5. Bölüm

4.9K 325 0
                                    

       Biri sürekli kolunu dürter ve hiç durmaksızın ismini seslenirken insan nasıl uyuyabilirdi ki? Alec sinirle kolunu çekerek başını yastığın altına soktu. Bunu ona genelde kanepelerinde uyuyakaldığında –ki bu çok sık olurdu- Mark veya Chloe yapardı. Yarı uykuda olmasına rağmen gelenin Mark olduğunu düşünüyordu, Chloe ardı ardına dürtmezdi onu. Yastığın altından boğuk çıkan sesiyle öfkeyle homurdandı.

“Mark, git başımdan.” Buz gibi bir kadın sesi ona Mark olmadığını söyledi. Chloe olabilir miydi? Hayır, o her zaman yumuşacık sesiyle Alec derdi, Mendoza değil. Alec yüz üstü  yattığı yerden başını aniden kaldırınca yastık sırtına düştü. Yarı açık gözleri, buz gibi bakan bir çift ela gözle buluştu. Uykunun verdiği mahmurlukla “Sen de kimsin?” diye sordu. Cevabı yine aynı soğuk tonda gelmişti.

“Acele et, yüzünü yıka, kendine gel ve hazırlan. Gitmemiz gerekiyor.” Ah, tabii ya; Buz Leydi. Sırt üstü dönerek saate baktı. Saat sabahın kahrolası sekiz buçuğuydu. Tanrı aşkına, Alec görevde olduğu zamanlar hariç hiç bu kadar erken kalkmazdı! Huysuz gözlerle tam takım hazırlanmış, ifadesiz bir yüzle onu bekleyen kadına baktı.

“Üzerimi giyinirken beni izlemek istemiyorsan beni lobide beklemeni tavsiye ederim.” Kadın gözlerini kısarak ona baktıktan sonra topukları üzerinde dönerek azametle kapıya doğru yürüdü ve dışarı çıktı. Alec şeytan gülümseyerek onun gidişini izledi. Bu kadını kızdırmaktan büyük keyif alıyordu. Kedi gibi gerinerek yataktan kalktı ve lavaboya gitti.

      Aynada yüzüne bakarak ‘Demek gözleri elaymış.’ diye düşündü. Sekiz yıldır birlikte çalıştığı kadının gözlerinin ne renk olduğunu şimdi fark ediyor olması ilginçti. Omuz silkerek parmaklarını çenesinde ve yanaklarında gezdirdi. Tıraş olma derdi olmadığı için çok mutluydu. Birçok erkeğin aksine köse olmaktan memnundu. Erkeklerin sakalı neden erkekliklerinin ispatı olarak gördüğünü anlamıyordu. Çok saçmaydı. Hele bazıları çenesinde yosun birikmeye başlamış gibi yeşil yeşil görünüyordu derilerinin altında. Yeniden omuz silkti ve çeşmeden akan soğuk suyu avucuna doldurup yüzünü yıkamaya başladı.

      Alec aşağı indiğinde Chantal bacak bacak üzerine atmış bir dergiyi inceleyerek oyalanıyordu. Elindeki bir moda dergisi değildi elbette, National Geographic’in geçen ayki sayısıydı. İlgisini çeken bir makale gördüğü sıra asansörün geldiğini haber veren yumuşak tın sesini duydu. Alec gelmişti. Üzerinde yine akşamki gibi kot ve ince bir kazak vardı. Bu sefer siyahtı ve saçlarıyla mükemmel uymuştu. Konferansın bugün olmadığını bildiği için spor giyinmişti. Chantal’ın üzerinde yine aynı buruşuk takım vardı; başka giyecek bir şeyi yoktu ki. Daha önce bir giysiden hiç bu kadar nefret ettiğini hatırlamıyordu. Alec tamamen uyanık ve enerjik bir halde yanına gelince dergisini bırakarak ayağa kalktı ve soğuk bir edayla yüzüne baktı. Bu o kadar Buz Leydi’ceydi ki Alec gülümsemesini sakladı.

“Hmm, sanırım güne yanlış bir başlangıç yaptık. Geriye sarıp her şeyi baştan almaya ne dersin? Günaydın.” Chantal kısaca başını sallayarak önerisini kabul ettiğini belirtti. “Bugün için bir plan var mı?” Chantal yine onayladı.

“Alışverişe çıkıyoruz.” Alec yüksek sesle inledi.

“Ah, hayır. En azından kahvaltı yapamaz mıyız öncesinde?” Chantal önce tereddüt etti; üzerindeki giysilerden bir an önce kurtulmak istiyordu. Kendini aşırı derecede kirli hissediyordu.

“Pekala.” dedikten sonra restorana doğru yürümeye başladı.

Çoğu otel sakini hala uyumaktan olduğu için masaların neredeyse tamamı boştu. Alec onlara çok özeniyordu. Buz Leydi’yle alışveriş yapmaktansa yatağında uyumak için neler verirdi. Onun yerine kahvaltı yapabildiği için kendini şanslı sayıyordu. Gerçekten acınacak haldeydi.

Buz ve AteşWhere stories live. Discover now