2.0 ▪ river flows in you

2.2K 246 238
                                    

Düşüncelerinizi kimi zaman siz yönetirdiniz, kimi zaman onlar sizi. Duygularınız da aynı şekilde, liderin kim olduğu asla bilinmeden; yöneten ve yönetilenin çarpık dansıyla ortalığı şenlendirdiği birer ibareydi. Ve bu müziksiz dansla eğlenen yerliler gibiydik hepimiz.

Hiçbir şeyden habersiz.

Kendimi kandıracak kadar zeki, kendimi kandırdığımı farkedemeyecek kadar aptaldım.

Bırakıp gitmişti beni. Terk etmişti, buna rağmen hâlâ peşinde koşturuyordum.

"Gidelim," demiştim Isaac'e. "Seoul'e geri dönelim."

Çatık kaşlarla reddetmişti beni. "Hayır, sen Taehyung ile konuşmadan bir yere gitmiyoruz."

"Bulamam ki zaten onu."

Akşama doğru elime bir adres tutuşturmuştu. Şaşkınlıkla bakakalmıştım ona.

Şimdiyse, karşımdaki mor-mavi ışıklı bara bakakalıyordum. Saat gecenin 2'siydi, buna rağmen müzik sesi rahatsız edici derecede yüksekti.

Onu görebilecektim, birazdan.

İçerideydi.

Titreyen ellerim elimdeki adres kağıdını tutmakta zorlanıyordu. Kağıdı cebime soktum, ve yüzümü sıvazladım.

Bana geri dönmesi için yalvarmayacaktım. Benim bir gururum vardı.

Ürkek adımlarla bara girdim. Etrafta dans eden yarı çıplak insanlar, boğucu sigara dumanı ve karışık ot kokuları etrafı sarmıştı. Rahatsızlıkla öksürdüm ve etrafa bakınmaya devam ettim. Onu göremiyordum hiçbir yerde.

Belki de geleceğimi duyunca gitmişti, kim bilir?

Belki de beni görmek bile istemiyordu.

Kolumdan sertçe kavrayan bir el hissettim, ve korkuyla döndüm. Siyah üniformalı bir adam vardı karşımda. Kulağında ajan filmlerinde kullanılan bir kulaklık, yüzünde ise ciddi bir ifade vardı.

"Bu taraftan Bay Jeon." dedi ifadesini bozmadan. Afallamış bakışlarıma aldırmadı ve beni orada olduğunu yeni fark ettiğim, dar bir koridora götürdü. Koridorun ortasında ise bırakıp gitti beni.

Bir yerden hafif, çok hafif piyano melodileri duyuluyordu. Sese doğru ilerledim.

Yaklaştıkça, çalan şarkının River Flows In You olduğunu kavradım. Adımlarım benden bağımsız bir şekilde koridorun sonundaki karanlık odaya yöneldi. Melodiler oradan geliyordu.

Kapıyı açtım.

Karşımdaydı.

Kapının 2 metre kadar ilerisindeki piyanonun önüne oturmuş, zarif parmaklarını tuşlar üzerinde dolaştırıyordu. Sarı saçları uzamıştı. Yan profilden de tapılası olduğunu yeni farketmiştim. Keskin burnu, ritimle uyumlu bir şekilde hareket eden başı ve narin bileği, her şeyiyle tanrı gibiydi. Ağzım açık bir şekilde bakakalmıştım ona.

"Bir gün salak bir sincap varmış," dedi piyanoyu çalmaya devam ederek. Benim titreyen bacaklarıma tezat onun sakinliği içimin kıpır kıpır olmasına sebep oluyordu. "Bu salak sincap, parkta dondurmasını düşürmüş ve bunun için ağlamış; çünkü salakmış. Sonra salak çocuğun biri gelmiş ve onun için yeni bir dondurma çalmış. Salak sincap çok mutlu olmuş, hemen de aşık oluvermiş ona." Derinden çıkan titreyen buruk sesi odayı doldurdu.

"Ne hoş ki, salak çocuk da salak sincaba aşık olmuş, ama gitmek zorundaymış. Salak sincabı korumak için. Çünkü salak çocuk tehlikeli biriymiş, anlarsın ya. Her zaman burnuna ölüm kokusu geliyormuş. Hiç arkadaşlarıyla sokakta top oynayamamış, hiç bakuganlı tasosu olmamış. Ama salak çocuk için sorun değilmiş bu." Bir elini piyanonun tuşlarından kaldırdı ve dolmuş gözlerini elinin tersiyle sildi. "Salak çocuk, istemiş ki; salak sincap onun gibi olmasın. Onun bir sürü arkadaşı olsun, güzel büyüsün. Bu yüzden gitmiş." Gözyaşları akmasın diye tavana baktı. "Bir gün, çok uzun bir süre sonra salak sincapla karşılaşmış. Ne görsün? Salak sincap çok güzel biri olmuş. Dışarıdaki suçluları yakalıyormuş falan." Dedi gülümseyerek. Gülümseyişi içimi eritmişti.

ice cream | taekookWhere stories live. Discover now