1: 13 EYLÜL

228 16 31
                                    

Başlangıç tarihlerimiz...
27.5.20 |Denizin Dibindeki Günahlar.

Güzel ve masum bir görünüşün içinde günahın gizlenmiş olmadığını kim ileri sürebilir?
-Charles Dickens.

1: EYLÜL'ÜN ON ÜÇÜ

13 Eylül...

Bugün benim doğum günüm.

Sürekli unutulmuş, zamanla gereksiz hale gelmiş doğum günüm.

Kutlayabilecek kimsem yok kendimden başka, bende zaten kutlamam. İyi ki doğdum diyemem kendime. Yalan söylemiş, kandırmış olurum kendimi. Hiç iyi ki demedim. Hiç doğum günü kutlamadım hayatımda. Çünkü bilirim ki doğum günleri, doğduğu güne şükredenler, hayata gülümseyebilen ve her şeye rağmen yaşamında iyi ki cümlesini kullanabilen kişiler tarafından kutlanırdı.

Bense hayatın ışık düşmemiş tarafında kalan insanlardan yalnızca biriydim. Bizler, doğmamış olmayı dilerdik. Hiç bu gökyüzünün yağmurunda ıslanmamayı, hiç bu bulutların arkasındaki güneşi ve ayı görmemeyi, hiç bu toprağa, şu kelebeğe, şu rüzgara değmemeyi dileyenlerdik. Hiç ağlamamayı, nadir de olsa hiç gülmemeyi, hiç düşmemeyi, hiç çocuk olmamayı ve hiç büyümemeyi dilerdik. En çok büyümemeyi dilediğinizi biliyorum çünkü bende en çok bunu dilerdim. Çünkü en azından çocukken düştüğüm sokaklarda aldığım yaralar, girdiğim kalplerde aldığım yaralardan daha az acıtırdı canımı.

Böyle büyüdüm ben. Düşe kalka. Acıta acıta, kanata kanata. Hem yara alıp, hem yara aça aça. Böyle öğrendim büyümeyi. Hep bir yerlerden yarım kala kala.

Önünde durduğum takvimin üzerindeki çiçekli böcekli resimler arasında yazılı tarihe baktım. 12 Eylül'ü gösteriyordu. Sonra bir sayfa yırttım. 14 Eylül oldu. Eylül'ün on üçü yoktu benim hayatımda. Böyle alıştırdılar beni. On üçleri hep atlaya atlaya geldim yirmi üç yaşıma.

Elimdeki kırmızı kahve kupasını daha çok sardım avcuma. Biraz daha orada kalsa bu porselenin avuçlarımın içinde bin parçaya ayrılayacağından hiç şüphem yoktu. Neyse ki çalan telefon, kupayı masanın üzerine bırakmama sebep olmuştu.

"Günaydın!" dedi İklim neşe dolu bir sesle. Arkasından gelen gürültüye bakılırsa çoktan ofise gitmişti.

Onun aksine uykusuz ve bir o kadar da yorgun sesimle, "Günaydın," dedim. "Erkencisin."

"Evet. Sabah biraz işlerim vardı, erken çıktım.

Bulunduğum yerden nihayetinde hareket ederek mutfağa geçtim ve kendime yeni bir kahve kupası çıkardım. "Ne işlerin vardı?"

Nefes alışından anladığım kadarıyla gülerek, "Öğrenirsin." dedi. Sanki beni görecekmiş gibi gözlerimi kıstığımda beni öptüğünü ve gelirken poğaça almamı söyleyip telefonu suratıma kapattı.

Kahve makinasına hızla kahve doldurdum. Normalde bu kadar acı içemeyeceğimi biliyordum ancak bu sefer sert bir kahvenin beni uyandırmasına müsaade ediyordum. Bu yüzden şekeri ve sütü dolaba geri koydum. Kahve makinasını çalıştırıp kahvem olana kadar tezgaha yaslandım ve telefonumu kurcalamaya başladım. Gelen birkaç sosyal medya mesajını tek tek bildirim bölümünden silerken, gördüğüm dört cevapsız aramayla durdum.

Toprak aramıştı.

Kasılan parmaklarım telefonu tutmam konusunda bana zorluk çıkarırken ne yapmam gerektiğini bilmeden öylece ekrana bakmaya devam ettim. Geri arayıp aramamak konusunda kararsızdım fakat aramazsam o beni arayacaktı ve bu sefer İklim'in görmesi an meselesi olacaktı. Bu kez paçayı kurtarmam diğeri kadar kolay olmayabilirdi.

DENİZİN DİBİNDEKİ GÜNAHLARKde žijí příběhy. Začni objevovat