VIII

682 23 6
                                    

VIII

Dedem evi bir anda meyhaneciye sattı, Kanatnaya Sokağı'nda çok eski, her yanını otlar bürümüş, temiz, sakin başka bir ev satın aldı. Ev doğrudan tarlalara bakıyordu, alaca boyalı, küçük, alçak bir sıra evin arasındaydı.

Yeni evimiz öncekinden daha güzel, daha sevimliydi. Ön cephesi sıcak, sakin koyu kırmızı boyalıydı. Üç penceresinin mavi panjurları, tavan arasının penceresinin tek kanatlı parmaklığı pırıl pırıldı. Çatının sol yanını bir ıhlamur ağacı pek güzel örtmüştü. Avluda da, bahçede de, sanki özellikle saklambaç oyunu için uygun, çok yer vardı. Sık ağaçlı, hoş bir biçimde karışık bahçe özellikle çok güzeldi. Bir köşesinde küçük, oyuncak gibi bir banyo; öbür köşesinde büyük, oldukça derin bir çukur vardı. Bu çukur yabani otla kaplıydı, içinde de yanan eski banyonun kalın direkleri dimdik duruyordu. Bahçenin sol yanında Albay Ovsyannikov'un at ahırının duvarı; sağ yanında ise Betleng'in binası vardı. Bahçe daha aşağıda da, sütçü kadın Petrovna'nın arazisiyle sınırdaştı. Petrovna şişman, kırmızı yüzlü, gürültücü, kilise çanını andıran bir kadındı. Yere iyice oturmuş harap, karanlık, her yanını yosun kaplamış küçük evinin iki penceresi derin hendeklerle, uzaklarda ormanın ağır, mavi sisiyle kaplı tarlalara pek hoş bakıyordu. Tarlalarda askerler gün boyu dolaşıyor, bir yerden bir yere koşuyorlardı; kılıçları sonbahar güneşinin yatay ışığında beyaz şimşekler gibi parlıyordu.

Evde hiç görmediğim bir sürü insan vardı. Holün yarısında Tatar bir asker ufak tefek, şişman karısıyla kalıyordu. Kadın sabahtan akşama kadar durmadan bağırıyor, kahkahalar atıyor, süslü gitarıyla bir şeyler çalıyor, sık sık coşkulu şarkılar söylüyordu:

Tek kızı sevmek yetmiyor,

Başka bir tane daha bulmalı!

Bul öylesini.

Bir ödül bekliyor seni

O doğru yolda!

Ah, tatlı ödülüm benim!

Top gibi yuvarlak bir asker pencerenin önünde oturuyor, mavi yüzünü şişiriyor, kırmızı gözlerini neşeyle parlatarak durmadan çubuğunu tüttürüyor, köpek havlamasına benzeyen bir sesle tuhaf tuhaf öksürüyordu:

"Vuh, vuh-vuh-hh..."

Mahzenin üzerindeki sıcak ek binada ve at ahırında iki yük arabası sürücüsü kalıyordu: Kır saçlı Pyotr Amca ile onun yumuşak dilli, yüzü kırmızı bakır tepsiye benzeyen dilsiz yeğeni Stepa ve asık yüzlü, uzun boylu Tatar emir eri Valey. Bunların hepsi tanımadığım, yeni, paralı insanlardı.

Ama beni kendine en çok çeken, evde pansiyoner olarak kalan İyi İş'di. Mutfağın yanındaki, biri bahçeye, biri avluya bakan iki pencereli, uzun arka odayı kiralamıştı.

Zayıf, hafif kambur bir adamdı İyi İş. Ortadan ikiye ayrılmış siyah sakalı, beyaz yüzü, gözlüklü hoş gözleri vardı. Pek konuşkan değildi, kendi halinde bir insandı; yemeğe veya çaya her çağrıldığında her zaman şöyle derdi:

"İyi iş."

Büyükannem yüzüne karşı da, arkasından da onun için hep böyle diyordu.

"Alekseyciğim, İyi İş'e seslen, çaya gelsin! İyi İş, siz neden bu kadar az yiyorsunuz?"

Odası birtakım sandıklarla, ülkemizde yayımlanmış, daha önce hiç görmediğim kalın kitaplarla doluydu. Odanın her yanında değişik renkte sıvı dolu şişeler, bakır, demir parçaları, kurşun çubukları vardı. Sabahtan akşama kadar koyu sarı bir ceketle, ekoseli gri bir pantolonla, eli yüzü pis kokan değişik boyalar içinde, saçı başı karışık, dolaşıyor; odasında beceriksizce kurşun kaynatıyor, birtakım bakır levhaları birbirine lehimliyor, küçük terazisinde bir şeyler tartıyor, kendi kendine mırıldanıyor, parmakları yanınca telaşla ellerine üflüyor, ayaklarını sürterek duvardaki krokilere gidiyor, gözlüğünün camlarını siliyor, ince, düz yüzünü kâğıda neredeyse sürterek tuhaf burnuyla onları kokluyordu. Kimi zaman da odanın orta yerinde birden duruyor ya da pencerenin önünde gözleri kapalı, yüzü yukarıda, kıpırdamadan, sessiz, uzun süre öylece dikiliyordu.

ÇocukluğumHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin