0

515 35 9
                                    


Samuel...

"Şef?"

Samuel...

"Şef! İyi misin?"

Samuel...

"Hayatım her şey yolunda mı? Lena, su ver babana tatlım."

Vakit geldi Samuel!

"Tatlım biraz su içer misin?"

"İyi misin şef?"

"Sam ne oluyor? Konuş benimle!"

Uyan Samuel! Vakit geldi!

"Hayatım neden cevap vermiyorsun?"

Samuel yalpaladığı için tutunmak zorunda kaldığı masadan gözlerini yavaşça kaldırıp merakla ona bakan yüzleri inceledi. Yıllardır tanıdığı ama artık gözüne bambaşka görünen yüzleri... Ona aradan bir asır geçmiş gibi gelse de etrafındaki insanların hayatlarından birkaç saniye eksilmişti sadece. Aynı masanın etrafında, aynı derinin altında duruyordu Samuel de ama bambaşka biriydi artık.

Her şeyi hatırlıyordu aslında. Her günün sonunda olduğu gibi, restoranın müşterilere kapanmasıyla kendi ziyafetlerini çekmek için arka bahçedeki uzun masayı kalan yemeklerle donatmış ve o gece açılıp tükenmemiş şarapları kadehlerine boşaltmışlardı. Gökyüzü yıldızlı, rüzgâr ılıktı. Fonda çalan yumuşak müzik başarıyla geçen bir günü keyifle noktalamaktan başka bir amaçları olmadığını hatırlatır gibiydi. Oysa Samuel kırk beş yıllık hayatında ilk kez gerçek amacının ne olduğunu biliyordu. Sonunda zaman gelmişti.

Kendini yavaşça koltuğa bırakıp kızının uzattığı bardağa uzandı ve suyu tek seferde kafaya dikti. Ahşap masanın üzerindeki mumlardan yansıyan ışık tamamı Sam'in üzerine çevrilmiş kaygılı yüzleri aydınlatıyordu şimdi. Yirmi yıllık karısı sandalyesinden kalkıp ona doğru eğilmişti.

"Kalbin mi?" diye sordu çekinerek. Sanki Azrail'in duymasından korkar gibi sesini alçaltmıştı. Oysa o gece Sam'le konuşan ne O'nun meleklerinden biri ne de yeryüzünden seçtiği bir elçiydi. Bir anda Samuel'in zihnine dolan mesaj doğrudan O'ndan geliyordu. Tam da olması gerektiği gibi...

"Gitmem lazım," dedi Samuel bir anda ayaklanıp. Onca yıl aile dediği insanlar, restoranı kurduğundan beri yanında çalışanlar, henüz aralarına katılmış olan bulaşıkçı kız, hatta köpekleri Leo... Hepsi aynı cevapları bekleyerek bakıyordu şimdi ona. Gitmek mi? Nereye, neden?

"Sam?"

"Baba?"

"Neler oluyor Sam?"

Ne diyebilirdi ki Samuel? Kendi bile saniyeler öncesine kadar yaşadığı hayat illüzyonu içinde uykuda bekleyen herhangi bir faniyken, etrafındaki insanların onu ve yaratılış amacını anlamalarını nasıl bekleyebilirdi? Oysa kırk beş yıl ona ev sahipliği yapmış bu sıradan beden sadece bir araçtı. Kurduğu bağlar, yaşadığı duygular, hissettiği acılar anlamsızdı. Samuel hepsini hatırlıyor, karısının gözlerindeki hayal kırıklığında geçmişinin yansımasını görüyor, ama kendini hiçbir anıya ait hissetmiyordu. Kulağındaki ses onu kendine getirmekle yetinmemiş, tek bir notada kâinatın tüm bilgisini de zihnine işlemişti.

