49-Moxon'un Efendisi -3

65 29 12
                                    

Bay_psikolog_'a ithaf edilen bölüm,

Artık hocam ve rehberim kabul ettiğim kişi tarafından daha fazla aydınlatılma arzuma boyun eğerek kendiliğinden geri dönmüştüm ve ne yaptığımın farkına bile varmadan kendimi tekrar Moxon’un kapısında buldum. Yağmurdan sırılsıklam olmuştum, ama bundan rahatsız değildim. İçinde bulunduğum coşkuyla kapı zilini bulamayıp kapı kulpunu çeviriverdim. Dönerek açıldı, ben de içeri girip merdivenlerden, biraz önce terk ettiğim odaya çıktım. Her yer karanlık ve sessizdi. Moxon tam tahmin ettiğim gibi yan odadaydı, “makine atölyesinde.” Ara kapıyı bulana kadar duvar boyunca el yordamıyla ilerleyip kapıyı birkaç kez gürültüyle tıklattım, ama bir cevap alamadım. Bunu da, dışarıdaki curcunaya verdim çünkü rüzgâr fırtına gibi esiyor, yağmur ince duvarlara çarpıyordu. Derme çatma odanın üstünü örten ince tahtalardan yapılan çatı, tamtam sesleriyle aralıksız gümbürdüyordu.

Makine atölyesine hiç davet edilmemiştim, hatta girmeme izin bile verilmemişti; tıpkı diğer herkes gibi. Tek istisna, adının Haley ve alışkanlığının suskunluk olduğu dışında hakkında kimsenin bir şey bilmediği becerikli bir metal işçisiydi. Ama o ruhsal coşkunluğumun içinde, sağduyuyla nezaket unutulup gitmişlerdi ve kapıyı açtım. Gördüklerim, kafamdaki bütün felsefi spekülasyonları anında silip götürdü.

Moxon, odanın tek ışık kaynağı olan bir mumun durduğu küçük bir masanın uzak ucunda, yüzü bana dönük oturuyordu. Karşısında, sırtı bana dönük bir başkası vardı. Aralarındaki masanın üstünde de, iki adamın oynadıkları satranç tahtası duruyordu. Satrançtan pek anlamam, ama tahtanın üstünde sadece birkaç taş kaldığından, oyunun bitmek üzere olduğu belliydi. Moxon’un ilgisi yoğundu, ama bana kalırsa oyundan çok, rakibine. O kadar büyük bir kararlılıkla bakıyordu ki rakibine, görüş açısının tam ortasında durmama rağmen geldiğimin farkına bile varmamıştı. Beti benzi atmıştı, gözleri elmas gibi parlıyordu. Rakibini sadece arkadan görebiliyordum, ama bu yeterliydi, yüzünü görmek ilgimi çekmiyordu.

Boyunun bir buçuk metreden uzun olmadığı ortadaydı, vücut ölçüleriyse bir gorilinkini andırıyordu; muazzam genişlikte omuzlar, kısa bir boyun ve kızıl bir fesin altında duran, birbirine karışmış gür, siyah saçlı geniş, yayvan bir kafa. Fesle aynı renkte, kuşağı beline sıkıca bağlanmış bir tunik, üzerinde oturduğu kutunun yanlarından uzanıyordu. Bacaklarıyla ayakları görünmüyordu. Sol kolu, kucağı üstünde dinlendiği için, taşları, orantısız, uzun gibi görünen sağ eliyle oynatıyordu.

Geriye çekilmiştim ve şimdi, kapının biraz yanında gölgelerin arasında duruyordum. Eğer Moxon, rakibinin suratından biraz daha öteye baksaydı, kapının açık olduğundan başka hiçbir şey göremezdi şimdi. İçimdeki bir şey, ne aralarına girmeme ne de oradan ayrılmama izin veriyordu; sanki gerçekleşmek üzere olan bir trajedinin huzurundaymışım da, kalırsam arkadaşıma yardım edebilirmişim gibi nereden geldiğini bilmediğim bir duygu. Davranışımın uygunsuzluğuna bilincimin isyan etmesine rağmen kaldım.

Oyun hızlı ilerliyordu. Moxon, hamlelerini yapmadan önce satranç tahtasına bakmıyordu bile ve herhalde yanılıyor olan gözlerime, Moxon, sanki eline en yakın taşları oynatıyormuş gibi geldi. Bunu yaparken hareketleri hızlı, gergin ve incelikten yoksundu. Rakibinin tepkisiyse başlangıçta aynı ölçüde hızlı olmasına rağmen, sabrımı zorlu bir sınavdan geçiren yavaş, tekdüze, mekanik ve teatral bir kol tepkisiyle geliyordu. Bütün bunlarda anormal bir şeyler vardı ve kendimi ürperirken yakaladım. Bunu, ıslak ve üşümüş olmama verdim.

Yabancı, iki üç kez taşını oynattıktan sonra başını eğdi ve her defasında Moxon’un şahını kaydırdığını gördüm. O an aklıma adamın özürlü olduğu geldi. Ve sonra da bir makine, otomat bir satranç oyuncusu olduğu! Bunun üzerine, Moxon’un bir defasında bana böyle bir mekanizma icat ettiğini söylediğini hatırladım, gerçi ben makinenin tamamlanıp bittiği anlamını çıkartmamıştım. Moxon’un makinelerin bilinç ve zekâ sahibi olmaları hakkındaki bütün söyledikleri sadece bu makinenin er geç gerçekleşecek tanıtımı için bir ön hazırlık, mekanik işlevinin, işin sırrının nerede olduğunu bilmeyen benim üzerimdeki etkisini güçlendirmek için bir numara mıydı sadece?

Bütün entelektüel keşiflerim için “felsefî düşüncenin sonsuz çeşitliliği ve coşkusu” için ne de güzel bir son ama. Tiksinti içinde gitmek üzereydim ki merakımı uyandıran bir şey oldu. O şeyin huylanmış gibi omuzlarını silktiğini gözlemledim ve bunu o kadar doğal, o kadar insana özgü bir tavırla yaptı ki olaya kazandırdığı yeni bakış açısıyla beni irkiltti. Hepsi bu da değildi, birkaç saniye sonra, sıktığı yumruğuyla masaya sertçe vurdu. Bu harekete Moxon, benden daha fazla şaşırmış gibiydi; sanki paniklemiş gibi sandalyesini geriye çekti.

Hemen sonra, sırası gelen Moxon, sağ elini satranç tahtasının yukarısına doğru kaldırıp taşlarından birine atmaca gibi atıldı ve “şah mat!” diye bağırmasıyla ayağa fırlayıp sandalyesinin arkasına geçmesi bir oldu. Otomat hiç hareket etmeden oturmaktaydı.

Rüzgâr artık dinmişti, ama gittikçe sıklaşan, sesleri adım adım yükselen gök gürültüleri duyuyordum. Aralardaki sessizlikte, sesi yıldırım gibi adım adım yükselip daha açık duyulur olan alçak bir homurdanma ya da vızıltının bilincine varıyordum şimdi. Otomatın bedeninden geliyormuş gibiydi, içinde harekete geçen bir şeylerin habercisi olduğu su götürmezdi. Bana, kontrolü sağlayan bir parçanın baskıcı ve düzenleyici eylemlerinden kurtulan bozuk bir makine izlenimi verdi.  Mandallı bir tekerleğin, dişlerinin arasından tutma mandalı çıkartılırsa beklenebilecek türde bir etkiden bahsediyorum. Ama doğasıyla ilgili başka varsayımlar üretmeye vakit bulamadan, dikkatim otomatın garip hareketlerine çekildi. Sanki hafif, ama sürekli bir spazm, onun kontrolünü ele geçirmişti. Vücuduyla kafası, felç inen ya da sıtma nöbetine tutulan birininki gibi titriyordu ve bu hareket, bütün bedeni şiddetli titremelerle sallanana kadar anbean arttı. Aniden ayağa fırlayıp neredeyse gözle takip edilemeyecek kadar hızlı bir hareketle, her iki elini de upuzun uzatıp, karşısında duran masayla sandalye­nin arkasına atıldı; duruşu ve hamlesi bir dalgıcı andırıyordu. Moxon, yaratığın ulaşamayacağı bir yere çekilmeye çalıştı, ama çok geç kalmıştı; o şeyin ellerinin boğazına yaklaştığını, Moxon’un da onun bileklerini kavradığını gördüm. Sonra masa devrildi, mum yere düşüp söndü ve her yer zifiri karanlığa gömüldü. Ama boğuşmanın gürültüsü korkunç derecede açık ve netti ve en korkuncu da nefes alma çabası içinde boğulan bir adamın çıkardığı yüksek, boğuk hırıltıydı. Bu cehennemden çıkma velvelesinin rehberliğiyle arkadaşıma yardım etmek için ileri atıldım. Ama daha karanlıkta tek bir adım bile atmamıştım ki bütün oda, yerde boğuşanların canlı bir resmini beynime ve yüreğime kazıyan kör edici beyaz bir ışıkla parlayıverdi. Moxon, boğazı hâlâ o demir ellerin kıskacı altında, başı geriye bastırılmış, gözleri fırlamış, ağzı ardına kadar açık, dili dışarı fırlamış bir durumdaydı. Moxon’un yüzüyle katilinin boyalı yüzündeki ifadesi ise dehşet verici bir zıtlıktı! Sanki bir satranç probleminin çözümünü bulmuş gibi huzurlu, derin düşünceler içindeymiş gibi bir ifade vardı yüzünde! Gözlemlediğim buydu ve sonra her şey karanlığa ve sessizliğe gömüldü.

Üç gün sonra kendime geldiğimde bir hastanedeydim. O trajik gecenin anısı hasta yatağımda beynimde ağır ağır dönerken, yanımda Moxon’un sadık çalışanı Haley’in bulunduğunu fark ettim. Bakışlarım üzerine gülümseyerek yanıma yaklaştı.

“Anlat bana,” diyebildim belli belirsiz, “neler oldu?”

“Elbette,” dedi, “yanan bir evden baygın bir halde kurtarıldınız, Moxon’un evinden. Neden orada olduğunuzu kimse bilmiyor. Bazı açıklamalar yapmak zorunda kalabilirsiniz. Yangının nasıl başladığı da biraz gizemli. Benim fikrim, eve yıldırım düştüğü yönünde.”

“Ya Moxon?”

“Dün gömüldü, artık ondan geriye ne kaldıysa.”

Belli ki bu sıkı ağızlı kişi, gerektiğinde meramını anlatabiliyordu. Hasta birine dehşete düşürücü gelişmeleri açıklarken yeterince rahattı. Zihinsel acıların en keskinlerinden birini yaşadığım birkaç saniyeden sonra başka bir soru daha sormaya teşebbüs ettim:

“Beni kim kurtardı?”

“Madem merak ediyorsun; ben kurtardım.”

“Sağ olun Bay Haley, Tanrı sizi korusun. Ustalığınızın o hoş ürününü, mucidini öldüren otomat satranç oyuncusunu da kurtardınız mı?”

Adam uzun bir süre uzaklara bakıp sessizce durdu. Sonra da dönüp temkinli bir şekilde sordu:

“Bundan emin misiniz?”

“Eminim,” diye cevapladım, “gözlerimle gördüm.”

Bu yıllar önceydi; bugün olsa o kadar kendimden emin cevaplayamazdım.

Kitabımı oylamayı ve yorum yazmayı unutmayın, seviliyorsunuz.

KORKU HİKÂYELERİHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin