ile aydınlandığını hissettim ve ona bakarken gülümsedim.

"Mümkün olmadığını biliyorum." Diye yanıtladım onu. Bundan hoşnut olmuş gibi bir süre sessizce yüzüme baktı ve hemen sonra dönüp yeniden tabloya uzandı. Tabloyu açmasını istemiyordum ancak o daha ayağa kalkıp tablodan tarafa adımlamaya başladığında bile bunun olacağını anlamıştım. Ayakta olmasaydı elimdeki tepsiyi mutfağa bırakmak adına odadan kaçardım ama haline olan güvensizliğim beni onu yalnız bırakmamak zorunda bırakıyordu.

Uluç tabloyu kartonundan sıyırdı ve bir süre omuzlarını bana siper ederek tabloya baktı. Yüzümü elimdeki tepsinin içindeki boş kaseye çevirerek bekledim. Aslında ona sormak istediğim şeyler vardı ancak sırası olmadığını biliyordum.

Sırf bu tablo için kurşun yemişti. Bana bu tablonun sayesinde pek çok şeyi artık bildiğin söylemiş ama bildiği şeyleri bana sıralamamıştı. Sorsam cevaplar mıydı merak ediyordum ama buna yeltenmenin sırası değildi.

Aramızda uzun bir sessizlik oldu.

"Kaderle ilgili bildiğin şarkı var mı?" Soruyu soran Uluç'tu. Böyle bir soru sormasını beklemiyordum. Şaşırmanın ötesinde bakışlarımı ona uzattım ve ciddi bir ifadeyle birlikte sorduğu soruyu düşündüm. Aklıma hiçbir şey gelmiyordu. Tam ona aklıma bir şarkı gelmediğini söylemek için dudaklarımı aralamıştım ki yeniden kapamam Yunus Emre'nin içeriye şarkı söyleyerek girmesiyle oldu.

"Ördü kader ağlarını, kırdı yine kollarımı al," Kollarını Uluç'a uzattı ama Uluç'un ona saldırmayacağından emin olamadığından kapının giriş kısmından bir adım daha atarak içeriye girmedi.

"bir canım var al senin olsun." Nakaratın sonuna doğru sesi uluyan bir köpeğin sesine benzemişti.

Uluç benim Yunus Emre'ye duyduğum şaşkınlığın gerisinde gerçekten öfke dolu bir ifadeyle ona bakakaldığında bir an odada kendimi fazlalık gibi hissettim. Uluç tabloyu göğsüne bastırarak tekli koltuğa oturdu ve Yunus Emre'yi  kendi haline bırakmaya karar vermekten uzak onunla gerçekten ne yapacağını düşünen bir ifadeyle alnını sıvazladı. Yunus Emre bu sırada şarkıyı duygusal bir tonlamayla söyleme başlamış, hemen ardından odadan şarkıyı söyleyerek uzaklaşmıştı.

Ruh hali gerçekten zikzaklar çizerek etrafımızda sürekli olarak geziniyordu.

Olan garipliğin içinde yatağın kenarında öylece oturarak bekledim ve dönen garipliği çözmeye çalışarak Uluç'a baktım. Uluç sonunda sıvazladığı alnını boşa çıkardı ve gözlerini bana dokundurdu.

"Kapı dinliyor piç."

Dönüp kapıya baktım, Yunus Emre'nin görünen bir izi yoktu. Uluç arkasında gözü varmış gibi sinirle soludu ve bağırarak konuştu.

"Bana bak bana." Bir dakika süren bir sessizlik oldu.

"Çanağına işerim senin, bak bana." Yunus Emre kapının pervazından kafasını usulca uzatınca şaşkınlığım kendini saklama gereği duymadan ortaya serildi bir şey söylemeden olacakları bekledim.

"Bir canım var al senin olsun kısmı şakaydı." Uluç sesini yeniden duyunca bana demiştim der gibi baktı ve hemen sonra gözlerini kapayıp derince ve gürültüyle soludu.

"Faruk'a söyle bu şekilde bir şey öğrenemeyeceğini üzerime yerleştirdiği dinleme cihazlarını fark etmeme rağmen çıkarmamamdan anlaması gerek. Yeniden kapı dinlediğini anlarsam anlaşmayı siker bir kenara atarım. "

"Silerim demek istedin herhalde?" Yunus Emre aslında Uluç'u çok net anlamıştı ancak işi şakaya vurmak sanırım karakterinin bir getirisiydi.

Uluç, "Yunus Emre." diyerek sinirle soludu, bu soluma son noktadayım dermişçesine güçlüydü. Yunus Emre onun sabrını daha fazla sınamaması gerektiğinin farkına varmış gibi kafasını geriye çekmeden hemen önce bana bakıp gerçekten anlayış göstermemi bekleyen bir ifadeyle başını salladı.

Bir şey söylemekten uzak ona aynı ifadeyle karşılık verdim, yaptığı şey için ona kızgınlık duymadım. Aslında kızmam gerektiğini biliyordum ama bunu hissedemiyordum. Dönüp Uluç'a baktım. Keyfi kaçmış görünüyordu ve gözleri hala kapalıydı. Dakikalar sonunda gözlerini yeniden araladığında ona sorarcasına baktım. Elinde tuttuğu tabloya gözlerimi değdirmemek için çaba harcıyordum. Uluç gözlerini açar açmaz benimle yeniden göz göze geldi ancak o da bir şeyler söylemeyi gereksiz bulmuş olacak ki doğrulup tabloyu koltuğun üzerine bıraktıktan sonra dönüp bana doğru yürümeye başladı.

"Keyfimi kaçırdı pezevenk."

Elimdeki tepsiyle birlikte oturduğum yerden kalkıp ne yaptığına baktım. Bana aldırmaktan uzak yatağa yüz üstü uzandı. Bir an için tavrı beni elimde tepsiyle kalakaldırdı. Bu tavrından her ne olursa olsun uzaklaşmayacağını biliyordum. Uluç istediği kadar konuşur, istediği kadar normal olurdu. Bir şey sormak yerine bu haline izin vererek koltuğun  üzerine bıraktığı tabloya ilerlemeye başladığımda adımlarım tepsinin içinde duran kaşığın kaseye vurarak odadaki sessizliğin kırılmasına neden oluyordu.

Tablo ile aramdaki mesafe bir adım kalıncaya dek elimdeki tepsiden çıkan sesle birlikte ilerledim, tablo bir günah taşı gibi önümde durmaya başladığında kirpiklerim ona dokunmadan önce dönüp Uluç'a baktım.

Tepkisiz ve kaygısız görünüyordu. Şimdi odadan çıksam ve gitsem nereye gidiyorsun diye sormayacak gibiydi ki biliyorum sorardı.
Ona aldırmak istememenin ötesinde elimin birini kartondan sıyrılmış tabloya uzattım ve göreceğim manzara için kendimi hazırladım.

Tablo onu elime aldığım ilk an karanlığa bürünürmüş gibi gölgem altında ezildi ancak bir adım geriye gidip onu mantar lambaderden yayılan soluk ışığın altına doğrulttum.

Bu tablo bir günah taşıydı. İstesem çatlardı ama çatlayan kısım yalnızca benim bedenime ait olan noktalar olurdu.

Uluç'un tabloda olan bedeninde, çıplak sırtının tamda şimdi olduğu yerinde bir kurşun oyuğu vardı ve delip geçerken tuvali yaktığından etrafı siyah bir renge bürünmüştü. Bunu şimdi fark ediyor olmam gerçekten inanılmazdı. Gözüm Uluç'tan başka hiçbir şey görmemişti.

"Yunus Emre doğru söylüyor." Dedim fısıltıyla. Bu kaderden başka bir şey değildi. Uluç fısıltımı duydu ve benimle konuştu.

"Şunun adını ağzına alma." Tabloya bakmaya devam ettim. Bunun bir oyun olma ihtimalini düşündüm ancak böyle bir oyunda ihtimallerin bu kadar net bir şekilde tutmayacağını biliyordum. Uluç'un tablodaki cansız bedeninde bir oyuk vardı.

Tabloyu eski yerine bırakıp Uluç'a döndüm.

"Bunun sadeleştirilmiş bir tesadüf olduğunu mu düşünüyorsun?"

Yastığa gömdüğü yüzünü açığa çıkararak sırtını yatağın bedeni tarafından kırışmış yüzeyine bastırdı. Ona bunu yapmasının iyi bir fikir olmadığını söylemek istedim ancak beni dinlemeyeceğini biliyordum.

"Bunun yaptığım hatanın yüzüme vurumu olarak görüyorum."

"Evet, onu alman hataydı." Dedim. Kaşları çatıldı.

"Onu almam en doğru kararlarımdan biriydi." Bu sefer kaşları çatılan bendim. Elimdeki tepsiyi koltuğun kenarına iteleyerek bıraktım.

Sinirlerim ona yabancı bir nefes değsin ya da değmesin çok çabuk harlanıyordu.

"Bu tablo yüzünden bu haldeyiz Uluç. Eğer onu almak için ısrar etmeseydin yaralanmak zorunda kalmayabilirdin." Bana söylediklerimin kendisi için önemsiz olduğunu gizlemeden baktı.

"Bu benim sorunum." Söyledikleri sarsılan dengeme tekme atmış gibi hissettim ve ona karşı tehditkar bir adım atmadan duramadım. Ses tonumu ayarlama gereği duymadan hırsla soludum.

"Sen baygınken hissettiklerim de senin sorunun!"

Yüzündeki ifade sarsılır gibi oldu ama diğer tüm ifadelerde yapmayı becerdiği gibi bunu da yalan dolan fark etmiştim. Gözlerini kırpmadan bana bakmaya başladı. Ses tonumdan hoşnut olmadığını görebiliyordum ama beni uyarmadı. Sanki o da hissettiklerimin benim için zor olduğunu biliyordu. Sanki ne hissettiğimi baştan sona benimle izlemişti.

Aramızda sessiz ama uzun bir bakışma geçti. Yapmasaydım, bakışlarımı yere indirmeseydim Uluç'un ben kaçırana dek gözlerimin içine bakacağını biliyordum. Bu yüzden bakışlarımı onun gözlerinden kopardım.

"Ne olursa olsun seni bırakmayacağım derken bu ne olursa olsun sana zarar gelmesine izinde vermeyeceğim demekti." Dedi. Sesi beni sakinleştirmek istiyormuş gibi anlayışlı yükselmişti. Bakışlarımı yeniden ona çıkarmakta acele etmedim.

"Bana zarar gelmesin diye sürekli kendine mi zarar verdireceksin?" Kaşları alayla kıvrıldı.

"Bu bir daha tekrarlanmayacak."

"Nerden bilebilirsin?" Ellerimi kaldırıp ona içinde bulunduğumuz evi işaret ettim. "Şimdi bile emin olamayız bundan. Biri pencereden ateş etmeyecek diyebilir misin?"