Daha Şeytan Sınır'a atılmadan, melekler yoldan çıkmadan, ilk melez rahme düşmeden doğmuştu Samuel. Tıpkı onunla birlikte doğru anın gelmesini bekleyen diğer on iki ruh gibi... Melekler cennet bahçelerinde ışıkla yıkanırken o ve kardeşleri karanlıkta sabırla beklemişti. Kovulduklarını sanıyordu melekler. Ama hayır, Tanrı'nın onlar için çizdiği yol farklıydı. Geçen onca zamanın ardından, hepsi dünyanın farklı köşelerinde, farklı anlarda gözlerini açmıştı insan hayatlarına. Halbuki hiçbiri ne bir insan ne bir melek ne de yaratılmış herhangi bir varlıkla eş değerdi. Tam bugüne, bu ana kadar kendilerinden habersiz, sessiz bir rüyanın içinde yaşamalarının tek bir nedeni vardı. Zamanı geldiğinde her şeyi düzeltmek...

Ve o zaman gelmişti.

Samuel ardından gelen seslere, peşine takılan sorulara, kalbini yoklayan insani hüzne rağmen arkasına bakmadan eve daldı ve doğrudan garaja yöneldi. Kamyonetine atlayıp karanlık yola sürdüğünde dikiz aynası tek bir açıklama bile yapmadan geride bıraktığı ailesinin gölgelerini gösteriyordu ona. Keşke neden gittiğini, neden bir daha dönmeyeceğini anlatabilseydi. Ama denemenin anlamı olmadığını biliyordu. Belki de bunun bir son olduğunu gerçekten hisseden tek varlık o an delice havlayan köpeğiydi. Haklıydı Leo. Gecenin içinde koyu bir deniz gibi etrafını saran üzüm bağları arasından o mutlak kadere doğru yol alıyordu Samuel. Son çok yakındı. Aksi halde uyanmış olmazdı.

Eli iç cebindeki telefona uzanıp ardı ardına numaraları tuşlarken ne yaptığından bu denli emin olmasına şaşırmalıydı belki. Şaşırmıyordu. "Geliyorum..." dedi ilk çalışta telefonu açan kıza. "Yeri ve zamanı biliyorsun." Bir cevap alacağını düşünmüyordu, zaten onun kapatmasını beklemeden karşı taraf konuşmayı bitirmişti.

Vakit geldi... diye düşündü Samuel bir kez daha. Bir yanı neden diye sormak istiyordu.

Neden bu kadar bekledik?

Neden bekledin baba?

Kopacak kıyamet daha en başından belli değil miydi zaten? Samuel'in varlığı her şeyi kanıtlamıyor muydu? Gün gelecek, insanlık son bir sınavdan geçecek ve tüm umutlar tükendiğinde ne güvendikleri melezler ne kullanacakları büyüler ne de düşmüşler sıkıştıkları ölüm çemberinden çıkmalarını sağlayabilecekti. Tanrı oğlunun ihanetini de meleklerinin zaaflarını da o çok sevdiği insanların sınırları kadar iyi biliyordu. Ta ilk günden beri hem de... Bunun için yaratmıştı On Üçleri herkesten ve her şeyden önce. Sonu değiştirebilecek tek güç, kutsal düzenin mahvolmaması için son çareydi her birinin varlığı. Peki neden yolun başında engellememişti tüm bu kaosu Tanrı? Neden göz yummuştu bu çöküşe?

Neden baba?

Neden sonunu bile bile yarattın onları?

Neden bile bile bu zayıf varlıkların yaşamasına göz yumdun?

Neden izin verdin tüm bu vahşete?

Neden?

Ve şimdi bir de o kız vardı resimde. Tüm planı mahveden, düzeni tamamen alt üst eden o kız... Elbette ki Tanrı sıradan bir insanın kıyamet masalında baş rolü oynayacağını öngörmüştü. O halde neden, neden, neden?

Sıkıntıyla nefes verdi Samuel. Kim bilir... her şey bittiğinde bu soruları doğrudan O'na sorardı belki. Ama önce durdurması gereken bir Şeytan vardı. Ve o iblisin çöküşü için önce kızı bulmaları gerekecekti.

CEHENNEM EKSPRES - SİRKHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin