XIV. Monsenyör Köyde

521 16 7
                                    

Güzel bir manzaraydı, mısırlar parlıyordu, ama fazla değillerdi. Mısır olması gereken yerlerde verimsiz çavdar, bezelye ve fasulye tarlaları, buğday yerine kötü sebze tarlaları uzanıyordu. Bu ruhsuz doğa, bunları yetiştiren insanlara da yansımıştı, sanki hepsini isteksizce ekip biçiyorlardı –vazgeçmeye ve yitip gitmeye dünden razı bir keyifsizlik içindelerdi.

Mösyö Marki dört atın ve iki sürücünün idaresindeki seyahat arabasının (daha hafif olabilirdi) içinde dik bir yokuşu tırmanıyordu. Mösyö Marki'nin yüzündeki kızarıklık kendisiyle ilgili bir şeyden değil, yani aldığı iyi terbiyeden kuşkulandığından değil, kendi kontrolü haricindeki bir dış kaynaktan –batan güneşten– kaynaklanıyordu.

Araba yokuşun tepesine yaklaşırken akşam güneşi arabanın içine öyle güçlü bir şekilde vurdu ki, içindeki yolcu kıpkırmızı kesildi. "Batmasına az kaldı," dedi Mösyö Marki ellerine bakarak, "çok az."

Gerçekten de güneş o kadar alçalmıştı ki, tam o sırada battı. Arabanın tekerleklerine ağır takozlar takılıp da araba bir kül kokusu ve toz bulutu içinde yavaş yavaş yokuş aşağı kaymaya başladığında etrafı saran kızıllık da yok oldu; güneş ve Mösyö Marki beraber batmışlardı sanki, takozu çıkardıklarında en ufak bir kızıllık kalmamıştı.

Tepenin eteğinde, bomboş ve dağınık bir şekilde uzanan kırlık arazide küçük bir köy vardı, bu düzlük alanın biraz ötesinde ise bir kilise kulesi, bir yel değirmeni, avlanmak için bir koru ve tepesinde hapishane olarak kullanılan kalenin bulunduğu bir kayalık yükseliyordu. Mösyö Marki, gece çökerken kararan bütün bu nesnelere, evine yaklaşan bir adam edasıyla baktı.

Köyde, kötü bir bira fabrikasının, kötü bir tabakhanenin, kötü bir lokantanın, posta atlarının değiştirildiği kötü bir ahırın, kötü bir çeşmenin, kısaca her şeyin kötü olduğu kötü bir sokak vardı. İnsanlar da kötü durumdaydı. Hepsi yoksuldu ve pek çoğu evlerinin kapısının önünde oturmuş, akşam yemeği için cılız soğanlan ve benzeri şeyleri doğrarken, kimileri de topladıkları ve yenebilecek durumdaki yaprak ve bilumum otu yıkamak için çeşmenin başındaydılar. Her yerde onları yoksullaştıran şeylerin dokunaklı izleri vardı; bu küçük köydeki muhteşem yazıta bakılırsa, ne olursa olsun, soyup soğana çevrilmedik tek köy kalmayana dek devlete, kiliseye, krala vergi, yerel ve genel vergiler ödenecekti.

Etrafta çok az çocuk vardı ve hiç köpek yoktu. Erkek ve kadınlara gelince onların bu dünyadaki iki seçeneği ortadaydı –ya değirmenin aşağısındaki küçük köyde, en sefil şartlarda Hayat ya da kayalığın tepesini kaplayan hapishanede tutsaklık ve Ölüm.

Mösyö Marki'nin arabası, önden giden bir haberci ile sürücünün şaklattığı ve akşam karanlığında tepelerine Furia'lar üşüşmüşçesine, yılan gibi kıvrılan kırbaç eşliğinde, postanenin kapısının önünde durdu. Postane çeşmenin yanındaydı ve köylüler ona bakabilmek için işlerine ara verdiler. O da köylülere baktı ve ne gördüğünü hiç bilmeden, onların acıyla dolu yüzlerinde ve bedenlerinde Fransızların cılızlığını yüz yıl boyunca yaşayacak bir İngiliz hurafesine dönüştürecek olan yıpranmışlığı, tükenmişliği gördü. Kır saçlı bir yol işçisi kalabalığa karıştığı sırada Mösyö Marki gözlerini, kendisinin kralın önünde eğildiği gibi, önünde eğilmiş olan itaatkâr yüzlerin üzerine dikmişti –tek fark, bu yüzler yalakalıkla değil, acı içinde eğiliyorlardı.

"Şu adamı yanıma getir!" dedi Marki haberciye.

Elinde şapkasıyla adam getirildi, diğerleri de Paris çeşmesindeki insanlar gibi etraflarını sarıp dikkat kesildiler.

İki Şehrin HikayesiHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin