"Bir beze sarıp bırakmışlardı," diye anlatıyordu büyükannem dalgın ve gizemli bir tavırla. "Sesi zor çıkıyordu, donmak üzereydi."

"Bebekleri neden sokağa atıyorlar, büyükanne?"

"Annesinin sütü yoktur, çocuğu besleyecek bir şeyi de... Bir süre önce yeni doğmuş bir çocuğun açlıktan öldüğünü duymuştur, korkmuş, kendi çocuğunu da getirip bizim evin önüne bırakmıştır."

Büyükannem başını kaşıdıktan sonra içini çekerek, tavana bakarak anlatmayı sürdürüyordu:

"Hep fakirlikten, Alekseyciğim... Öyle yoksul insanlar var ki, bilemezsin!.. Ayrıca, evlenmemiş bir kızın çocuk doğurması da istenmez. Ayıptır! Deden Vanyacığı polise teslim etmek istedi, ama ben vazgeçirdim onu. 'Yanımıza alalım bu çocuğu', dedim. 'Tanrı ölen çocuklarımızın yerine gönderdi bize onu'. Evet, on sekiz çocuk doğurdum ben, hepsi yaşasaydı bir sokak boyu, on sekiz evimiz olurdu! Düşünsene, on dört yaşımda kocaya verdiler beni, on beşimde de doğurdum. Ama Tanrım sevdi benim kanımı, bütün çocuklarımı yanına melek olarak aldı. Hem üzülüyorum, hem seviniyorum!"

Büyükannem yatağın kenarında, üzerinde bir gömlekle oturuyordu. Simsiyah saçları, iri bedeniyle, geçenlerde Sergaçlı, sakallı bir ormancının, avluya getirdiği dişi ayıya benziyordu. Kar beyazı göğsünün üzerinde haç çıkararak gülümsüyor, sağa sola sallanıyordu:

"Tanrım iyilerini kendine aldı, kötüleri bana bıraktı. Vanyacığı çok sevdim... zaten çocukları çok severim! Neyse, eve aldık onu, kilisede vaftiz ettirdik, şimdi de güzel güzel yaşıyor aramızda. Önce, 'Böcek' diyordum ben ona, kimi zaman böcek gibi ötüyordu çünkü. Tam bir böcek gibi de dolaşıyordu ortalarda. Sev onu, çok iyi bir çocuktur!"

Hem seviyordum Vanya'yı, hem ona hayrandım.

Dedem hafta içinde yaramazlık yapan çocukları kırbaçladıktan sonra kiliseye gittiği cumartesi günleri mutfakta anlatılmaz neşeli bir hayat başlıyordu: Çingenecik sobadan simsiyah hamamböceklerini çıkarıyor, onları yan yana bağlıyor, kâğıttan kesip yaptığı kızaklara onları koşuyor, güzelce kazınıp temizlenmiş masanın üzerinde dörtnala koşturuyordu. Hamamböceklerini ince çıralarla kırbaçlarken naralar atıyordu:

"Hadi Piskopos'un yanına çek bakalım!"

Bir hamamböceğinin sırtına küçük bir kâğıt parçası yapıştırıyor, öndeki kızakların arkasından koşturup bağırıyordu:

"Hey, çuvalı unuttunuz. Papaz arkanızdan getiriyor onu!"

Bir hamamböceğinin ayaklarını birbirine bağlıyordu; böcek kafasını öne vura vura sürünüyordu, Vanyacık el çırparak çığlıklar atıyordu:

"Zangoç meyhaneden kiliseye, akşam ayinine gidiyor!"

Emir verdiğinde, arka ayaklarının üzerinde, uzun kuyruklarını kıvırarak siyah boncuklar gibi parlak gözlerini kırpıştırarak yürümeye başlayan fare yavrularını gösteriyordu bize. Farelere karşı sevecendi, onları koynunda taşıyor, kendi ağzından şekerle besliyor, öpüyordu. Kendine büyük bir güvenle şöyle diyordu:

"Fareler akıllı, iyi yürekli canlılardır. Ev cinleri çok sever onları! Koruyucu dede, ev cini fareleri besleyen insanlara yardım eder..."

İskambil kâğıtlarıyla, paralarla çeşitli oyunlar yapıyor, çocukların hepsinden daha yüksek çığlık atabiliyordu. Ve bizlerden neredeyse hiç farkı yoktu. Bir gün çocuklarla kâğıt oynarken birkaç kez peş peşe yenilince çok üzülmüş, dudaklarını şişirip oyunu bırakmıştı. Daha sonra burnunu çekerek yakınmıştı bana:

"Biliyorum, bana karşı sözleşmişlerdi! Birbirlerine göz kırpıyor, masanın altından aralarında kartları değiştiriyorlardı. Öyle oyun olur mu? Aslında, hile yapmayı ben onlardan çok daha iyi bilirim...."

ÇocukluğumWhere stories live. Discover now