Onu suçlamıyordum. Olanlar onun suçu değildi ancak konuşurken yükleri omuzlarımdan atmak istediğimden hedefim olmaktan onu çıkaramıyordum.

"Biri pencereden ateş etmeyecek Anka."

İsmimi söylerken sesi kararlıydı ve bu kararlılık gözlerinden okunuyordu. Onu elimle savuşturmak, olduğum yere çöküp ağlamak istedim. Ne kadar doğru ya da ne kadar yanlış olduğu ile ilgilenmiyordum ancak gidip ona sarılmak bile istedim. Ölebilirdi. Olan korkum en çok bunaydı ancak bunu ifade edemeyişim içimde büyüyerek beni sıkıntıya sokuyordu.

"Bunu bilemezsin Uluç." Dedim, sesim ağlamaktan uzaktı ancak kelimeler dudaklarımdan dökülürken yorgundu.

"Bak bana." Sesi saniyeler önce olan tonlamasından farklıydı. Kalındı ve içinde keskin bir emri barındırıyordu. Bakışlarımı ona çıkarmakta acele etmedim.

Uluç yattığı yerden doğrulup bacaklarını yataktan çıkardığında hızla ona döndüm. Ayağa kalkacağını düşünmüştüm ancak ayağa kalmak yerine öylece oturmaktan ilerisine gitmedi.

"Ne kadar zor olduğu ile ilgilenmiyorum Anka. Yıllardır bir şekilde yolumu buldum. Bundan daha zorları oldu. Boş bir odanın içinde kendime  dikiş attığım bile oldu. Seni karşımda titreten bu olay bende yarın akşam için yapacağım planları ertelemem için geçerli bir nedeni bile oluşturmuyor." Bir süre sustu ama bu çok kısa sürmüştü. "Ben böylesine mücadele ederken karşımdaki adamların yol kesen basit birer haydut olmasını bekleyemezsin. Eğer penceremden içeri ateş edilecekse bu onların başarısı benimse başarısızlığım olur. "

"Olayı bu kadar basite indirgeyecek misin sahiden?" Diye kestim onu.

"Bir şeyi basite indirgediğim yok benim. Seninle konuşmaya çalışıyorum ama sana bir şeyleri anlatmak seni anlamaktan bile zor." Bakışları bana çevrildi. Kızgın bakmıyordu ancak görmeyi beklemediğim yorgun ifadesi yüzünde saklanma gereği durmadan parlıyordu. "İki sokak çetesi ellerinde sapanları ile düşman avlamıyor Anka. Kim nerde düşerse düştüğü yerde kanı akar. Benim hatamdı. Savaş'tan sonra yanıma birini almak istemedim, yalnız olmayı beklediğimden Savaş'ın ölmesi işime bile geldi ama görüyorum ki sen yanımdayken bu kadar yalnız kalamam. Yunus Emre'yi bu yüzden kabul ettim."

"Sana yolun başında defalarca yalvardım." Diye konuşmaya başladım ancak ben daha konuşur konuşmaz Uluç bağırarak sözümü kesti.

"Siktiğimin yolunun başı senin için yolun sonuydu. Amınakoduğumun yerinde herkese anlayışla bakıyorsun da seni yanımda yine seni korumak için tuttuğumdan mı beni anlamıyorsun! Olay seni yanımda tutmam mı? Olay seni her gece peşkeş çekilecek bir kadın olmandan kurtarmam mı? Olay seni korumaya çalışmam mı?"

Söyledikleri, ses tonu, kullandığı kelimelerin sahiliği canımı yaktı. Bakışlarımı yere indirip gözlerimin yaşarmasına izin vererek devam etmesini bekledim ama o da susmuştu. Bir şeyleri anlamam için uğraşmam gerekti ama bir şeyleri anlamamak onunlayken sürekli yaptığım bir eylem haline dönüşmüştü. Gözyaşımın dudaklarımın kıyılarına vurduğunu hissettim.

"Sana bir hayvan gibi davrandım, kabul. Sana bağırdım, çağırdım, azarladım kabul. Sana tüm bunları ben yaptım evet ama sana dokunmadım Anka." Yataktan kalktığını ayaklarıma düşen gölgesinden anladım. Bir şey söylemedim.

"Seni korudum. Koruyorum. Koruyacağım. Bana bunu tekrarlatıp durma. Sana bunu daha fazla kaç kez anlatabilirim bilmiyorum. Yaptıklarımı savunmuyorum, inkar etmiyorum ama suçlamalarını kabul etmiyorum. Seni ateşe tutup tutup çekmelerinden alıkoydum diye beni hayatını mahvetmekle suçlayamazsın. O gece orada olman benim suçum değildi. O gece orada olman ve seni sahiplenmem senin suçundu."

Öfkem onu es geçip kendi içimde kendime patlamaya başladığında ilerleyip onunla aramdaki mesafeyi kısalttım. Haklıydı. Onu haksız sanıyorken bile haklıydı ve bunu yapması bir noktada kanıma bile dokunuyordu.

"İyi tamam benim suçum, hepsi benim suçum evet. Evet iyi güzel ama sırf beni ateşe tutup tutup durmasınlar diye kendini hep böyle ateşe mi atacaksın?" Sorum onu afallattı.

Konuşmaya başlamadan önce ona onun için endişelendiğimi söyleseydim bu kadar şaşırmayacağı ortadaydı. Uluç dağılan ifadesini toplama gereği duymadan bana doğru bir adım attı ve kısalttığım mesafeyi bir adım daha gelerek bedenini bedenime yakınlaştırdı.

"Konu bu mu?" Diye sordu.Parmaklarımı onun beyninin içinde neler döndüğünü anlamak adına tenine saplamak istiyordum ama bunu yapamayacağımı biliyordum. Parmaklarımı alnıma bastırdım ve ona uzun sayılabilecek bir süre sadece baktım.

"Bana ben yenilmem imajı çizme Uluç. Vuruldun. Yığıldın. Diz çöktün. Seni yere yığılmış halde gören benim. Artık yenilmez olduğunu düşünmüyorum."

Sanki söylediklerim onun için başka başka anlamlar ifade ediyordu ve bu anlamlar benim erişemediğim noktalarda yalnızca Uluç tarafından görülmüştü. Yüzündeki ifade başta gördüğüm sitem dolu ifadeden uzak ama bir o kadar da yakındı.

"Beni yere yığılmış halde gören sensin." Diye onayladı beni, konuşurken aramızdaki mesafeyi daha da kısaltmıştı ve nefesi artık ısısını hissedebileceğim kadar yakınımdaydı. "Beni yenen sensin."

Gözleri bu kadar yakın olmasaydık böyle parlar mıydı emin değildim ancak Uluç'un gözlerinden gözlerime uzanan bariz bir ışıltı vardı. Belki bu yakınlığından dolayı hissettiğim kırılmanın yansımasıydı ama ona kırgın değildim. O bu kadar yakınımdayken çoğu düşüncem beni altına alan bir lodos rüzgarı gibi oradan oraya savurup duruyordu ve o bu kadar yakınımdayken anlamsız bir ısının midemden başlayarak bedenimi ele geçirmesi saniyeler sürüyordu.

Ondan uzaklaşmak ve düşünmeye devam etmek istedim ama onu bana karşı bir adım atmış halde görmek, beni ondan bir adım uzaklaştırmak için yeterli inancı oluşturamadı.

"Seni yenen benim?" Sesim soru sorar gibi yükseldi. Uluç aramızdaki karış mesafesini yok sayıp daha da yaklaştı ve alnının alnıma düşmesine neden oldu.

"Beni yenen sensin ve hiç farkında değilsin. Keşke numara yapıyor olsaydın da bu kadar saf olmasaydın." Sesi bana bunun için kızıyordu. "Sana beni yendiğini söyledim. Az önce sana bunu söyledim ve eminim kafanda binlerce düşünce aynı anda belirerek odaklanman gereken yeri bulamıyor şu an."

Nefesi burnuma, dudaklarıma düşüyordu. Gözleri açık mıydı yoksa kapalı mıydı bilmiyordum ama benim gözlerim sımsıkı kapalıydı. Hissettiğim şeyin ötesine, hislerimin izlerini okumaya çalışarak kendi içimde gezintiye çıkmıştım ama onun sandığı gibi aynı anda binlerce düşünce beynime istila etmemişti. Keşke etseydi. Hisler izleri olmadığında kolay geçiyordu ancak içimde izleri oluşmaya başlayan hisler onları fark ettiğimden beri, iki gecedir, kırk sekiz saattir, gözlerimi ondan ayırmadan yalnızca ona bakmama neden oluyordu.

Uluç terledi mi?

Uluç üşüyor mu?

Uluç'un canı yanıyor mu?

Uluç uyanır mı?

Uluç ateşlendi mi?

Ateşi düştü mü?

Nefesi gürültülü çıktı, kabus mu gördü?

İki gün boyunca, kırk sekiz saat boyunca olan şey buydu. Bu normal değildi. Bu kadar ayrıntılı bir şekilde onu düşünmem normal değildi. Onu bırakıp gidemiyor oluşum normal değildi. Ona bakarken midemin yanması normal değildi. Aptaldım.

"Seni ne zaman yendim?" Diye sordum. Nefesimin onun dudaklarına çarptığına emindim çünkü ona ulaşan sesimin ısısı tenine değmiş, oradan kopardığı ısıyla birlikte yeniden bana değmişti.

"Beni uyurken yendin. Beni uyanıkken yendin." Sitemle soludu. "Beni bana kızarken, söylenirken, yaptıklarım yüzünden ağlarken yendin." Uluç bedenini bir adım gerilememe neden olacak kadar bedenime yakınlaştırdı ve yalvarırcasına fısıldadı:

"Beni Melisa Savaş'ı vurduğunda yendin. Beni benim için siper olmayı kabul ettiğinde yendin. Bana tost yaptın yendin. Bana pasta yaptın yendin. Şarkı söyledin yendin. Aptalca konuştun yine yendin. Beni defalarca yendin ama hiç fark etmedin."

Alnını alnıma sert olmaktan uzak bir şekilde vurdu.

"Bana çorba yaptın ve beni yendin. Ve korkarım bu son yenilişim de değil üstelik."

Uluç'un söyledikleri o kadar beklenmedikti ki bir an ne düşünmem ne söylemem gerektiğine karar veremedim. Zihnim bir kaplumbağa kabuğunun arkasına çekilmem gerektiğini söyler gibi beni irkiltip irkiltip duruyordu, kalbim açıkta kalmıştı. Onu almak için yeltenmek istemiyordum, bu his beni mahvetti.

Uluç beni mahvetti.

Melisa'nın hatırladığım görüntülerinde bana uzanan bir çift el ve bu bir çift elin içinde kırmızı güller vardı. Zihnim Melisa'nın yüzüyle bana gülümsüyordu ve Melisa'nın sesiyle bana onun aşık olduğunu söylüyordu.

Uluç.

Bana aşık olabilir miydi?

Eğer alnı alnıma dayalı olmasaydı. Eğer teni tenime bu kadar yakın durmasaydı ve eğer ısısı hissedebilmemin ötesinde uzağımda olsaydı kendimi tokatlardım. Kendimi tokatlamam ve sert sözlerle kendime gelmem gerektiğini yine kendime ben söylemek istiyordum.

Geri çekildim. Uluç araladığım mesafe aslında yüksek bir falezmiş gibi kısa boşluğa sarsılır gibi oldu ve bunu beklemediğimden onu kolundan yakalayarak dengede durmasını sağladım. Bana olan bakışlarını hissedebiliyordum ama bakışlarımı onun bakışlarıyla kesiştirmek şu an istediğim şey değildi.

İstediğim şey onu yatağına yatırmaktı. İstediğim şey iyi olduğundan emin olmaktı.

Uluç hissettiğim kargaşayı çözmüş ve bana bir dost eli uzatmış gibi kolaylık sağlayarak onu yatağa götürmeme izin verdi. Yüzüne bakmamakta kararlıydım ancak onu yatağa otururken kısa bir aralıktan süzdüm. Kötü görünmüyordu ama yüzünde kızgın bir ifade vardı. Neye karşı sinirlendiğini tahmin edebiliyordum ancak tahminlerimin gerisinde birbirleri ile çatışan Ankalar buna olanak vermiyor onun ağrısı olduğu için bu ifadeye büründüğünü düşünmemi istiyorlardı.

Uluç yatağa uzandı. Ona bakmadım, artık bakışlarının ısısını yüzümde hissetmiyordum. Uzanmasını bekleyerek başında durduğum birkaç saniye Uluç bir şeyler söylemek için dudaklarını araladı ancak ona bakmadığımdan olsa gerek bu fikirden vazgeçip aramızda sürüp giden sessizliği bozmadı. Yorganı uzanıp üzerine örtmek için uzandığımda elini bileğime koyarak beni durdurdu ve yüzüne bakana dek bileğimi bırakmadı.

İstediğini yapıp onunla göz göze geldim.

"Benimle uyu. Biliyorum bu fikir seni utandırır ama sağlıklı olsam bunu zorla yapacağımı aklında bulundurarak sesini çıkarmadan gel ve yanıma yat."

Değişen yalnızca ses tonu değildi. Bakışlarındaki ifade de  gördüğümü sandığım ışıltı da ortadan kaybolmuştu. Ona sırtı için bunun güzel bir fikir olmadığını söylemek istedim ama o uyuyorken dizinin dibine kıvrılıp uyuduğumdan bunu söylemek bana dürüst olmaktan uzak geldi. Bileğimi bırakması için bekledim ama o da bu  fikre karşı olan tavrımı sözlü olarak duymak istediğinden olsa gerek beni tutmayı bırakmadı. Sonunda konuşan ben oldum.

"Kapıyı kapatayım."

İfadesiz suratıyla birlikte bileğimi bıraktı ve izin verdi. Söylediğimi yapıp kapıyı kapadım ve geri dönmek için adımlamaya başladım ama o yatakta uzanıyorken bu o kadar utanmama neden oldu ki peşimden koşturacağını bilmesem yemin ederim odadan kaçıp giderdim. Ben ona yaklaşırken bana yatakta yer açtı ve yanına uzanmamı bekledi.

Sonunda istediğini yapıp yatağa uzandığımda bunu kazasız belasız yapabildiğim için kedndimle gurur duyuyordum. Ona sırtımı dönmüştüm ve hiçbir şey söylememiştim. O da bir şey söylemedi ama benim gibi yapıp sırtını  bana dönmedi.

Söylediklerini ve arkamdaki bedenini düşünmeden uykuya dalmayı amaçlayarak geçirdiğim uzun dakikaların ardından zihnim uykunun karanlık kollarına teslim olmadan hemen önce birinin beni kollarına çektiğini hissettim. Hemen sonra sıcak bir nefesin kulağım ile ensem arasındaki boşluğa yerleşmesi de bir oldu.

"Beni uyanıkken yendin ama sana en çok sen uyuyorken yenildim."

( ara verip bu kısmı sonrasına saklayabilirsiniz bence.)

Part II

Uluç ve Yunus Emre ile birlikte dağ evinin şömineli uzun ama dar salonunda oturuyorduk. Dün gece Uluç ile birlikte uyumuştum ve bu o uyandıktan sonra çektiğim ilk adam akıllı uykuydu. Bedenim dinlenmiş hissediyordu, bunun için mutluydum. Uyandığımda yatağın Uluç tarafında sıcaklığı vardı ancak bedeni yoktu.

Onunla uyuduğum için gece birkaç kez uyanmış ve pozisyonumu kontrol etmiştim. Uluç'a ters bir hareket yapmak istemiyordum. Uslu, yattığı gibi kalkan bir kız değildim ancak deli divane misali yatağın içinde döndüğüm olduğu gibi yattığım pozisyonda kalktığım zamanlarda oluyordu. İki günün uykusuzluğu ve iki gün öncesinde geçirdiğimiz gece beni ölü deli divane olmamdan alıkoymuştu.

Uluç'la uyumak artık garip hissettirmiyordu ancak uyandığımda onu kolları bana dolanmış halde görmüş olmak garipti. Bu garipliğin hissettirdiği duygulardan bahsetmek istemiyordum.

Düşünmeyi bırakıp evin içinde onu aramaya çıktığımda onu üzerine geçirdiği kazakla evin verandasında buldum. Yunus Emre ile konuşuyorlardı ve Yunus Emre onda iki gün boyunca görmediğim kadar ciddiydi. Uluç ben uyuyorken banyo yapmıştı. Saçları ve teninin rengi daha sağlıklı görünüyordu.

Ne hakkında konuştuklarını merak ettim ama yanlarına gitmeye çekiniyordum. Bu yüzden onları verandada bırakmış, mutfağa girmiş ve toplanmamış masada bir şeyler atıştırdıktan sonra ortalığı da toplayarak uzun, dar salona geri dönmüştüm. Ben salona döndüğümde Yunus Emre ve Uluç içerdeydi. Yunus Emre salonun en ucunda, ahşap masanın üzerine çıkardığı birkaç dosyayı inceliyordu. Uluç üçlü koltuğun üzerine oturmuştu ve sırtını koltuğa değdirmemek için özel bir çaba sarf ettiğini belirten eğrelti bir pozisyon bedeninde hakimdi.

Yunus Emre'nin getirdiği doktor Uluç uyandıktan sonra ona kullanmasını tavsiye ettiği bir merhem ismi bırakmıştı. Yunus Emre o ismi ne yapmıştı bilmiyordum. İkisi de kendi halinde takılırken beni fark eden ilk kişi Uluç oldu ama gözleri bana dokunduktan kısa bir zaman sonra sanki hiç yokmuşum gibi kendi haline dönmesi saniyelerini almamıştı.

Dün gece söylediklerini düşündükçe tüylerim diken diken oluyordu. Uyandıktan sonra tavrı aynı olmamıştı, ondan dün gece söylediklerini bir daha duyamayacağımı da biliyordum.

Bir tepki oluşturmayan bedenim ikisi arasındaki boşlukta bir süre süzüldü ama sonunda süren sessizliği bozan kişi ben oldum. Uluç ağrı noktasını belli edecek kadar kambur duruyordu ki bunu görüpte bir şey yapmamak ağrıyı yalnızca onda hissettirmiyordu.

"Doktor yarası için merhem yazmıştı." Diye konuştum Uluç'un bedenine bakarak. Anında itiraz etmesini, ağrısı olmadığını dile getirmesini bekledim. Uluç beklediğim tavırdan uzak sessiz kaldı ve bu canımı yaktı.

Yunus Emre fark edilir şekilde kımıldandı, hareketliliği Uluç'ta olan bakışlarımı ona çevirmemi sağladı.

"Yazdı. Yazmıştı. Alın yazısı gibiydi."

Konuşurken bana bakmadı. Uluç'un kendine dönük olan sırtına bakıyordu ve söylediklerinin aksine yüzünde keyifsiz bir ifade vardı. Sonunda bakışları Uluç'un üzerinden bana çevrildiğinde Uluç'un mırıldanarak bir şeyler söylediğini duydum.

"Onu kullanmamız gerekmez mi?" Diye sordum bu sefer. Uluç'a ağrısı olduğunu ima etmemeye çalışıyordum. Konuyu basitleştirmek adına sesimi olabildiğince normal de tutmuştum ancak buna rağmen Uluç'un dönüp bana baktığını hissettim. Gözlerim Yunus Emre'de bilerek oyalandı.

Yunus Emre başını sallayarak konuştu: "Kullanmamız gerekir." Hemen ardından soluğu sıkıntıya düşermiş gibi kısıldı ve ekledi." Ama önce onu almamız gerekir."

Yunus Emre tavırlarından dolayı sürekli olarak ona anlamsız gözlerle bakmama neden oluyordu. Bir dediğini bir dediğinde anlamıyordum ki bunu artık bilerek yaptığını düşünmeye başlamıştım. Uluç'un bana olan bakışlarına dönüp kısaca baktıktan sonra eklemesini beklemeden konuştum.

"Gidip alalım öyleyse."

Uluç sırtını koltuğun geniş gövdesine dayayarak bana baktı ve yemin ederim bakışlarında çok kısa bir an dün gecenin yansıması belirdi. Bu o kadar kısaydı ki ne ona şaşkınlıkla bakabildim ne de tepkisiz bir biçimde olduğum yerde durabildim. Bakışlarım hızla ve telaşla Yunus Emre'ye döndü.

Kalbimin bir kuşun kanatlarını açarak havalanması gibi göğüs kafesim içinde gerilmesi o bana baktığında engelleyemediğim bir hızda yazılı bir kanun gibi gerçekleşiyordu ve eğer o yakınımda değilse soluğum gürültü veriyordu, ama o yakınımdaysa ve kokusu burnuma doluyorsa nefes almayı istemsiz bir şekilde tutup bir yaşam süzgeci gibi kısık, fark edilmeyen nefesler alıp veriyordum.

"Donumu makineye atmışım." Diye konuştu Yunus Emre. Ses tonunda anlaşılması güç ironi kırıntıları vardı.

Uluç'un homurdandığını işittim. Yunus Emre parmaklarını üzerine geçirdiği lacivert kot pantolonun cebine sokarak bana baktı.

"Ee?" Diyerek devam etmesini bekledim. Uluç'un bana ne yapıyorsun diyen sorgulayıcı bakışlar attığını hissettim. Yunus Emre'ye dostane olmaktan uzak tavırlarının farkındaydım. Bakışlarımı Yunus Emre'de tutup bekledim. Önce elini alnına götürüp alnını sıvazladı. Sonra burun kemerini sıktı ve parmaklarını çenesine indirip bana bıkkınca baktı. Bu sırada Uluç oturduğu koltuktan yavaşça kalkmış, bedenini hemen yanı başıma getirerek benimle birlikte Yunus Emre'ye bakmaya başlamıştı.

