48-Moxon'un Efendisi -2

67 27 2
                                    

Elif_Fadime_'ye ithaf edilen bölüm,

“Çünkü inkâr etmek istediğin şeyi, yani kristalleri oluşturan elementler arasındaki bilinçli işbirliğini kabul etmeden açıklayamazsın da ondan. Askerler, çizgiler ya da içi boş kareler oluşturduğunda buna akıl dersin. Havadaki yaban kazları ‘V’ şeklini aldığında içgüdü dersin. Ama bir mineralin, çözünme içinde serbestçe dolaşan homojen atomları, kendilerini metamatiksel olarak mükemmel şekillerde sıraladıklarında ya da donmuş su partikülleri simetrik ve nadide kar taneleri şeklini alınca ağzını bıçak açmaz. Engin mantık dişiliğim örtbas etmek için şatafatlı bir tabir bile uydurmazsın”

Moxon sıra dışı bir coşku ve içtenlikle konuşuyordu. Durduğunda, benim “makine atölyesi” diye bildiğim, kendisi hariç kimsenin girmesine izin vermediği yan odadan, sanki birinin açık avucuyla masayı yumruklamasına benzeyen tek bir gümleme işittim. Moxon da aynı anda duydu bunu ve çok endişelendiği belli bir halde ayağa kalkıp, alel­ acele sesin geldiği odaya geçti. Orda başka birinin daha olması bana garip geldi ve arkadaşım için duyduğum endişe, bir de kuşkusuz mazur gösteremeyeceğim bir parça merak, beni kulak kabartmaya itti; ancak gururla  söyleyebilirim ki onları anahtar deliğinden dinlemedim. Sanki bir boğuşma ya da itiş kakış varmış gibi karmakarışık sesler geliyordu, yer sallanıyordu. Derin nefes alış verişleri ve birinin. “Lanet olsun sana!” diyen boğuk fısıltısını gayet net duydum. Sonra her yer sessizliğe gömüldü ve hemen ardından da Moxon yeniden ortaya çıkıp üzgün bir gülümsemeyle:

“Böyle aniden kalktığım için beni affet. İçerdeki makinelerden biri kontrolünü kaybetmiş, kendi kendine zarar veriyordu,” dedi.

Gözlerimi, içleri kanla dolu dört paralel tırmık izinin çaprazladığı sol yanağına dikerek dedim ki:

“Belki tırnaklaeını törpülemenin faydası olur, ne dersin?”

Bu şakayı yapmak için uğraştığıma değmedi: tepki vermeden kalktığı koltuğa oturup, yarım kalan monologunu sanki hiçbir şey olmamış gibi sürdürdü:

“Eminim, her maddenin sezgi sahibi, her atomun yaşayan, hisseden, bilinçli bir varlık olduğunu söyleyenlerin öğretilerine katılmıyorsun. -Senin gibi kültürlü birine bunlann isimlerini vermem gerekmez.- Ben ise onlara katılıyorum. Ölü, cansız madde diye bir şey yoktur; bütün maddeler canlıdır. İçlerindeki hareket halinde ve potansiyel güçlerle doğal eğilimlerine uyarlar. Hepsi de çevrelerindeki aynı güçlere duyarlıdırlar ve onları kendi iradesine göre yeniden şekillendirebilen insanoğlu gibi üstün organizmaların içindeki daha büyük ve ince güçlerin sirayetine maruz kalabilirler. İnsan zekâsından ve amacından, sonuçta ortaya çıkan makinenin karmaşıklığı ve işleviyle orantılı olarak, az ya da çok bir şeyler içselleştirirler.

“Herbert Spencer’ın ‘Yaşam’ tanımını hatırlıyor musun? Otuz yıl önce okumuştum. Belki sonradan değiştirmiştir, bilmiyorum, ama bütün bu yıllar boyunca, değiştirilmesi, eklenmesi ya da atılmasıyla o tanımı zenginleştirebilecek tek bir kelime bile bulamadım. Bana sadece en iyi tanım gibi değil, aynı zamanda mümkün olan tek tanımmış gibi geliyor.

“‘Yaşam’ diyor, ‘dış ortak yaşamlarla ve düzenlerle benzerlik içindeki hem eşzamanlı hem de birbirini takip eden heterojen değişimlerin belli bir toplamıdır.’”

“Bu, fenomeni tanımlıyor,” dedim, “ama nedeniyle ilgili bir ipucu vermiyor.”

“Bu,” diye cevapladı, “tanımların yapabileceği tek şey. Mill’in belirttiği gibi, öncülleri hariç hiçbir şey bilmiyoruz sebeplerle ilgili, sonuçların da bir tek ardıl olduklarını biliyoruz. Bazı fenomenlerde, bir şey, farklı türdeki bir diğer şey olmadan gerçekleşmez: Zaman çerçevesinde başta gelene sebep, sonra gelene sonuç deriz. Köpeklerin tavşanları kovaladığını birçok defa gören ve tavşanlarla köpekleri başka bir pozisyonda hiç görmeyen biri, tavşanı köpeğin sebebi sanır.

