2. Île-Molène

429 56 139
                                    

 5 yıl önce

Yolculuğum, kime sorsanız -hangi tabakadan olursa olsun- çekilecek çile değildi. Nereden bakarsanız 5 saattir Kelt Denizi sularında, içinde bulunduğum pupa yelken açmış gemiden farksız bitmek bilmeyen bir ilerleyişteydim.

Önce Le Mans'tan atlı arabayla Bretagne'ye varmış, oradan beni Île-Molène'ne götürecek geminin hazırlanmasını beklemek için baba tarafından uzak bir akrabamın yanında birkaç gün misafir edilmiştim. Kuzenim -ona uygun bir akrabalık sıfatı bulmak güçtü- Fransız geleneklerine usulüyle uymayı kendine vazife edinmiş bir beyefendiydi ve ailesi bu kısa ziyaretimden duydukları memnuniyeti çokça göstermişlerdi. En nihayetinde Cuma günü şafakla beraber geminin denizlere açılacağı haberi gelmişti. Ertesi gün içten dileklerimi sunup sonu gelmez yolculuğum başladığında acaba bu görevi hiç kabul etmese miydim, diye düşünmekten kendimi alamamıştım.

Gemim ilerlerken, Büyük Britanya'yla savaşmış bir donanma kumandanı ile eskiden yaptığım kısa sohbeti hatırladım. Portresi yapılırken bana bazı zamanlar hala kendini dalgalı suların içinde olduğunu sandığını, karanın denizden daha beklenmedik gizemleri olduğunu söylemişti. Gözlerim sert rüzgardan sulanırken bu sarsıntılara alışmak için kaç yılını feda ettiğini düşünmüştüm.

Düşünecek pek çok şeyim vardı. Gemi bir yolcu gemisi değil, Lagos Limanı'na ticaret için giden bir yük gemisiydi. Tüccarlar ekonominin, mürettebat geminin işleriyle meşguldü. Bense tek başımaydım. Kendimle dost olmaktan başka seçeneğim yoktu ve durumuma bakılırsa kendi seviyemde olan tek şahıs da bendim. Ticaretten anlamazdım, gemiler hakkında bir bilgim yoktu ve onlarla aynı yöne dahi gitmiyordum.

Saatlerimi kah uyuyarak kah kitap okuyarak kah düşünerek geçirdikten sonra gemi açıklıkta demirledi. Sağ taraftaki kayıklardan biri hazırlanırken ben de güverteye çıktım. Kimse bana veda etmedi, ya da arkamdan bakmadı. Dört kişi küreklerin başına geçti ve biri de dümen palasını devraldı. Arkaya, yüklerin arasına oturdum. Önümde boyalarım, tuvallerim, araçlarımın olduğu çivilenmiş sandığımı güvenceye aldığımda çoktan kürekler çekilmeye başlamıştı.

İki ay önce babam vefat etmişti. Ünlü bir ressamdı. Lordlara, Vezirlere hatta Hanedan halkına portreler çizmiş, şanı yakında tüm Fransa'ya yayılacak bir adamdı. Lakin ecel onu uykusunda yakalamıştı. Onun gidişinin ardından mesleğini devralmıştım. Savaştan sonra beni yaveri olarak işe alması ile hali hazırda pek çok önemli ismin beni tanımasını, hatta birkaçının portrelerini yapmamda onay vermesini sağladığı için bu karar kimseye sürpriz olmamıştı. Yine de herkesin beni Ressam Kim'in oğlu olarak anmasını değil, Ressam Kim Namjoon olarak anmasını sağlamam uzun sürecekti. Tam da bu esnada, güzel bir başlangıç adına imdadıma önemli bir görev yetişmişti.

Île-Molène Lordu Yarbay Kim, oğlu Kim Seokjin'i evlendiriyordu. Evlenmeden önce oğlunun portresi yapılmalı ve yeni şatosuna gönderilmeliydi. Böyle önemli bir görevin neden bana verildiğini anlamasam da, verilecek ücret ile ün gözümü boyamıştı. Birkaç gün sürecek portre için ondan uzun sürecek yolculuğumun buna değeceğini umuyordum.

Umutlarımın bir kibrit alevi misali söneceğini tecrülemem gecikmedi. Şatoya varana kadar fazlaca eziyet çekmiştim. Dalgalar kayıktan -veyahut benden- öylesine nefret ediyordu ki, gittikçe hırçınlaşan deniz sandığımı alıvermişti. Denize atlayıp çıkardığımda kimse kılını dahi kıpırdatmamıştı. Sonra karaya ayak bastığımda beni karşılayacak kimseyi de bulamamıştım. Yol bilmez, iz bilmez biçare olarak kalmıştım. Ücret karşılığında dümen palasını yöneten denizciyi ayarlamış olsam da, beni yarı yolda bırakmış gitmişti. Paçalarımdan su akıyor, cübbem ıslaklığından ağırlaşmış ve taşımam gereken eşyalarımla kayalıklardan tırmana tırmana şatoya ulaşmıştım. Kendimi telkin ediyordum. Her şey adımı oluşturmak içindi. Evet, zorluklar başarı getirecekti. Unvan kazanacaktım. Tüm bu cefa titrim içindi. Titrim, benim ismim...

Portrait of a Lord on Fire | NamjinWhere stories live. Discover now