"İlacın ismi donumun içindeydi." Yunus Emre bakışlarındaki bıkkın ifadeyi kırmadan Uluç'a baktı. Dönüp bende ona baktım. Uluç hemen yanımda durmuş içinden sıraladığı küfürleri diliyle dökmesine gerek kalmayan bakışlarını Yunus Emre'ye atıyordu. Bir şey söylemesini beklemedim ama sonunda ortamdaki sarkıtlı sessizlik kırıldığında sessizliği kıran kişi Uluç oldu.

"Senin sahi bir mal olduğunu düşünüyorum ama aynı zamanda bu kadar mal olmana inanamamak için kendimi de ikna etmeye çalışıyorum. " Ses tonunda alay yoktu ve Uluç söylediklerini sahiden düşünmüşe benziyordu. Gözlerindeki ifadenin Yunus Emre'ye kırılarak baktığını gördüm ancak bu kırılma daha çok ben ney yaptım sorgulamasını içeren bir yansımaydı.

"Bana arabanın anahtarlarını getir." Ses tonunu emir verir gibi kullanmamıştı, daha çok böyle bir durumun içinde olduğu için kendini ben ne yaptım diye sorguluyor gibiydi. Yunus Emre Uluç'un söylediklerine aldırmaktan uzak bir tavır takınarak parmaklarını giydiği kotun cebine sokarak güçsüz bir şıngırtı altında arabanın anahtarını gün yüzüne çıkardı.

"Gelmemi ister misin? Yolda arkadaşımı arar merhemin ismini öğrenirim." Uluç'un aksine sesi dostvari yükseldi.

Uluç, Yunus Emre konuşurken dönüp bana baktı. Bakışları yüzüme dokunmadan doğrudan bedenim üzerinde gezinmişti. Kıyafetlerimi incelediğini anladığımda rahatsızca yerimde kıpırdandım ve bakışlarının yüzüme tırmanmasını bekledim.

"Gerek yok. " Bu Yunus Emre'yeydi. "Sana kıyafet almalıyız." Bu banaydı.

O bu haldeyken dışarı çıkma fikrine sıcak bakmıyordum. Yunus Emre gidip ilacı alıp gelebilirdi ancak Uluç bunun olmayacağını onu kestirip atmasıyla açıkça belli etmişti. Kıyafete ihtiyacım vardı ancak o bu haldeyken yapmak istediğim tek şey merhemi alıp hızla eve dönmekti.

"Acelesi yok Uluç."

Ona zihnimde beliren düşüncelerin ışığı altında bakıyordum ki ne düşündüğümü bildiğine emindim.

"Akşam gideceğimiz gece mekanına bunlarla girebileceğini sanmıyorum."

Önce dönüp Yunus Emre'ye daha sonra dönüp Uluç'a baktım. Yunus Emre'de olan şeffaflık benim telaşımdan uzaktı ki bu sabah sabah verandada ne konuştuklarını açıklıyordu. İtiraz cümleleri yol kenarına dizilmiş sokak lambaları gibi dilimin ucuna sıra sıra dizildi ancak Uluç sanki bunun olacağını biliyormuş gibi tepkime aldırmadan sırtını çevirdi ve üst kata çıkan merdiven basamaklarını tırmanmaya başladı.

"Sen gece mekanlarına gitmezsin Uluç. Gidip gitmemen beni ilgilendirmez ancak gidecek vakit olarak bu günü bilerek mi bekledin? Henüz iyileşmedin." Ses tonumu abartı bir telaştan uzak tutmaya çalışıyordum. Uluç'un her söylediğini yapmak gibi bir huyu vardı, bunu bilmek bastırmaya çalıştığım telaşı harlıyordu.

Şimdi eğer onu tamamen iyi olmaktan uzak gördüğümü belli edersem sırf iyi olduğunu ispat etmek için bile gereksiz bir gösteriş içine girebilirdi.

"Şu tavrından sıyrıl bir an önce, sinirimi bozuyorsun." Merdiven basamaklarını çıkmayı bırakmış onun odasının eşiğinden önce o sonra ben girmiştim.

"Hangi tavır?" Diye sordum Uluç uzanıp yatak kenarına atılmış kıyafetlerin içinden bir kazağı çekip aldı. Kazak ince kumaştan yapılma bir kazak değildi, kalındı ve onu giydiğinde seni terleteceğini açıkça ortaya seriyordu. Ona üzerinde olan kazağın dışarı çıkmak için daha uygun olacağını söylemek istedim ama sırtında olan yarasını hatırladığımdan, yarasını sıcak tutmasının iyi olabileceği fikri beni kazak konusunda ikna etmişti.

Benim üzerimde de ince bir kazak ve altımda siyah dar bir eşofman vardı. Yunus Emre bu kıyafetleri üst katın hiç açılmayan kapılarının birinin ardından çıkarmıştı ve bunu yaparken neyin nerde olduğunu onları oraya koyan kendisiymiş gibi emin hareketlerle yapmıştı. Ona kıyafetlerin kime ait olduğunu sormak istediğimi hatırlıyordum ancak tam o esnada Uluç'un inlemeye benzer mırıltıları bizi konudan tamamen sıyırmış, yeniden yüz yüze getirmemişti.

"Her an yere düşecekmişim gibi peşimde dolanıp duruyorsun, sinirimi bozuyorsun." Diye söylendi Uluç.

Ona aslında korktuğumun tam olarak bu olduğunu çok doğru bir noktaya parmak bastığını söylemek istedim ancak Uluç bunu yaparsam iyi şeyler olmayacağını çatılmış kaşları altında duran kısılmış gözleri ile belli ediyordu. Yine de uysal olmaktan uzak bir tavır takındım ve Uluç altına geçirilen eşofmanın bağlı iplerine uzandığında odadan çıkarak mırıldandım.

"Yere düşüşünü ilk elden izlemiş biri olarak söylüyorum, yola çıktığımızda bir yerde düşüp bayılacak olursan öncesinde haber verki seni tutmaları için yardım isteyebileyeyim."

Bana kızgınlığın ötesinde ona garip bir denklem sunmuşum gibi çözüm odalı baktı ve bunu yaparken gözleri kısıldı

*


Uluç ile yeniden normal insanların alışveriş yaptığı mekanlardan uzak, gereksiz pahalı olduğuna emin olduğum ancak kumaşlarının kalitesinden dolayı ses çıkarmadığım bir mağazaya gelmiştik. Mağazaya girer girmez gözüme çarpan şey özenle dizilmiş elbiselerin floresandan gelen ışığın ortaya çıkardığı yansıması olmuştu. O söylemeden ya da birinin gelip bizimle ilgilenmesini beklemeden elim ışıltılı kıyafetlerden birine yalnızca merak duyduğum için ulaşmış ve içindeki etiketi çıkarıp fiyatına bakamama neden olmuştu.

Yunus Emre'nin aldığı maaştan daha yüksek olduğuna yemin edebilirdim. Uluç bu kadar parayı nasıl elde edebiliyordu bilmiyordum. Onunla birlikte olduğum süre boyunca bu konu hakkında konuşmamıştık ya da birinin ona getirip para sıraladığını görmemiştim.

Işıltılı elbisenin üzerinde olan parmaklarımı geri çekip bir başka etiketi çevirmek için hareket ettiğim sıra ince bir kadın sesi bulunduğum ortama hızla yayıldı. Bakışlarım sesin nerden geldiğini bulmak için arayış içersine girdiğinde sesin sahibi Uluç'un arkasından onu görmem için bunu bekliyormuş gibi yavaşça sıyrıldı.

"O elbise sizin kumaşınız değil."

Otuzlarına merdiven dayadığı sarıya boyattığı saçlarının işlem görmüş dokusundan belli oluyordu ve bakışları benimle konuşuyor olmasına rağmen üzerimde değildi. Uluç'a bakıyordu. Bir önceki alışverişimiz sırasında da yaşanan bu olayı garipsemek yerine kadının bakışlarının bana dönmesini bekleyerek konuşmayı erteledim. Sonunda kadın bakışlarını Uluç'un üzerinden alıp bana çevirdiğinde yüzümde sarsılmaz bir ifade olduğuna emindim. Bu Uluç'tan göre göre edindiğim bir huy gibi mimiklerime yapışmıştı. Ona benzemiştim.

"Daha çok sizin kumaşınızmış gibi duruyor zaten." Diye konuştum ama kelimeler dudaklarımdan dökülür dökülmez bunu yaptığım için pişman olmuştum. Sözlerim üzerine Uluç'un bana baktığını hissettim. Kadın Uluç'un arkasında olan bedenini tamamen ortaya sererek Uluç'la aramdaki kısa mesafeye yerleşti.

Sesim aşağılayıcı değildi ancak onu gözümde büyütmediğimi ortaya seriyordu. Bunu yaptığım için daha sonra üzüleceğimi biliyordum. Bir kadınla çatışmak, saldırısına karşılık vermek kişiliğimde yoktu. Ama Uluç'un karşısında bunu yapmış olması sinirlerimin gerilmesine engel olmamıştı. Beni bir tehdit olarak görüyordu ancak beni bir tehdit olarak görmesi saçmalıktı.

Beni bir tehdit olarak görebilmesinden önce Uluç'un ona ait olması gerekiyordu. Uluç kadına bakmıyordu ki bu kadının yalnızca işini bilen bir kadın olduğunu anlamam için yeterliydi. Belki de Uluç'un kim olduğunu biliyordu.

Dönüp Uluç'a acaba o da kadını tanıyor mudur diye baktım. Bana bakıyordu ve yüzünde karşılaştığı manzaradan memnun olmuş bir ifade vardı. Bakışları zihnimdeki soru işaretini anında ortadan kaldırmıştı. Uluç kadını tanıyordu.

Bu durum sırtımda bir yay varmış gibi sırtımı dikleştirmeme neden oldu. İçimde anlamsız bir öfkenin kırıntıları yanarak kokusunu burnuma kadar çıkarıyordu ve bunu eminim Uluç görüyordu.

Uluç'un beni gördüğüne emindim. Karşısında öfkeli bir boğa gibi solumaya başlamıştım.

"Burada üzerime giyebileceğim bir elbise olduğunu düşünmüyorum Uluç." Diye soludum, burnumdan dökülen beyaz dumanın varlığını gördüğüne emindim. Doğrudan gözlerinin içine bakıyordum.

"Sizin kumaşınız bir alt katta olduğu için bu fikre kapılmanız normal ancak lütfen acele etmeyin. Buyrun size ilgili olduğunuz bir diğer kesimi göstereyim."

Artık birbirlerini tanıdıklarından emindim. Uluç bu kadının burada olduğunu biliyor muydu? Sorgulayıcı bakışlarım üzerinde gezinmeye başladığında çok kısa bir an göz göze geldik ve Uluç rahatsız olmuş tavrımdan hoşnut olmadığını belli edercesine gözlerimin içine baktı. Tedirgin görünüyor olmalıydım. Uluç tedirgin olmamdan, korkmamdan nefret ediyordu. Tedirginliğimin nedeni içimde soluduğum öfkenin sarsıcı kimliğiydi. Ona alışmama vaktim olmamıştı ve bir süredir anlam veremediğim anlarda ortaya çıkarak beni dengesizleştiriyordu.

"İstersen başka bir yere gidebiliriz?" Sesinde bir sorun olduğunu anladım tınısı vardı. Uluç'un buraya daha önce geldiğine emindim. Öğrenmek istediğim şey bu kadının burda olduğunu bilip bilmediğiydi. Sarışın kadın aramızdaki varlığını sıyırıp bizden uzaklaşmak için hareket ettiğinde yaka kartından isminin Fulya olduğunu gördüm.

Uluç sorduğu soruya cevap istediğini belli eden bakışlarını üzerimde gezdiriyordu.

Ona bana aslında ne isteyip istemediğimi sormayacağını, bir terslik olduğunu sezdiğimi hissettiğimi bilmesini isteyerek baktım ancak Uluç bundan hoşnut olmamış gibi ilerledi ve beni koltuğunun altına alarak önümüzden gitmiş olan kadını takip etmek zorunda bıraktı. Yakınlığı gerilemem neden oldu. Ona "Neler oluyor?" diye fısıldadım.

Uluç beni duydu ama cevap vermedi. Aşağı kata inen merdivenleri bitirdiğimizde adının Fulya olduğunu öğrendiğim kadın gümüşi lüks bir tezgahın ardında durmuş, çatılmış kaşlarıyla Uluç'un omzumdaki koluna bakıyordu.

O an gördüm. O an o bakışlardan kadının kim olduğunu hatırladım. Çaresizliğini daha önce başka bir kadında gördüğüm olmamıştı. Bakışları bir kimlik gibi onu zihnime kazımıştı.

Bu kadın Uluç'tan ilk kaçışımda beni arabasına alan, daha sonra beni yere yığan, onun altına girmek için beni hiç çekinmeden harcadığını dile getiren kadındı. Kilo almıştı. Yüzündeki makyaj onu yaşlandıran yorgunluğu gizleyemiyordu ama gözlerindeki ifade aynıydı. Gözleri Uluç'a aynı istekle bakıyordu.

İsmini yeni öğrenmiştim. O gece onu ismini öğrenecek kadar tanıyamamıştım.

Fulya'nın bakışlarının birer tığ olup derime battığını hissettim. Uluç'tan uzaklaşmak adına bir adımı yan tarafıma verdim ancak Uluç buna izin vermeyerek beni yakınında tuttu. Ona kadını hatırladığımı söylemek istiyordum ama Uluç bana değil elbiselere bakıyordu.

Elbiseler üst katta olan gelinin kız kardeşiyim tarzından uzak, içime giren masallarda anlatılan kuğu gibi olacak diyen bir ağıza sahipti. Sadelikleri ve güzellikleri ağızları varmışcasına dile dökülüyordu.

Uluç'un beni yönlendirmesiyle gece mavisi bir elbisenin önünde durduğumuzda dikkatimi çeken ilk şey elbisenin içine girdiğimde kalçalarımı kavrayacağı dar kesimi oldu. Uluç'la aramızdaki gülle meselesini hatırladım. Kan basıncının artan ısısının beni anında kırmızı renge çevirdiğinden emindim.

Uluç bir şey söylemeden kolunu omzumdan çekti ve elbiseyi yüksekte kalan askısından tutarak kucağıma bıraktı. Hemen ardından kendinden beklenilen sessizlik içinde üç elbiseyi daha kucağıma bıraktı ve gümüşi rengi tezgahın ardında duran kadına bakarak konuştu:

"Kabinlere kadar ona eşlik et."

Uluç'un ses tonunda kadına yapmayı istediğim ama yapmaktan kaçınmak için çaba sarf ettiğim aşağılayıcı ton vardı ve bunu duymak bir an beni olduğumdan daha kötü hissettirdi.

Fulya Uluç'un söylediklerini bir emir gibi alıp bana yöneldiğinde bakışlarımdaki pişmanlığı yutkunarak bastırmaya çalıştım. Yanıma gelip kucağımdaki elbiseleri aldı ve bakışlarını Uluç'a çıkarıp "Tabii efendim." Dedi. Ses tonunda duygusal eşiği yüksek acının nefesi okunuyordu. İçimdeki öfke yerini pişmanlığa bırakmıştı. Bu anlamsızdı. Ona bunun anlamsız olduğunu söylemek istedim.

"Buyurun."

Uluç'ta olan bakışları bana dokunduğu an değişiyordu. Tedirgin olmaktan uzaklaşıp içimdeki pişmanlıkla ona baktım.

Fulya'nın Uluç'a masumiyetten uzak saplantılı bir haz duyduğu ortadaydı. Haftalardır Uluç'laydım ve onu o geceden sonra hiç görmemiştim.

Fulya elindeki elbiseleri kabinin içine fırlatırmış gibi attıktan sonra hızla bana döndü ama saldırmak ya da bana karşı tehditkar bir adım atmaktan kaçındı. Beni bakışlarıyla yerden yere vuruyordu ve bunu yaparken zihninde kendini tavanla zemin arasında top gibi sektiriyordu. Bundan neredeyse emindim çünkü hareketleri dengesizleşmiş, bana karşı atılamadığı için eli ayağına dolaşmıştı.

"Ben masumum yakarışların bitmiş. " Tenime dokunan tükürüklerini hissettim. Aşağılayıcı ses tonu içimdeki pişmanlığı geri plana atmam için benimle savaşıyordu. Zihnim Fulya'ya ait görüntüleri elinden tutarak önüme getirdi.

Bana bu işi yapmak zorunda olduğunu söylemişti. Bana tüm bakıcı saçmalığını o anlatmıştı. Melisa'yı tanıdığını dile getirmişti. Ailesine zarar gelmesini istemediği o görüntülerde tanrısına yalvaran bir kul gibi çaresizdi. Zihnimdeki görüntülerinin aksine şimdi olan bedeni daha yaşlı ama daha sağlıklıydı. Bu işin içinden sıyrılmış mıydı? Eğer tüm bu işlerin içinden sıyrıldıysa neden yoluna devam etmek yerine bana bu kadar nefret dolu bakıyordu?

"Yapmaya çalıştığım şey bir yakarış değil çırpınmaydı." Diye konuştum, içimdeki pişmanlık bana olan bakışlarından dolayı çekilen bir deniz gibi uzaklaşıyordu." Ben masumum diye yakaran sendin. Bana o gece bakıcı ne demek sen anlattın. Tuttun bunu yaparken yapmak zorunda bırakıldığını, ailenle tehdit edildiğini söyledin." Gerçekten inandığım için şaşırdığını gizlemeyen adi bir sırıtmayı saklama gereği duymadan ortaya serdi. İçimdeki pişmanlık çekilmeyi bırakıp öfkem yüzünden sarsılmaya başladığında sesimi sakin tutmaya çalışıyordum." Ama görüyorum ki bunların hepsi yalan dolandı. Seni gördüğüm halinden uzaksın." Zihnim hatırladığı gerçeklerle kasılırken devam ettim: "O gece olan tavrım temelinde aynı amaçla içimde olan varlığını sürdürüyor ancak kaçış yollarım değişti. Senin aksine yalan söylemekten uzağım."

Onunla daha fazla konuşmak istemiyordum.Giyinme kabinine girdim ve ona baktım. Bana afallamış halde bakıyordu.

"Altına yatmış olmalısın." Diye konuştu benimle. Söylenirken takındığı tavır midemi bulandırdı ve zihnimdeki perdenin aralık kısmından o geceyi hatırladım. Bana Uluç'un altında yatmak için çabaladığını anlatıyordu.

Ona bir süre hissettiğim kargaşanın altından baktım ama dakikalar geçse de o bakışların altından sıyrılıp ne söylemem gerektiğini bulmayacağımı biliyordum. Giyinme kabinin kapısını kapatıp onu görüş alanımdan çıkarmak için hamle yaptığımda Uluç'un sesini duydum.

"Onu altıma almadım." Dedi. Bakışlarımız hızla ona döndü. Merdiven basamaklarının bittiği noktadaydı. Uluç önce kadına ardından bana baktı ve bana sessiz olmamı ifade eden bir bakış attı.

"Ama onunla seviştim." Bir an soluğum beni tıkayacak, olduğum yerde can vereceğim sandım. Tepkisiz kalmaya çalıştım ve bu amaçla tırnaklarımı avuç içlerime batırarak bekledim.

"Sen kimseyle sevişmezsin." Dedi Fulya. Sesi ağlamak üzere olduğunu belli ediyordu. Ona bir cadının büyülü değneği dokunmuş gibi saniyeler içinde şekil değiştirebiliyordu. Hırsı, Uluç'a bakışı, benden nefret edişi ve ona inanışım beni hayrete düşürdü.

"Kimseyle sevişmiyorum zaten. Onunla sevişiyorum."

Kabinin kapısını sertçe kapatmak, içimde atan kalbi yerinden söküp fırlatmak, hissettiğim karmaşanın beni ağlatmasına izin vermek istedim ama Uluç'un bunu yapmamı istemediğini bakışlarında görmüştüm. Fulya'nın ağladığını gördüm. Pişmanlık beni bedeni büyük gelen bir paltonun altına sokmuş gibi omuzlarımı düşürdüğünde bunu hissettiğim için kendimden nefret ettim. Fulya'ya üzüldüğüm için kendimden nefret ettim. Uluç onunla sevişiyorum dediğinde içimde beliren hisle boğazımın tıkanmasından nefret ettim. Bunu fark edebiliyor olmaktan nefret ettim.

"Bizimle ilgilenmesi için başka birini gönder." Fulya artık ağladığını gizlemeden hıçkırıklarını orta yere bırakıyordu. Gözleri konuşan Uluç'a bunu benden isteme diye yalvaran ezik bir buruklukla çevrildi.Buna rağmen Uluç'un önünden sıyrılıp merdivenleri aşmaya başladı. Uluç'un bakışları bir süre Fulya'nın bıraktığı boşlukta oyalandı. Uzun birkaç dakikanın ardından bana baktığında ona kımıldamadan bakmaya devam ediyordum. Uluç benimle göz göze geldi. Bakışlarımda ne vardı bilmiyordum ama onun bakışlarında yüzümde gördüğü şeyden memnun olmadığını belli eden ifade açıkça okunuyordu.

"Seni aşağılamasına izin vermek istemedim." Dedi. Ona aramızda geçen mevzunun aşağılamanın ötesinde bir mevzu olduğunu söylemek istedim ama yaşanan bu olayın neyle alakası olduğunu ifade edemediğimden sessiz kaldım. Uluç bana bakmayı sürdürünce "Ona seviştiğimiz yalanını söylemek zorunda değildin." Dedim.

Bunu söylemeden önce boğazımı tıkayan hisler yoktu. Bilinçsizce hareket etmiştim. Kelimeler dudaklarım arasından dökülür dökülmez soluğumun kesildiğini hissetmem bir oldu. Uluç benden bunu duymayı beklemiyordu ki ben cümlenin ağzımdaki varlığını bitirmeden bakışları dudaklarıma indi.

"Ona bunu söylemeseydim devamında güzel şeyler söylemeyecekti. Nasıl kabardığını gördüm. Bir şekilde geri çekilmesi gerekiyordu. Hevesini kırmadan onu susturamazsın."

"Yine de söylediğin anlamsızdı." Uluç bana doğru adımladı. Aramızdaki kabinin giriş eşiği kalana dek ne adım atmayı kesti ne de bana bakmayı. Sonunda hemen önümde durduğunda bakışlarında hoşnut olmadığını belirten kızgınlık vardı.

"Eğer seni altıma aldığımı söyleseydim bana işinde senden daya iyi olduğunu söylemem için beklentiyle bakacaktı. Seni altıma almadığımı söyleseydim-"

Onu "şöyle söylemeyi kes." Diye böldüm. Omuz silkti ama devam etti.

"Maarifet bu ya herkese anlatırdı. Bu seni daha açık bir hedef haline getirir. " Başını onaylamazsa sağa sola salladı. "Seni benim hakkımda bir şeyler bildiğin konusunda açık bir hedef haline getirir. Zaten hedef olmanın ötesindeyiz. Seninle seviştiğimi sanmaları işleri daha karmaşık bir hale sokmaktan uzaklaştıracaktır."

"Siz erkekler konu sevişmek olduğunda tüm algılarınızı kapatıyorsunuz." Diye sitemle soludum. Bedenimdeki pişmanlığın yerini utanmaya bıraktığını hissettim. " Ne yani seninle seviştiğimi sanmaları durumu daha iyi hale mi getirecek?" Giyinme kabininin kapısına parmaklarımı dayadım. Bu konuşmaya son vermek istiyordum. Uluç derin bir soluk aldı.

"Çok düşünüyorsun. İyisi ya da kötüsü ile ilgilenme. Seninle sevişmediğimi anladıklarında tüm olanların üzerine bir de sana neden dokunmadığımı sorgulayacaklardır." Devam etmek için dudaklarını araladı ancak ortada dönen konu onu da rahatsız etmiş olmalı ki susup asıl söylemek istediklerini söylemeden devam etti." Kendimi sikik bir ergen gibi hissetmeme neden olan açıklamalar yaptırıyorsun bana. Nedenleri ve niçinleri bir kenara bırakıp bana güvenmeni sağlayamayacak mıyım ben senin?"

Elini giyinme kabinin duvarına dayadı ve söylediklerinin perdesini gözlerine çekerek bana baktı. Ne söylemem gerektiğini bulamayarak bakışları altında ezilmeyi sürdürdüğümde bir kaçış yolu olarak geri çekildim. Giyinme kabininin kapısını kapatıp bir süre kapadığım kapının pürüzsüz yüzeyine baktım. Uluç'un hemen kapının arkasında olduğunu bilmek üzerine konuştuğumuz konu da eklenince beni burada sonsuza kadar kalmaya gönüllü edecek kadar geriyordu.

Eğer karşımda her şeyden habersiz bir biçimde uyuyor olsaydı ona güvendiğimi söylerdim. Bundan çekinmez, utanmaz ya da gocunmazdım. Ama onunla dip dibeyken bunu yapmak zordu.

"İlk verdiğim maviyi giy." Diye seslendi bana. Sesinde dün gece bana söylediklerinden sonra takındığı ifadesizlik ortaya yeniden çıkmıştı. Bu huzursuz hissetmem neden oldu. Hissettiğim huzursuzluğu geri plana atmaya çalışarak Fulya'nın kabine fırlatarak koyduğu gece mavisi elbiseye baktım.

Bu elbiseyle Uluç'un aramızda geçen gülle mevzusunu hatırlayacağını adımın Anka olduğunu bildiğim kadar biliyordum. Kabinin pürüzsüz yüzeyine utanmanın getirdiği kasılmayla baktım. Uluç'un varlığının ortaya çıkardığı tıkırtılar kabinin ince duvarlarından aşıp bana ulaşıyordu. Bir an öfkeyle soludum. Hİssettiğim utanmanın gerginliği beni Uluç'a kıçımın gülle gibi toplanacağını bildiğin için mi ilk onu giymemi istiyorsun demeye itiyordu. Sıkılsam da, gerilsem de, içerde uzun dakikalar geçirsem de elbiseyi üzerime geçirmiştim.

Tahminimden bir santimetre uzağı değildi. Elbisenin göğüs ve kalça kısmı olması gerekenden daha dar bir şekilde tasarlanmıştı ve bu duru bir güzelliğin yanında işin içine seksi olmayı da katıyordu.

Elbisenin kolları dirseklerimde bitiyordu ve bitiş noktasında hareketlilik kazandırılması için ince mavi halkalar eklenmişti. Mavi halkalar dirseğimi bir sarmaşık gibi sarıyordu. Etek boyu diz kapağımın hizasındaydı ama kalça kısmı çok dar olduğundan olsa gerek mavi kumaş dizlerimin bir tık üstünde duruyordu. Yakası yuvarlak kapalı bir yakaydı. Belimin her iki yanında dirseklerimdeki ipliklere eşlik eden başka mavi iplikler vardı ve tenim bu mavi ipliklerin arasından bir ay gibi parıldıyordu.

Elbise onu giymeden önce duru ve güzel duruyordu ama onu üzerine her kim geçirirse geçirsin duru ve güzel olmanın yanında seksi olmaktan kaçınamayacaktı. Uluç'un kabinin duvarına dayadığı parmakları ritim tutmaya başladığını duydum.

En nihayetinde olacağı biliyordum. Elbiseyi üzerimde görmeden burdan çıkmayacaktık. Her ne kadar değişiyor görünse de konu istekleri olduğunda bunları elde etmeden duramıyordu.

Kabinin sürgülü kilidini kaydırdım. Uluç'un kabinin duvarında ritim tutan parmakları durdu. Yavaşça aralamaya başladığım kapının ardında onun orada olmadığını düşünerek hissettiğim garipliği bastırmaya çalıştım. Sonunda kapıyı aralayıp bir adım sola kayarak kapının gölgesini üzerimden sıyırdığımda Uluç'un eğik duran bedeni yavaşça dikleşti.

Gözlerimi çıkarıp gözlerine bakamadım. Uluç ellerini giydiği kotun cebine soktu ve benim gibi konuşmadan durmaya devam etti. Bir şey söylemesini beklemek, beklerken aldığım süre beni kasıyordu.

"Gideceğimiz yer bunu giymen için uygun ama yanımda böyle durman bana sağlıklı bir fikirmiş gibi gelmedi." Sesi fısıltı kadar sessiz değildi ama normal bir konuşma sesi düzeyinde de değildi. Bakışlarımı usulca yüzüne tırmandırdım. Yüzüme bakıyordu ve yüzündeki ifadede az önce hissettiğim kasılmanın yansımasına benzer çok yakın bir ifade vardı. Kendini tutuyordu. Nefesini tuttuğunu hissettim çünkü benden nefesimi tutmuştum.

Bir şey söylemek yerine kabinin kapısını bir adım geriye çekilerek önüme aldım. Uluç ben kapıyı kapatana dek gözlerini gözlerimden ayırmadı.

Elbiseyi giymek çıkarmak kadar zor değildi. Çıkarırken göğüs ve kalça kısmı sıktığından zorlanmıştım ve yırtılmasından korkarak gereksiz yavaş davranmıştım. Neyse ki çıkardığımda herhangi bir yerinde hasar olmadığına emindim.

Mavi elbiseden ardından üzerime kiremit rengi, ince askıları olan bir diğer elbiseyi geçirdim. Elbise satendi ve saten bir elbise giymek zihnimin içini Renkarnasyon sergisine ait görüntülerle dolduruyordu.

Daha iyi bir seçeneğim olsa bu elbiseyi eleyeceğimi biliyordum ama diğer iki elbisenin yanında bu elbise rahibe terasa gibi kalıyordu. Bu nedenle tercihimi bu elbiseden yana kullanacaktım. Diğer iki elbisenin biri iç çamaşırımın görüneceğine emin olduğum derin bir yırtmaç taşıyordu ve diğeri de en az mavi elbise kadar seksi kılacak ayrıntılara sahipti.

Üzerimdeki elbise tamamen masum değildi. Bunun da askıları her an göğsümü açığa çıkaracakmış gibi duruyordu ve saten kumaşı bir geceliği andırdığından elbiseyi masumluktan tamamen sıyırıyordu.

Uluç elbiseyi üzerimde gördüğünde mırıldanır vaziyette bir şeyler söylemiş, ben kabinde diğer elbiseleri denerken başka iki elbise daha getirerek tercihi o elbiseden uzaklaştırmak istemişti ama o da benim gibi elbiseler hakkında ortak payda da buluştuğundan kiremit rengindeki elbiseyi almıştık. Elbise için gerekli tüm aksesuarları yine anı mağazadan sağlamıştık ve bunları yaparken Fulya'yı yeniden görmemiştim.

Eve dönüş yolunda Uluç çıkış amacımızdan uzaklaşarak eczane fikrinden vazgeçmişti ama onu tüm gece boyunca iyi misin diye darlayacağım tehdidini dikkate alarak bir eczaneye uğramış Yunus Emre'nin gerek olmadığını söylemesine rağmen attığı mesajdaki merhemi satın almıştı.

Günün geri kalanında Yunus Emre'nin söylediği hazır yemeklerden yemiş, duş almış ve hazırlanmak için Uluç'un odasının karşısında olan, bana ayrılan odayı kullanmıştım. Yunus Emre tıpkı giyinmem için verdiği kıyafetler gibi bana makyaj malzemeleri ve maşa da getirmişti.

En nihayetinde arabaydık ve tüm çekişmelere, Uluç'un hır gür çıkarmalarına rağmen araba da Yunus Emre'de vardı. Uluç onu gelmemesi için ciddi bir biçimde tehdit etmişti ama Yunus Emre Uluç'a Faruk'la yaptıkları anlaşmayı hatırlatarak kendini kabul ettirmeyi başarmıştı.

Geldiğimiz yer temelinde bir gece kulübüydü. Onu diğer gece kulüplerinden ayıran şey içinin dizaynı ve gelenlerin kılık kıyafetlerinin resmi oluşuydu. Mekanın binası onu bir apartman dairesi gibi gösteriyordu, içeri girerken inceleme fırsatım olmuştu. Dışı simsiyahtı ve bu siyahlık için binlerce lira harcandığı ortadaydı. İçerisi dışarıya nazaran aydınlıktı ama içinin temel rengi de siyahtı. Kasvetli bir havası yoktu. Bunun nedeni içeride bulunan her yere ayna yerleştirilmiş olmasıydı. Ortada dolaşan görevliler, barmenler ve ara sıra görünen temizlik hizmetlilerinin bile giyinişi resmiydi. Mekanın girişinde masallardan fırlamış gibi görünen dev gibi korumalar vardı ve silahlılardı.

Girerken kimse bize soru sormamıştı. Kapıdaki görevlilerden biri yalnızca Uluç'a yaklaşmış, ona bir telefon ekranı uzatmış, Uluç telefona bir şeyler tuşlamıştı ve tek kelime etmeden adımlamamıza izin verilmişti.

Yunus Emre'yi polis kimliğinden sıyırmak zor olmuştu. Eve döndüğümüzde Uluç kendisi için bir takım elbiseyi getirttirmiş, Yunus Emre onun için hazırlık yapılmadığını anladığı an birilerini arayarak kendisi içinde bir takım elbise getirttirmişti. Gelen takım elbise krem rengi bir takım elbiseydi ve renginin beyaza çalan havası Uluç'u sinirlendirmişti.

Uluç ona dikkat çekmemek için çaba harcadığını, o takımla hiçbir yere gelemeyeceğini küfürler sıralayarak anlatmış, uzun uğraşların ardından Yunus Emre düz siyah bir takımı kabul etmişti.

Uluç beni Yunus Emre'den uzak, kendine yakın tutuyordu ve bir bar kısmının insanlara uzak kürsüsünde oturuyordum. Uluç oturmuyordu. Yanımda ayaktaydı ve etrafa bariz bir geçeklikle bir şeyler aradığını belli eden bakışlar atıyordu. Takım elbise giymiş barmenin biri bize yaklaştı.

"Abi hoş geldin, her zamankinden mi?" Bizimle ilgilenmek için yaklaşan gençti ama otuzuna merdiven dayadığı göz kenarlarında belirmiş olan kırışıklıktan okunuyordu. Uluç'a abi demesine şaşırmanın ötesinde ona samimiyetinin altında yatan geçmişi düşünerek baktım.

Uluç," Sek olsun." Dedi ve bana dönüp baktıktan sonra ekledi: "Vişne suyu ver. Alkolsüz olsun."

Barmen bana bakmak yerine Uluç'u başıyla onayladı ve sırtını çevirerek Uluç'un söylediklerini hazırlamaya koyuldu. Bir diğer barmen onlar için ayrılmış dar alanda hızlı bir şekilde sağa sola hareket ederek gelenlerle ilgileniyordu. Onlarda fark ettiğim ilginç bir diğer şey yaka kartlarının olmasıydı. İlginç kılan ayrıntı ise yaka kartlarında isimlerinin yazılı olduğu bir kağıt yoktu. Onun yerine ince, bir kartlık boyutunda aynalar vardı. Uluç bu ayrıntıyı fark etmişti ama bir şey söylemekte acele etmiyordu. O konuşmadığı için konuşamıyordum.

Barmen önüme bir vişne suyu uzattı, Uluç içinde kristal kadehte sarı bir içki bıraktı.Uluç uzanıp önümdeki vişne suyunu aldı ve bir yudum aldıktan sonra içmem için önüme uzattı. Dudaklarının değdiği kısım bardağın kenarında parlıyordu. Yutkundum ve bardağın dudakları değen kısmını avuç içimde döndürdüm.

"Bir şeyler içebilirdim." Diye mırıldandım, alkol oranı düşük herhangi bir şey olurdu. Uluç beni duydu.

"Sana içirmek yalnızken yapacağım bir aptallık. Evde içebilirsin."

Bir şey söylemek yerine vişne suyunu yudumladım ve onun gibi yapıp etrafıma kısaca göz gezdirdim. İçeri girdiğimiz ilk an mekan bu kadar kalabalık değildi. Kaşla göz arasında onlarca insan gelmişti ve çalan şarkının sesi yükselerek insanları moda sokmaya başlamıştı. Uluç'un bedeni yanımıza birkaç insan daha eklenince bedenime yanaştı. Kollarımız birbirine sürtünüyordu ama Uluç bununla yetinmeyerek kolunun birini belimin etrafından dolayarak avuç içini dirseklerimi dayadığım tezgaha dayadı. Tepemizden vuran ışık gölgesinin elimde tuttuğum bardağa koyu bir şekilde dökülmesine neden oluyordu.

Benimle konuşmasını bekledim ama yapmadı. Bir sağa bir sola hareket etmeyi kesmeyen barmene Uluç sertçe, "Buraya bak." Diye seslendi. Barmen bir kulağı zaten hep bizdeymiş gibi tökezlemeden bize döndü. Onunda yaka kartında diğer herkeste olduğu gibi ayna vardı.

Uluç," Bu gecenin olayı ne?" Diye sordu. Barmen ona değil elinde tuttuğu bardağa bakıyordu. Sonunda bardakta olan bakışları Uluç'a çıktığında barmenin gözlerinin kan çanağına dönmüş olduğunu gördüm. Ya çok içmişti ya da çok uykusuzdu.

"Özel bir konuk gelecekmiş. Göz'ün ortaklarından biriymiş ama kim olduğunu bilmiyorum abi. Sadece her şeyin mükemmel olması istendi." Uluç'un kasıldığını belime temas eden kolunun baskıyla hissettim.

"Aynalar ne iş?" Dedi Uluç bu sefer. Barmen tavanda duran disko topunu gösterdi. Onunla birlikte disko topuna baktım. Açık değildi ama parlaklığı diğer açık ışıkların yansımasına katılarak ortamı aydınlatıyordu.

"Işıklandırmaların iyi olmasını istediler. Bu gece çalacak olan şarkıları bile onlar seçtiler. Kim olduğunu bizde merak ediyoruz." Uluç bir şey söylemedi ancak bedenini bedenime daha çok bastırarak yeniden sordu.

"Göz ne zamandan beri normal insanları içeri alıyor? Burda olması gerekenden fazla insan var." Barmen başını Uluç'un sorduğu soruyu kendisi de düşünüyormuş gibi salladı.

"O konuya bizde Fransızız abi. Bu gece normal insanların alınacağını bizde bilmiyorduk." Barmen daha fazla bir şey söylemeden yanımızdan ayrıldığında Uluç üzerime daha çok eğilerek benimle konuştu. Nefesi elbisenin açıkta bıraktığı yakamdan içeri süzülüyordu.

"Yunus Emre'yi yanına göndereceğim. Kımıldamadan bekle."

Ona ne olduğunu sormak için doğrulmak istedim ancak Uluç tezgahta duran avuç içini karnıma bastırarak beni dikleştirdiği için tepki veremedim. Hemen sonra dudaklarını boynuma bastırarak soludu.

"Eğilmemeye özen göster."

Öptüğü yerin ısısı orada ateşle bir delik açılmış gibi beni yakıp kavurmaya başladığında ve Uluç bedenimdeki ellerinin temasını keserek benden uzaklaştığında bir süre yalnızca avcumun içindeki bardağa bakıp bekledim. Nefesim boynumdan yükselen ısıdan dolayı buhar olup uçuyormuş gibi hissediyordum. Arkamda başka bir hareketlilik olduğunda bir an irkilerek kımıldandım ama gelen kişinin Yunus Emre olduğunu anlamam uzun sürmedi.

"Bu herifin sorunları var." Bakışlarımı ne oldu dercesine ona çıkardım. Boynumda hissettiğim sıcaklığın yüzüme yansımamasını diliyordum.

"Sana bakmamamı ama senin yanında durmamı söyledi. Sana bakmadan nasıl yanında durayım amınakoyayım. " Ettiği küfüre aldırış etmedim. Uluç'un elbisemden memnun olmadığını her şekilde anlayabilirdim.

"Nereye gitti?" Diye sordum ona. Bana Uluç'tan korktuğunu belli eden çekingen bir tavırla baktı.

"Bilmiyorum." Sırtını tezgaha dayayıp çenesini dikleştirerek tek bir noktaya bakmaya başladığında tepkisiz kalmayı bir kenara bırakıp bakışlarımı baktığı yere çevirdim. Müziğin sesi dirseklerimi dayadığım tezgahı titretecek kadar güçlenmiş, hemen başımızın üzerinde dönen disko topu renklenerek tenimize vurmaya başlamıştı.

Sırtımı Yunus Emre gibi yapıp tezgaha dayadığımda ve baktığı noktaya gözlerimi çıkardığımda Uluç'u görmeyi beklemiyordum. Yanında Fulya vardı ama Uluç ona bakmıyordu. Gözleri benim üzerimdeydi. Fulya, Uluç'a bir şeyler anlatıyordu, Uluç dinlediğini belirten birkaç dudak hareketiyle ona karşılık veriyordu ama gözlerini üzerimden alıp Fulya'ya çevirmiyordu.

Sonunda Uluç Fulya'ya baktığında bu o kadar beklenmedikti ki Fulya bile tedirginlik duyup bir adım geri çekilme ihtiyacı duymuştu. Uluç ona tek kelimelik bir şey söylemişti bundan emindim çünkü bakışları sanki bana bakmaya son verirse ortadan kaybolurmuşum gibi hızla yeniden bana çevrilmişti.

Ben ona bakmıyordum ama bu mesafeden bile Uluç'un bana baktığını hissedebiliyordum. Uluç ona bakmamı istiyormuşum gibi yerinde kımıldandı ama bu artan ışıklandırmanın yarattığı bir göz yanılsaması da olabilirdi.

Fulya'ya baktım. Uluç ona bakmıyordu ama o gözünü bile kırpmadan Uluç'a bakmaya devam ediyordu. Uluç'a sürekli olarak bir şeyler söylediğini hareket eden dudaklarından dolayı anlayabiliyordum. Sonunda sustuğunda ve Uluç'a sakince bakmayı sürdürdüğünde bende bakışlarımı Uluç'a çevirdim ve yeniden bir şey söyleyecek mi diye beklemeye koyuldum.

Uluç yeniden konuşmadı. Bundan memnun olmuştum. Beni atan bir şalterin önünde tutuluyormuşum gibi geren olaylar silsilesi ise Fulya'nın elini Uluç'un göğsüne koyması ve uzanıp Uluç'u yanağından öpmesiyle olmuştu. Bir an elimdeki bardakla kalakaldığımda gözlerim direkt Uluç'un gözleriyle kesişti ve bir şey yapmasını beklediğimi gizleme gereği duymadan ona baktım.

Fulya dudaklarını Uluç'un yanağına parmakları göğsüne tutunurken dokundurdu. Uluç geri çekilmedi ancak dönüp yeniden Fulya'ya bakmadı da. Yutkunmak içimde yanmaya başlayan ateşe savaş açıyormuşum gibi beni zorladı ve elimdeki vişne suyundan gözlerimi Uluç'un gözlerinden ayırmadan bir yudum aldım. Fulya dudaklarını hala Uluç'un yanağında tutarak sanki bunu gördüğümden haberdarmış gibi bekledi.

Uluç bana bakmaya devam ediyordu ama Fulya'ya karşı ters bir hareket yapmıyordu. Dudaklarının kımıldadığını gördüm. Bir şeyler söylemişti. Fulya'nın kıkırdamaya başladığını hareket eden omuzlarından anladım. Bedenime yüksek voltaj elektrik verilmiş gibi hissettim.

Yunus Emre'nin yaklaşan bir lokomotif sesini andıran sesi yanımda yükseliyordu. Bakışlarımı zorlanarak Yunus Emre'ye çevirdim. Hareket eden dudakları elindeki içki kadehiyle buluşmak üzereydi.

Neden yapmak istedim bilmiyorum ama uzanıp onun elinden içki kadehini aldığımda bana zorluk çıkarmadığı için mutluydum. Zorluk çıkarmadı, bir şey söylemedi ya alaycı tavrını devam ettirmedi. Uluç'a yeniden bakmadım. Elimdeki kadehi tek bir yudumda içmek isteyerek yudumladım ve damağıma yayılan acı tadı düşünmemeye çalışarak dirseklerimi yeniden tezgaha dayadım.

Müziğin sesi artmış, ışıklandırma renksizleşmeye başlamıştı sanki.

"Tependen duman çıktığını söylemem gerek. İkiniz de beni korkutuyorsunuz." Ona cevap vermeden önüme bakmayı sürdürdüm.

"Aranızdaki ilişkiyi çözebilmiş değilim."

"Aramızda bir ilişki yok." Diye susturdum onu. Yunus Emre şaşkınlığın getirdiği birkaç saniye boyunca sessiz kaldı.

"Bak eğer gördüklerin seni ondan ayrılma düşüncesine itiyorsa bende izledim. Uluç'un bir suçu yoktu. Onu öpen kızdı ve evet belki ona o kendisini öperken bir şeyler söylememeliydi ama sonuçta kızı öpen o değildi."

Hissettiğim siniri gördüklerimi hatırlatarak katladığının farkında değildi. Susması için bekledim ancak devam edeceğini açık açık belli ediyordu.

"Yunus Emre," Diye terslendim. Hissettiğimin aksine sesimdeki yorgunluğun yansımasını görebiliyordum.

"Onunla aramızda bir ilişki yok. Hiç olmadı."

Ona sormak istiyordum. Bu işin içine girerken gerekli bilgi ona verilmemiş miydi? Uluç'un yanında hangi vasıfla durduğumu bilmesi gerekiyordu.

"Biliyorum aranızdaki ilişkiyi." Diye konuştu benimle. Yeniden bir şey söylemesini beklemediğim için bakışlarımın üzerine düşmesini engelleyememiştim. Başımın döndüğünü hissettim. Işıklar gözlerimi alıyordu.

"Ama sizi gördüm. " Ne gördüğü umrumda değildi. "Gerçek değildi." Dİye konuştum, susmasını umarak.

"Bana tam şimdi hangisi gerçek hangisi yanılsama diye sorsan; hissettiğinin gerçek, söylediklerinin bir yanılsama olduğunu söylerdim."

Kaşlarımın çatılmasına engel olamayarak ona baktım. Ne biliyordu ki? Bu kadar kesin nasıl konuşabiliyordu? Hissettiklerimin çok yeni ve baş edilemez olduğu gerçeği benimleydi ancak bunu açıkça ortaya sermediğimi düşünüyordum.

Yunus Emre bana gülümsedi ve elini omuzuma koyarak sıvazladı.

"Sana dokunduğum için ağzıma sıçacak gibi hissediyorum ama sen bunu bi düşün. Bir dost dokunuşuna ihtiyacın var gibi görünüyor. " Söylediklerini dinledim ama ona bir şey söylemedim. Yunus Emre dokunuşunu gülümseyerek üzerimden çekti.

"Geliyor. Üzerime atlamasın diye ben bir tur atıp geleyim."

Bıraktığı boşluğu Uluç'un doldurması saniyeler sürmemişti. Eğer gelişini önceden fark edebilseydim ona bakmazdım ama bedeni bir anda belirince gözlerimi ondan kaçırmak için yeterli fırsatı edinemedim. Bana kızmış görünüyordu ama bunu dile getirmedi. Önümdeki içki bardağını gürültülü bir şekilde aldı ve aynı gürültüyle vişne suyunu yeniden önüme bıraktı.

Aldırış etmedim. Işıklar yanıp sönmeye devam etti. Uluç yanıma oturdu ve aynı dikkatle etrafını izlemeyi sürdürdü. Bir süre ne o ne de ben konuştuk ama ışık tüm parlaklığını yitirip ortama koyu renkler saçmaya başladığında tedirgin olarak ona sokuldum.

"Ne olduğunu öğrenebildin mi?" Sesimdeki imanın bariz tonu savrularak etrafımda negatif bir halka oluşmasına neden oldu. Fulya ile ettiği yakın sohbete gönderme yapmıştım. Bunu yapmayı kendimden beklemezdim.

Uluç bana bakmadı. Bakışları bir şeyler aradığını belli ediyordu.

"Kimi arıyorsun?" Diye sordum. Tam bu sırada ortamdaki müzik tonunu değiştirerek bas gitarın tezgahı titreten ritmini ortaya döktü. Renkli ışıkların hepsi tek bir ışık olmuştu:

Mavi.

Tüylerim onları tutup çeken varmış gibi diken diken oldu. Uluç bedenini yanıma yaklaştırdı. Tedirginliğimi hissettiğini biliyordum. Ona ormandaki ayrıntıdan bahsetmiştim.

"Bulunmak isteyeni. "

Sesini ortama yayılan güçlü müziğin altından zorda olsa duydum. Uluç bana bir adım daha yaklaştı ve beni oturduğum kürsüden kaldırarak önüne aldı. Şimdi onun önünde kolları arasındaydım ve mavi ışık, çalışanların yaka kartlarında bulunan aynalarda işin içine girdiğinden bizi yaylım ateşinin içinde kalmışız gibi hissettiriyordu. Uluç'un bedenimi içine sokmak isteyen tutuşu sertleşerek beni kendine daha çok bastırdı. Bas gitarın tonu ayaklarımın altındaki zemini titretiyordu.

Hissettiğim tedirginlik beni Uluç'a sokulmaya itti. Etrafıma ne olduğunu anlamaya çalışarak baktım. Bir ara kalabalık, ışık ve ses bütünleşerek beni kaybolmuş hissettirdi. Bakışlarım Uluç'u Fulya ile gördüğü balkona çıkardığında Fulya'yı orada durup bize bakarken görmeyi beklemiyordum.

Onunla göz göze gelince sanki tüm sesler sustu. İçimdeki kırgınlık onun yerini alıyorsun diyerek beni aşağıladı ama başka bir duygu bundan haz alarak beni Uluç'un kucağına itiyordu.

Mavi ışık bedenimde temas etmediği yer bırakmıyordu. Fulya'da olan bakışlarımı Yunus Emre'yi bulmayı amaçlayarak çektim ama ben daha çeker çekmez ortama yayılan mavi bir ışık yüzümde gezinerek beni ona bakmaya zorladı.

Işık gözümü aldı. Fulya'dan tarafa yeniden baktım. Gözümü alan ışığın kaynağı ortama yayılan ışığın kaynağı ile aynı değildi. Bu o geceye ait ışıktı. Kaynağının gerisinde nefes alan birileri vardı ve tıpkı o gün ormanda olduğu gibi yanıp yanıp sönüyordu. Uluç beni geri çekip arkasına alacak oldu ama onu elimi elinin üstüne koyarak durdurdum ve ışığın kaynağına elimi siper ederek baktım.

Fulya'nın olduğu balkondaydı. Fulya'nın yanındaydı ama onun tanımaktan uzaktı. Bağımsızdı. Uzun bir adamdı. Üzerinde siyah bir takım vardı ve elinde parlak bir nesne tutuyordu. Gözüme yayılan mavi ışık bu nesneden çıkıyordu. Bir fenerdi. Işık gözümden ayrıldı. Uluç'un tutumu sıklaştı. Onunda benim baktığım yere baktığından emindim. Nefes alıp verişleri hızlanmıştı.

Işık onu takip etmem gerektiğini söylermiş gibi yeniden gözüme tutulduğunda Uluç arkamda birbiri ardına küfürler sıralıyordu. Balkondaki adam her kimse istediğini yaptım. Mavi ışığı takip ettim. Tam kalbimin üzerinde durdu. Üç kez yandı yandı söndü.

Tıpkı iki gece öncesinde olduğu gibi.

Uluç'un eğildiğini hissettim. Yüzü yüzümü yalamaya başladığında belimde duran parmakları beni kendine daha çok bastırarak ona daha çok odaklanmama neden oldu.Benimle konuşmasını bekledim. Gözüm kalbimi elinde tuttuğu mavi ışıkla aydınlatan adamın üzerindeydi.

"Tanıştırayım." Dedi Uluç, ses tonunda korku yoktu. Ses tonunda beklediği olmuş kendinden emin duruşu vardı.

"Babam."

Anılar birer perde ardından dökülüyormuş gibi zihnime dolmaya başladığında Uluç'la geçirdiğim o geceyi balkondaki adamla göz göze geldiğimiz an hatırladım. Uluç bana babasını anlatmıştı.

Hatırladım.

*

Yeni bölüme dair kesitleri artık instagram üzerinden veriyorum. Bana ulaşmak için instagram: @ yasoley

Şimdi soru sormak istiyorum. ❤️

Anka'nın değiştiğini düşünüyor musunuz?

Sizce mavi ışığın altında yatan başka anlamlar var mı?

Yunus Emre size nasıl hissettiriyor, sizce bu hikayenin yalnızca bir figüranı mı yoksa başına iş açar mıyım?

Bölümdeki en sevdiğiniz cümleyi buraya bırakın.❤️

V
E
Sizi seviyom.

Continue Reading

You'll Also Like

19.8K 1.9K 37
Bu hayatta herkesin bir yasak elması olmuştu. Havva'nın büyük bir istekle dalından koparmak istediği, pamuk prensesin güzelliğine dayanamayıp bir ısı...
79.9K 1.4K 3
Babasına hiç acımadan kıyanlara oda acımayacaktı. Hepsinin hayatıyla Rus ruleti oynayacaktı. Her tetiğin ucunda bir kurban, her kurbanın gözlerinde...
152K 760 6
mesleğini eline alamayınca kendini barlarda escort ilan etmiş bir kızın aşk hikayesi...
480K 19.6K 47
Vakit, vuslat vaktine çok hasret kala, Hazan vaktinin en karanlığında, Ne yaman bir ayrılıktır ki Muhtaç etti beni kırık hatıralara. Hiç bitmeyecek s...