“Ama korkarım,” diye ekledi zoraki bir kahkahayla, “benim tavşanım beni, meşru avımın izinden uzaklara götürüyor; kovalamacadan, sırf kovalamaca olduğu için zevk alma düşkünlüğüne kapılıyorum. Herbert Spencer’ın ‘yaşam’ tanımında görmeni istediğim şey, bir makinenin edimlerini de kapsadığıdır. Makinelere tanımda uymayan hiçbir şey yok. Gözlemcilerin en ustası ve düşünürlerin en derinine göre, eğer bir insan edimlerini gerçekleştirdiği sürece yaşamaktaysa, öyleyse makine de işler haldeyken böyledir. Bir mucit ve makine imalatçısı olarak bunun doğruluğundan eminim.”

Moxon, uzun bir süre boş gözlerini ateşe dikip suskun kaldı. Saat ilerlemişti ve gitme zamanımın geldiğini düşünüyordum, ama nedense onu, o tecrit edilmiş evde yalnız bırakma fikri hoşuma gitmiyordu. Doğasıyla ilgili varsayımlarım, dostane olmadığından ve hatta büyük ihtimalle kötülük dolu olduğundan öteye gidemeyen birinin varlığıyla baş başa… Ona doğru eğilip gözlerine dürüstçe bakarken bir yandan da elimle atölyenin kapısına doğru bir hareket yaparak sordum:

“Moxon, kim var orda?”

Beni şaşırtarak hafifçe güldü ve tereddüt etmeden yanıtladı:

“Hiç kimse; aklını kurcalayan olay, senin kavrayışını artırmak gibi imkânsız bir görevi üstlenirken, bir makineyi, önünde yapacak hiçbir iş olmadığı halde çalışır durumda bırakmaktaki dikkatsizliğimden kaynaklandı. Bilincin, Ritmin yaratısı olduğunu biliyor muydun?”

“İkisi de umurumda değil!” diye cevaplayarak ayağa kalkıp paltomu elime aldım. “Sana kazara çalışır durumda bıraktığın makinenin bir dahaki sefere durdurulması gerektiğini düşündüğünde, makinenin eldiven giyiyor olması dileklerimi de ekleyerek iyi geceler diliyorum.”

Attığım taşın etkisini görmek için beklemeden evi terk ettim.

Yağmur yağıyordu ve karanlık koyulaşmıştı. Önümde, çamurlu, taşla döşenmemiş sokakların ötesinde duran, iğreti tahta kaldıranlar boyunca el yordamıyla yol bularak ulaşmaya çalıştığım şehrin soluk ışıklarını, tepenin ardındaki gökyüzünde yansıdığını görebiliyordum, ama arkamda Moxon’un evinin pencerelerinden biri dışında görünen başka hiçbir şey yoktu. Bana gizemli ve vahim anlamlar taşıyormuş gibi gelen bir ışıkla aydınlanıyordu. Bu, arkadaşımın “makine atölyesinin” perdesi olmadığından kaynaklanıyordu biliyordum. Beni, mekanik bilinç ve Ritmin yüceliği üstüne eğitme göreviyle uğraştığından kesintiye uğrayan çalışmalarına kaldığı yerden devam ettiğine hiç şüphem yoktu. İnançları bana o zamanlar tuhaf ve bir parça komik gelse de, yaşamı ve karakteriyle, hatta belki de kaderiyle, trajik bir bağı olduğu hissini üzerimden atmayı tam anlamıyla beceremedim; bundan böyle inançlarının karışık bir zihnin kaprisleri olduğu düşüncesini benimsememe rağmen. Görüşleriyle ilgili ne düşünülürse düşünülsün, onları ortaya koyuşu fazlasıyla mantıklıydı. Son lafları tekrar tekrar kafamda yankılanıyordu: “Bilinç, Ritmin yaratısıdır.” Yalın ve özlü bir iddia olsa da artık bana son derece çekici geliyordu. Aklımda her yankılanışında anlamı genişliyor ve içerdiği fikir derinleşiyordu. Vay canına, diye düşünüyordum, bu lafta, üzerine felsefe akımı kurulabilecek bir şey var. Eğer bilinçler ritmin ürünüyse bütün şeyler bilinç SAHİBİDİR çünkü hepsi hareket halindedir ve her hareket ritmiktir. Moxon’un, düşüncesinin ne kadar önemli olduğunu, bu mühim genellemesinin kapsamının farkında olup olmadığını merak ettim, yoksa felsefî inancına, azap verici ve belirsiz bir yol olan gözlemle mi varmıştı?

Bu inanç benim için henüz yeniydi ve Moxon’un bütün açıklamaları beni bir mürit yapmaya yetmemişti, ama şimdi sanki Tarsuslu Saul’u aydınlatan ışığa benzer bir ışık üzerime vurmuş gibi geliyordu ve orada, fırtınanın, karanlığın ve ıssızlığın ortasında Lewes’in, “Felsefî düşüncenin sınırsız çeşitliliği ve coşkusu” dediği şeyi yaşıyordum. Yeni bir bilişin, yeni bir usun gururunun coşkusu içindeydim. Ayaklarım yerden kesilmiş gibiydi; sanki yükseliyor ve görünmez kanatlarımla havalanıyordum.

Kitabımı oylamayı ve yorum yazmayı unutmayın, seviliyorsunuz.

KORKU HİKÂYELERİHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin