Bölüm 48: Kökleri Zehir Dolu Gerçekler

Start from the beginning
                                    

Sırtımda ki ağrıyla birlikte gerinirken gözüm Venüs ve Satürn'ün arasında gidip geliyordu. Gözlerimi kapatıp yeniden açtığımda verdiğim soluk avizenin üç kolunu da güçlü bir şekilde sarsmış gibi başım döndü. Avizenin kollarında var olduğunu sandığım sallantının sebebi baş dönmemdi. Bakışlarımı sakince yeniden tavana dokundurduğumda beynim ayırt edilebilir ayrıntıları seçmeye çalışıyor, merakla tavanı inceliyordum.

Avize eskitilmişti, gezegenler el yapımıydı ve tavan o kadar derin bir maviye boyatılmıştı ki uzansam geceye dokunabilirmişim gibi hissediyordum. Gözlerimi bir dakika daha kapatıp açtığımda artık görüşüm netti. Tavana yer yer döşenmiş karınca kadar küçük ışıklandırmalar vardı. Güneş batıp ortalığı gecenin karanlığı kapladığında burada ışıklar yanıkken oturmanın masalsı olacağını tahmin edebiliyordum.

Uluç'un neden böyle bir evinin olduğu hakkında hiçbir tahminim yoktu. Buranın kendine ait olup olmadığı hakkında derin şüphelerim vardı. Beni bu şüpheye iten tepemde gördüğüm manzaraydı.

Bir an kalkıp her şeyi bir kenara bırakarak buranın kime ait olduğunu öğrenmek, öğrendikten sonra giderilen merakımın ardından gelip yeniden uyumak istiyordum. Uykuya ihtiyacım vardı. Kafamın içindeki sesler susmamış üzerine artarak varlığını korumuştu.

Odanın duvarlarında saat aradım ama yoktu. Ne zamandır uyuduğumu merak ediyordum çünkü kendimi hiç uyumuşta uyanmış gibi hissetmiyordum. Daha çok uykuya dalmış ama irkilerek uyanmışım gibi gergin, huzursuz ve uykuya aç hissediyordum.

Sağ tarafıma dönüp düz duvarın pürüzlü yüzüne baktığımda duvarın bu denli pürüzlü olması dikkatimi çekti. Tam karşımda, kim olursa olsun benim gibi yatakta sağa dönen herkesin görebileceği pürüz o kadar eski ama bir o kadar da dikkat çekiciydi. Onu bu kadar dikkat çekici kılan şey etrafındaki duvarın pürüzsüz oluşuydu. Sanki asırlardır o pürüz oradaymış, odanın duvarı asırlardır boyanmış ama o pürüze asırlardır dokunulmamış gibiydi.

Gözlerimi yeniden kapattığımda gözümün önünde pürüz durmaya devam ediyor, beynim ona kalıplar uyduruyordu. Bir çerçeve izi olabilirdi. Sökülen bir raf olabilirdi. Fırlatılmış ağır bir cismin ortaya çıkardığı zarar olma ihtimali de epey yüksekti.

Kafamın sağ tarafına fazla ağırlık binmiş gibi hissettiren birikmiş ağrı kulağım boyunca vurduğunda sol tarafıma dönmek için hamle yaptım. Bunu yaparken gözlerimi istemsiz bir şekilde hafifçe aralamıştım. Sol tarafıma dönüp rahatlık kazandığım sıra gözümü kapatmak için hamle yapmış ama kapı pervazına dayanarak beni izleyen Uluç'u görünce tökezlemiştim. Onu görmeyi beklemiyordum. Şaşkınlığımı onu izleyerek gidermeye çalışırken gözlerim kapanmak istiyor ama onlarla inatlaşıyordum.

Onu ilk kez görüyormuşum gibi süzdüm. Uzun boyluydu, bacakları uzun, gövdesi bacaklarına nazaran dikkatli bakılmadığında asla fark edilmeyecek kadar kısaydı. Bacakları ince ama kemikliydi. Sanki onu bu denli güçlü tutan şeye en büyük katkı bacaklarıydı.

Uluç'un elleri, kolları ve omuzları bir kızın göz kırpıştırarak tekrar bakmasını sağlayacak kadar güzeldi. Özellikle elleri tanrının ona verdiği bir diğer güzel hediye olmalıydı. Uluç'un parmakları ince ve uzundu, avuçiçi orada isterse bir gezegen taşıyabilecek kadar genişti. Omuzları yapılı, boynu uzundu. Ona bakıldığında omuzları dikkat çekecek güzelliğe sahipti.

Uluç'u bir sahil kenarında görseydim diye düşündüm bir an için. Bedeninin güzelliğini fark edeceğimi biliyordum. Ama onu ilk görüşümde eğer yüzüne henüz bakmamışsam dikkatimi çekecek yer omuzlarında bir askılık gibi duran derin çukurlara sahip köprücük kemikleri olurdu. Ama eğer önce yüzüne bakmış olduysam yüzünün güzelliği karşısında vücuduna bakmak aklıma bile gelmezdi.

SAHİPSİZWhere stories live. Discover now