- yağmur yağdığında bile senin desteğine ihtiyacım var,
bazı şeyler incindiğinde bile asla değişmez.
jesse rutherford, bloom later
•Taehyung•
Zaman geçerken bir kez daha topa vurdum ve elimdeki raketi yere attım, saatlerdir antrenman yapıyordum ve birazdan yorgunluktan bayılacak gibi hissediyordum.
Seokjin hyung elindeki şişeyi bana uzatarak yanına geldi, yere çöktüm ve ayaklarımı zemine uzattım. "Çok yoruldum." dedim, elindeki havluyu saçlarıma bırarak önümde diz çöktü ve saçlarımı havlu ile kurutmaya başladı.
Su şişesini kafama dikerek içerken, "Maçı ayarladım, iki gün sonra." dedi, yanıma oturarak havluyu çekti ve ensemdeki teri sildi. Başımı yana atarak omzuna yasladım, gözlerimi kapatarak kollarımı beline doladım.
"Minik bebeğim."
Saçlarımı okşarken burnumu çekiyordum, final maçının ardından bir rahatlığa düşmüştüm ve şimdi, telafi etmek için biraz kendimi fazla yormuştum. "Kendini çok yorgun hissediyor olmalısın, duş al ve eve gidelim." Kollarımı belinden çektim, son kez saçlarımı düzeltti ve ayağa kalktı, elini uzatarak tutmam için bekledi.
Elini tutarak ayağa kalktım, raketi de aldım ve eşyalarımın arasına bıraktım. Oldukça yorgun hissediyor olmama rağmen bu terden kurtulmak için duş almam gerekiyordu. Koridorda yürürken Seokjin hyungun topladığı eşyalarım ile arkamdan geldiğini duyuyordum, duşların olduğu odanın kapısını aralayarak içeri girdim.
Benim dışımda kimsenin antrenman yaptığını duymamış olmama rağmen beş duştan biri doluydu, üzerimdekileri çıkararak sandalyenin üzerine bıraktım ve en sondaki duş kabinine ilerledim.
Sıcak suyun beni rahatlatmasını beklerken gözlerimi kapadım, bir ay içerisinde hep olmak istediğim kortlarda, ülkelerde olacaktım ve buna inanmak hala çok zordu. Kapının dışına astığım havluyu alarak belime sarmanın ardından buhar yapmış duş kabininden çıktım.
"Subae?"
Elimdeki havlu ile saçlarımı kurulurken başımı kaldırdım ve hemen önümde duran, ayakabbılarını bağlamakta olan Jeongguk'a baktım. Gözleri yüzümde sabitlenmeye çabalıyor gibiydi, bakışlarını kaçırdığında, "Selam Jeongguk." dedim, hemen yanındaki sandalyeye oturarak saçlarımı kurulamaya devam ettim.
Diğer ayakkabısının bağcığını bağlarken tamamen işine odaklanmış gibi görünüyordu, "İki gün sonra maç yapacakmışız." dedim, gözlerini bana çevirdiğinde bakışları berraktı, ne olduğunu anlamaya çabalıyor gibi bir hali vardı. "Evet, koçum söylemişti." demenin ardından ayaklandı, kenara bıraktığı çantasını omzuna astı. "Eğer beklersen, beraber yemek yiyelim." Önerim ile kararsız gözlerini etrafta gezdirdi, "Üzerini giyinsen iyi olacak, sunbae. Hasta olmanı istemem." Jeongguk bu cümleyi kurana kadar gözlerini neden kaçırdığını anlamamıştım fakat şimdi baktığımda, bana bakmamak için çabalıyordu. Yanına ilerledim ve havlu ile koluna vurdum.
"Rahat nefes alabilirsin, hoobae, gidiyorum."
Siyah bir hoodie giymenin ardından koyu gir bir kot pantolon geçirdim ayağıma, spor ayakkabılarımın bağcıklarını bağlamanın ardından dolabımda duran cüzdanımı, arabanın anahtarlarımı ve telefonumu alarak kilitledim dolabı. Odadan çıktığımda Jeongguk çantası ile birlikte, sırtını duvara vermiş halde beni bekliyordu. Uzun kıvırcık saçları alnına dökülürken elindeki telefona odaklanmış haldeydi. "Hala buradasın." dediğimde başını kaldırarak bana baktı, "Yemek yiyeceğiz sanıyordum." dedi şaşkınlıkla, gülerek yanına ilerledim, kolumu omzuna atarak kendime çektim ve koridorda ilerlemeye başladık.
Çantasını arabamın arka koltuğuna atarken ben arabaya binmiş, emniyet kemerimi takıyordum. Seokjin hyunga tesisten çıktığımı haber vermenin ardından iki koltuk arasında kalan boşluğa telefonumu bırakarak Jeongguk'un yan koltuğa oturmasını izledim.
Hırkasının cebinden çıkardığı siyah tokayı bileğine geçirdi, emniyet kemerini taktığında arabayı çalıştırdım. "Ne yemek istersin?" diye sordum, kollarını havaya kaldırmış, saçlarını yarım olarak toplarken bol hırkası içinde oldukça sevimli duruyordu.
Onu anlamak zordu, onu neden anlamak istediğimi de bilmiyordum fakat büründüğü utangaç tavrının altında oyun sırasında çıkan çocuğun varlığının ne kadarını barındırdığını bilmek istiyordum. "Kore yemekleri güzel olurdu." dedi arkasına yaslanırken, önüne düşen birkaç minik tutamı düzeltti ve bakışlarını bana çevirdi. "Kore yemekleri." diyerek onu onayladım, sola dönerek ana caddeye çıkarken telefonumun melodisi arabaya doldu.
"KIM TAEHYUNG!"
Jimin'in sesi arabaya dolduğunda yüzümü buruşturdum, arkadaşımı bu kadar heyecanlandıran şeyin ne olduğunu bilmiyordum ve telefonu çığlık atarak açması hoş değildi. "Jiminie..." dedim sesimi sevimli tutmaya çabalayarak, "Mükemmel bir şey oldu, Taetae, sana anlatmak için sabırsızlanıyorum." Kıkırdamama engel olamadım, Jimin'in heyecanlı ve ince sesi beni her zaman mutlu ediyordu.
Bir süredir Busan'da olan arkadaşımı bu kadar heyecanlandıran ne olabilirdi, emin değildim fakat Jimin ile daha müsait bir zamanda, uzun bir şekilde konuşmak istiyordum. "Seni eve geçtiğimde arasam ve uzun bir şekilde konuşsak, olur mu?" diye sordum, Jeongguk koltuğa daha fazla yayıldı. Kırmızı ışıkta durdurdum arabayı, "Olur tabii, ama unutma tamam mı? Anlatacaklarım önemli." Ardından ona seslenen annesine cevap verdi, "Seni unutmam imkânsız Jiminie, eve geçince arayacağım. Seni seviyorum." O da beni sevdiğini söyledikten sonra telefonu kapattık, arabayı geleneksel Kore evinin çevrildiği restoranın önüne park ettim.
Karşılıklı oturduğumuz sandalyelerde Jeongguk rahatsız bir şekilde etrafına bakınıyordu, "Anlat bakalım, kimsin?" diye sordum, dikkatini benim üzerime verdi. "Ihm, adım Jeon Jeongguk, yirmi yaşındayım ve Busan'da doğdum." Hızlı bir şekilde kurduğu cümlenin ardından arkasına yaslandı. "Benden dört yaş küçüksün, yine de üst lige çıkmak için iyi bir yaş." dedim, başını salladı. "Size göre geç kaldım tabii, siz on yedi yaşınızda çıkmıştınız." Önümüze bırakılmaya başlayan yemekler ile sustum, tahta yemek çubuklarını birbirinden ayırdım ve biraz kimchi attım ağzıma.
Tüm yemeklerin konmasının ardından soju getirmek için yanımızdan ayrıldı ahjussi, "Kendini benimle kıyaslama, Jeongguk. Ben biraz her şeyi hızlı yaptım. Hala bu doğru mu emin değilim, bazen biraz daha alt ligde oynamanın beni nasıl geliştirebileceğini düşünüyorum." diye itiraf ettim, kaşları çatılırken söylediklerimi anlamaya çabalıyordu. "Yirmi yaş üst lige çıkmak için ideal, burada çok fazla zorlanacaksın. Alt ligde olmanın tadını çıkarmışsındır umarım." İkimiz de bu konuşmanın devamında sessiz kalarak yemeklerimize odaklanmıştık.
Bazen kendime inanamayacağım kararlar veriyordum, asla rakibim olan kişiler ile oturup yemek yemezdim ve bu lig içinde Jeongguk ile rakiptik. Onunla konuşuyor, yemek yiyor, hatta şakalaşıyordum ve bu, beklenmedikti. Jimin'in ardından belki de ilk defa birine bu kadar samimi davranıyordum. Yemek ile doldurduğu yanakları ile oldukça sevimli görünen bu çocuğun boşalmış soju bardağını doldururken elini elimin üzerine koyarak beni durdurmaya çabaladı.
Sıcak teni, soğuk tenimin üzerinde kalırken bir anda ne yaptığını fark etmiş halde elini geri çekti, "Sorun değil, Jeongguk." dedim, görgü kurallarını görmezden gelerek. "Ben de sizinkini doldurayım mı?" Başımı iki yana salladım, araba kullanacaktım, içmem doğru değildi, zaten içki ile arası mükemmel olan bir insan değildim. Minik bardağı parmakları arasına alarak kafasına dikti, "Sunbae, biliyor musun?" diye sordu, gözlerini gözlerime dikerek. Hafif kızarmış gözleri, acıdan şişmiş dudakları, kızarık burnu ile soğukta kalmış bir çocuğa benziyordu. Devam etmesini beklerken arkama yaslandım, bir parça et alarak ağzıma attım.
"Bazen hiçbir şeyi beceremediğimi düşünüyorum."
Arkasına yaslanırken parmakları biraz önce bitirdiği shot bardağında dolanıyordu, iç geçirdi, "Maçta siz de görmüşsünüzdür. İlk başta tamamen kontrolümü kaybettim. Bazen böyle oluyor, kendimi çok yetersiz hissediyorum. İnsanların beklentilerini karşılayacak o çocuk olamıyorum." Parmaklarını bardaktan çekti, "Siz de böyle hissettiniz mi? Yetersiz, beceriksiz... işe yaramaz?" Gözlerini kırpıştırdı, nemlenmiş olan bakışlarını üzerimden çekerek masaya çevirdi. "Hayır, hiç hissetmedim." Bakışları yeniden beni buldu, "Böyle hissetmen için bir sebep yok. Maçlar böyledir, kazanır ya da kaybedersin. İyi günün ya da kötü günün vardır. Bu seni beceriksiz değil, insan yapar. Kendine ne kadar değer verirsen, o kadar değerlisindir." Elimi kaldırarak hesabı istedim, pantolonumun cebiden cüzdanımı çıkararak beklemeye başladım.
Arabaya geri döndüğümüz o anda bile Jeongguk hala sessizdi, emniyet kemerlerimizi takmanın ardından çalıştırdığım arabada sessizlik bizi boğduğunda müzik çaları çalıştırdım. Mozart'ın tanıdık melodileri eşliğinde gidiyorduk. "Düşünmeyi kes. Düşünmek seni daha fazla hataya sürüklemekten başka bir şey yapmaz. Aynanın karşısına geç ve kendine bak. Hayatını kendi değerini ölçmeye harcayarak geçiremezsin, bu dünya için bir hiçsin, o sana değer vermez." Anladığını belirten bir şekilde başını salladı, bana doğru dönerek yerinde daha çok yayıldı ve koltuğa yasladığı başı ile beni izlemeye başladı.
Biri tarafından izleniyor olmanın verdiği gerginlik ile yola odaklanmaya çabalıyor olmak zordu, üstelik arada duyduğum iç çekme sesleri ve Jeongguk'un kendi kendine mırıldanmaları da kesinlikle yardımcı olmuyordu. "Evin nerede?" diye sordum, omuz silkerek gözlerini kapadı. "Jeon, bana evini söylemelisin." dedim, bir elimi uzatarak omzunu dürttüm fakat aldığım tek yanıt omuz silkme oldu. Ciddi miydi şu an? "Seni yolun kenarında bırakmamı istemiyorsan bana evini söylemelisin." dedim, gözlerini açmak ve bana cevap vermek gibi bir girişimde bulunmadı ve kısa bir anın ardından onun çoktan uykuya daldığını fark ettim.
Harika, elimde sarhoş bir çocuk vardı.