X

541 19 9
                                    

X

Bir cumartesi günü sabah erken, şakrakkuşu yakalamak için Petrovna'nın sebze bahçesindeydim. Uzun süre bekledim, ama kapana kırmızı göğüslü, kibirli kuşlar gelmiyordu. Güzellikleriyle nispet yapıyorlarmış gibi, gümüş gibi parlayan donmuş karın üzerinde eğlenerek dolaşıyor, kalkıp çalıların çiyin sarıp ısıttığı dallarına konuyor, orada canlı çiçekler gibi sallanarak mavi kar kıvılcımları döküyorlardı. Bu öylesine güzel bir görüntüydü ki, avın başarısız olması hiç canımı sıkmıyordu. Pek öyle hırslı bir avcı değildim, olayın kendisi, sonucundan daha çok haz veriyordu bana. Sevimli kuşların nasıl yaşadıklarını izliyor, düşünüyordum...

Karla kaplı bir çayırın kenarında tek başıma oturup dondurucu soğuk bir Rus kış gününün kristal sessizliğinde kuşların cıvıldaştıklarını, üç tarlakuşunun uzaklarda bir yerden uçarak geçerken ötüşünü dinlemek benim için büyük zevkti...

Soğuk içime işlemişti, kulaklarımın donduğunu hissedince kapanımı, kafeslerimi topladım çitten dedemin bahçesine geçtim, eve doğru yürüdüm. İriyarı bir köylünün, açık avlu kapısından üç atlı, kapalı, büyük bir kızağı çıkarmakta olduğunu gördüm. Atların burnundan boru gibi buhar çıkıyor, köylü pek neşeli, ıslık çalıyordu. İçimde bir şey hop etti.

"Kimi getirdin?" diye sordum köylüye.

Dönüp kolunun altından baktı bana, arabacı yerine atlarken cevap verdi:

"Papazı!"

Ve hiç önemsemedim bunu; çünkü, getirdiği papazsa, kesin kiracılardan birine getirmişti.

Köylü dizginleri sallayarak, "Hadi bakalım, yürüyün aslanlarım!" diye haykırdı.

Islık çalarak sessizliği neşeyle doldurdu. Atlar düzenli bir yürüyüşle uzaklaştılar. Arkalarından bir süre baktıktan sonra avlu kapısını kapadım, ama kimsenin olmadığı mutfağa girince annemin, bitişik odadan gelen gür sesini duydum. Açık seçik sözcüklerle şöyle diyordu:

"Ne yani, öldürmeniz mi gerekiyor beni şimdi?"

Soyunmadan, kafesleri bir yana atıp hole koştum, orada dedemle burun buruna geldim. Omzumdan tuttu beni dedem, sert sert baktı gözlerimin içine, ağzındaki bir şeyi yuttuktan sonra kısık bir sesle, "Annen geldi, yanına git!" dedi. Dur..." Beni öyle bir sarstı ki, zor ayakta durabildim. Odanın kapısına itti beni. "Git, hadi git oraya..."

Odanın keçe ve muşamba kaplı kapısını tıklattım; soğuktan, heyecandan titreyen ellerimle kapı kolunu uzun süre bulamadım, sonunda usulca açtım kapıyı, aptallaşmış gibi kalakaldım eşikte.

"İşte, geldi," dedi annem. "Tanrım, kocaman adam olmuş! Ne o, tanımadın mı beni? Nasıl giydirmişsiniz onu, baksana... Kulakları donmuş! Anne, hemen kaz içyağı getirin bana..."

Odanın orta yerindeydi; üzerime eğilmiş, beni top gibi çevirerek üzerimdekileri çıkarıyordu.

İri bedenini, erkeklerin, omuzlardan eteğe kadar düğmelenen paltosuna benzer kalın, yumuşak, kırmızı bir palto sarmıştı.

Annemin yüzü eskiden olduğundan daha küçük, daha beyaz gibi gelmişti bana; ama gözleri irileşmiş, derine kaçmıştı, saçları daha sarıydı sanki... Üzerimdekileri çıkarıp kapının arkasına atarken, koyu kırmızı dudaklarını tiksiniyor gibi sıkarak şöyle diyordu:

"Neden bir şey söylemiyorsun? Sevinmedin mi beni gördüğüne? Öf, ne pis bir gömlek bu böyle..."

Sonra kaz içyağıyla kulaklarımı ovdu. Canım acıyordu, ama annemden burnuma gelen hoş, tatlı bir koku acımı hafifletiyordu. Heyecan içinde ne yaptığımı bilmeden sokuluyordum ona, gözlerine bakıyordum, ağzından çıkan sözcüklerin arasında büyükannemin üzgün sesini duyuyordum:

ÇocukluğumWhere stories live. Discover now