Bölüm 4

2K 251 145
                                    

Kitap [Kardeşimin Hikayesi - Zülfü Livaneli]

Müzik [Cem Adrian - Şimdi Rahat Uyu]

Film [Mutluluk]

~

Çıkış zili çaldığında, Yekta da ben de ayakta zor duruyorduk. Son ders edebiyat olunca, insan uyumamak için kendini tutuyordu.

Kendine ilk gelen Yekta oldu, benimle konuşmaya başladığında aynı zamanda çantasını topluyordu.

"Hadi, bir an önce eve gidelim de gün bitsin."

Bu cümle, Yekta'nın hayat felsefesini özetleyecek en güzel cümleydi. 'Günün bitmesi için tüm işlerini bitirmelisin!'

"Tamam."

Ben de ona katılıp ayaklandım. Yağmurluklarımız en arkada, askıdaydı ve bilin bakalım kim arkada oturuyor?

Yekta'ya kıyafetleri getireceğimi söyledikten sonra tüm sınıfı takip ederek askıların olduğu yere doğru gittim. Fırat'a, ondan bir tepki beklercesine bakıyordum ama o beni ve diğerlerini umursamayarak sadece üzerini giyiyordu.

Yağmurluklarımızı aldıktan sonra Fırat'ı düşünmeyi bırakıp hazırlandım. Bu sırada en az on kişiye 'iyi akşamlar' demiştim, sınıfta Yekta, Begüm ya da Sefa kadar yakın olduğum biri yoktu ama yine de birbirimizi seven bir sınıftık, şey, biri dışında.

Sınıfın kapısına çıktığımızda diğerlerinin de hazır olduğunu gördüm.

Ben ve Sefa otobüsle, diğerleri de metroyla gidiyordu. Onların işi kolaydı, bizse otobüs durağına kadar birlikte yürüyüp oradan ayrılıyorduk.

Fırat tam yanımdan geçtiğinde en sona kalan Polen'i bekliyorduk.

Herkes kendi dünyasındaydı, erkekler ve Begüm futbol hakkında konuşuyordu. Kızlarsa sanırım yeni çıkan bir şarkı hakkında... Benim, Fırat'ı incelemek için çok fazla vaktim vardı.

Evine metro ile gittiğini biliyordum ama bildiklerim bununla sınırlıydı, hangi durakta iniyor, daha sonra nereye gidiyordu bilmiyordum ama en kısa zamanda öğrenmeyi kafama koymuştum.

Polen de gelince herkes aşina olduğu, sessiz ve planlı bir şekilde okulun çıkışına doğru yürüdü. Ben de Sefa'nın yanındaki yerimi almıştım.

Uzun bir süre boyunca biriyle aynı güzergahı kullanıyorsanız, konuşacak pek bir şey olmuyordu. Sınıfta yaşananları konuşsam, zaten olaylar sırasında Sefa da orada oluyordu. Yol hakkındaki yakınmaları anlatsam, üç yıldır aynı yerden yürüdüğümüz için alışmıştık.

Bu yüzden kulaklıklarımı kulağıma geçirdim, uğraşmanın ne anlamı vardı ki? Sefa, buna alınacak biri değildi. Göz ucuyla ona baktığımda, benim gibi yaptığını, kulaklıklarını taktığını gördüm.

Yüzüme doğru vuran rüzgarla titreşim, hava gittikçe soğuyordu. Eh, Ekim ayından başka ne beklenirdi ki?

Sessizliği bozan tek şey, kulaklarıma gelen Şebnem Ferah'ın sesiydi.

Otobüs durağına geldiğimizde, okuldan birçok kişinin de burada olduğunu gördük. Otobüsümün gelmesine, altı yedi dakika vardı.

"Kaç dakikan var?"

Sefa, sorumla birlikte telefonuna baktı ve "on beş dakika" cevabını verdi.

"Yeni geçmiştir."

Şarkılar değişip, yerlerine yenileri başlarken otobüsüm geldi ve Sefa'ya "Sonra görüşürüz!" dedikten sonra otobüse bindim.

İşlek bir yerde oturuyordum, otobüs de tıklım tıklım doluydu. Neyse ki tutunacak yer bulabilmiştim.

Eve gidene kadar camdan dışarı, insanlara baktım. Herkes kendi hikayesinin başrolündeydi, peki kaç kişi bunun farkındaydı? Merak ediyordum.

Şebnem Ferah, Cem Adrian, Cem Karaca ve Barış Akarsu dolu, karışık listeyi dinleyerek eve kadar gittim.

Otobüs durağı, evimizden üç sokak ileride, marketin hemen karşısındaydı ve eve gitmeden önce oraya uğrayıp kendime atıştırmalık bir şeyler almam kaçınılmazdı.

Sepetimi çikolata, soslu mısır ve soğuk kahve ile doldurdum.

Pazartesiyi sevmek için kendime böyle bir izin vermiştim, sadece pazartesi günleri ders çalışırken abur cubur yiyebiliyordum.

Marketten çıkıp altı katlı binamıza gidene kadar üç şarkı daha dinledim ve birkaç tanıdık yüz gördüm, emekli komiser Hasan Amca, bir türlü bir işte dikiş tutturamayan ve bu yüzden de mahalle sakinlerince 'Çırak' lakabıyla çağrılan Erdal Abi ve alt komşumuzun ikiz çocukları Gökçe ve Tuğçe.

İkiz çocuklara birbirine yakın isimler verilmesine şiddetle karşıyımdır. Yani... Zaten sima olarak birbirine benzeyen insanları, bir de çağrılış olarak benzetirseniz, kişiliklerinin oturması çok zor olmaz mıydı?

Ben bunları düşünürken kapının önüne gelmiştim.

Mavi, demirden yapılmış ve yılların, eskittiği paslanmış kapıyı açmak için çantamdan kırmızı telefon kulübesi olan anahtarlarımı çıkarttım. Bu saatte evde benden başkası olmazdı.

Dördüncü kata çıkana kadar kulaklıklarımı çıkartıp şarkıya son verdim.

Eve girmeden önce ayakkabılarımı çıkartıp kenara koydum, eve girmemle Dişsiz'in yanıma gelmesi bir oldu. Ayrıca her zamanki gibi, lavanta kokusu burnuma dolmuştu, annemin favorisi olan bu koku, çok uzun zamandır sprey olarak kullanılıyordu.

Ev kelimesiyle özdeşleşen bir kokuydu.

Dişsiz, adını aldığı animasyondaki ejderha gibi gece kadar kara tüylü, yeşil gözleri olan bir kediydi. Bu yüzden ona Dişsiz adını vermiştim ama Rabia ona Gece diyordu, annem ve babam ise genelde kediyi çağırmadıkları için pek takmıyorlardı. Gece ya da Dişsiz, ikisi de aynı filmden alınmış isimlerdi.

Ejderhanı Nasıl Eğitirsin? Dişsiz ve Gecenin Öfkesi, ikisi de aynı ejderhanın adıydı.

Kıyafetlerimi çıkarmadan Dişsiz'e mamasını verdim. Kendi yiyeceklerimi de dolaba yerleştirdim, Rabia gelince birlikte yerdik.

Rabia, benden bir yaş küçük kız kardeşim. Aynı odayı paylaşıyorduk ve o başka bir liseye gittiği için çıkış saati benimkinden farklıydı. Yarım saate kalmaz, o da gelirdi.

Odama geçip dolabı açtım, odamız, bir ranza, iki çalışma masası ve koca bir dolaptan oluşuyordu. Ve tabii duvarın tamamını kaplayan posterler de vardı.

Üzerimdekileri hızlıca çıkartıp dolaptan çıkarttığım eşofman ve tişörtü giydim. Yemek için Rabia'yı bekleyecektim, annem ve babamsa işten geldikten sonra, beraber yiyorlardı.

Masama oturup çantamdakileri çıkarttım ve ödevleri yapmaya başladım. Defterimi açarken içinde, bana ait olmayan kağıt parçası dikkatimi çekti. El yazısı benim değildi ve kime ait olduğunu tahmin edebiliyordum.

"Kitabın adı, Hiç.
Meraklı."

Bay Sessizlik ve Bayan GürültüHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin