Bölüm 17

14.2K 682 22
                                    


Kararını kesin bir sesle ifade etmesinin ardından gülümsedi dudaklarında beliren muzip kıvrımlarla. Uzanarak, şaşkın bir ifadeyle ona bakan karısının engellemesine izin vermeden, onun burnuna bir öpücük kondurdu hafifçe.

“Plan değişmiyor…” dedi soluğunun içine bir nakış gibi işlediği ısrarcı, inatçı bir ses tonuyla yeniden,.

“Değişmiyor mu?” dedi genç kadın şaşkınlığından kurtulamadan.

Burnunda hala hissettiği öpücüğün daha, çok daha fazlasını yeniden dudaklarında, teninde istiyor olmanın o hain, ayartan çağrısına direnmeye gücü kılı kılına yeterken, kararlılığının karşısında duran bir başka düşmanın, yüzünde konaklayan ellerin ısrarcı varlığıyla sarsıldı bu sefer de. Derin, istek dolu bir iç çekişle dudakları aralanırken bir anda uyandı mantığı kış uykusundan. Aniden silkindi genç kadın, kurtulmak- yada kim bilir, belki de kaçmak - istercesine.

Tan’ın parmakları düşmek üzere olduğu uçurumun kıyısına tutunurcasına, hırsla, birer pençe gibi gerildi, engelledi uzaklaşmaya çalışan hırçını.

“Hayır…” dedi ısrarla. “Kaçmana izin vermeyeceğim, araya mesafeler koyup sana ulaşmamı engellemene de izin vermeyeceğim Mehir. Bu mesafede gözlerimin içine bakarak düşüneceksin, cevap vereceksin.” Dedi keskin bir ifadeyle.

Dikkatle bakıyordu genç kadının yüzüne. Gözlerinin önünden geçen ifadelerde, yaşanan karmaşanın izlerini takip ediyordu adım adım... İzin veremezdi uzaklaşıp kendini gizlemesine. Karmaşasını mesafelerin ardına gömüp, onu, girmesine izin vermediği bir evrende yalnız bırakmasına göz yumamazdı.

Elleri yüzündeydi hala, hala bir nefes uzaklıktaydı ondan. Bekliyordu… Bir ses duymak için çıldıran, çırpınan kalbine isyan eden bir sabırla. Bekliyordu…

Mehir karşı çıkacak mıydı onunla gelecek olmasına? Bunu merak ediyor olmasına, yüzüne, sesine, dudaklarına yansımayan kahkahalarla güldü için için. …

Sorulacak şey miydi bu şimdi? Ah! Karşı çıkacaktı elbette! Gelsin diye tüm yüreğiyle dua etse bile, yine de, elbette, karşı çıkacaktı başlangıçta. Sırf karşı çıkmak için karşı çıkacaktı hem de. Soru,” Aramıza hangi sebepler duvar örecek?” olmalıydı belki de. Öyle ya, olmazı oldurup, kalbe, akla hıyanet edip, ikna etmeye çalışacaktı onu. Güya… Sonra da, son anda, ısrar sonucu kabullenmiş gibi, somurtan ifadesinin arkasına saklayacaktı gülümseyen yüzünü...

Ah o numaracı, sevimli, hırçın şeytan… Öyle ya! Mehir’ di karşısındaki... Mehir demek, tezatlardan örülmüş ipek bir ağ demek değil miydi? Dibe çekerken bile büyülemeye devam eden sirenlerin sesi olmayacak mıydı o çıldırtıcı dudaklardan dökülen? Her şeye rağmen, merak etmemek elinde değildi işte.

Merak ediyordu. Sözlerinin canını acıtacağını, sıralayacağı tüm o gerekçelerin gerçek dışılıklarını biliyor olmasına rağmen duymak istiyordu her birini. Biliyordu, her kelime bir batacak, kanatacaktı kulaklarına değdiği yeri. Yine de... Duymak için çıldırıyordu işte...

Hangi olmazlar, imkansızlar dikilecekti gözlerinin önünde?

İzledi... Kelimelerin önü sıra güzel hırçınının yüzüne yerleşen ipuçlarının önüne düştü çaresizce... Önce şaşkınlığının izinden gitti sessiz adımları. Sonra, sirenin bakışlarındaki karmaşanın ardı sıra gelen soru işaretlerini izledi. Ve sonra... Sonra bir serap gibi görünüp kaybolan, sonraki haftalarda görüp görmediğini saatlerce düşündürecek olan, o memnuniyet belirdi, itiraz etmekle gülümsemek arasında bir kıvrımla renklenen dudaklarının ıslaklığında...

Ve... Kayboldu. Hemen ardından... Apansız. Sanki kendi mutluluğuna kızarcasına, hırçın, aksi bir öfke alıverdi yerini. Gözleri kısıldı hafifçe. Az önce izin isteyen, "Kızma..." diyen ürkek kadın yerini hesap soran bir sorgucuya bırakmıştı sanki. Ah sevgilinin ruhundan yüzüne yansıyan duyguların, o kaypak tahterevallisi… Ağırlık değiştikçe, kızgınlığa, korkuya, hırçın notalara salınıp duran o sarkaç…

Güzel, fırtınalı, büyüleyici... Ah... Mehir...Mehir…

Efsunlu bir sisin içinde kaybolmuşçasına ifadesine takılı kaldı tutkuya bulanırken. Nerede, hangi zamanda olduğunu unutup uzanmak, çekmek, sahiplenmek istedi az sonra beklediği , merakından çıldırdığı kelimeleri şakıyacak dudakları, sesi ,ilk önce nefesine temas etsin istedi bir an. Kendini kaybettiği, göğe savrulup, lanetlenmiş bir melek gibi, Mehir'in "Neden?" diye tıslayan sesiyle yeryüzüne düştüğü o kahrolası saniyeden önce gelen, belirsiz bir an...

Ve o an, onun yüzündeki o keskin, kararlı ifadeyi gördüğü o an bir şeyler yıkıldı içinde. Reddedilişin sivri ucu yüreğine batarken, aniden beliren o umutsuzluk dolu karanlığa bıraktı kendisini. İstemeyecekti onu Mehir. En beklemediği ifade hakim olmuştu genç kadının yüzüne. Soğuk bir öfke… Ateşli bir fırtınanın yerine, kışın donduran tipileri…

"Neden?” diye tısladı sesi genç kadının. Sonra duraksadı. "Nasıl olacak ki bu…” dedi hemen sonra öfkeli, buz gibi bir atılışla. Olduğu yerde, bacaklarını altına çekerek, doğruldu dizlerinin üstünde.

Hızla, kelimeleri yutarak söylenmeye başladı ona dönerek.

“Hem sen söylemedin mi Yağız’ın işlerini aldım, Eylül...” derken duraksadı bir an. Mehir’in Eylül derken açıkça dişlerini gıcırdattığını duyabilmişti sanki.

Yüzünde beliren o deli öfkeye takıldı gözleri.

“O da gelecek!” diye haykırdı Mehir, Tan’ı ne olduğunu anlayamamış olmanın hayretine iterek. Birden sanki düşündüğü şeyle şoka girmişçesine gözleri irice açıldı Mehir’in.

Hırsla uzanarak parmağını uzattı genç adamın göğsüne, her kelimede işaret parmağıyla onu iterek “Hayır! Hayır! Hayır! Dünyada olmaz…”diye haykırdı. Bir ünlem gibi son kez itekledi onu hırsla. “Ol-maz...”

Tan, şaşkınlık içinde Mehir’in itirazını savuşturmaya çalışırken, ne diyeceğini şaşırmış vaziyetteydi aslında. Tam olarak neye itiraz ediyordu sahi? Onun Ankara’ya gelmesine mi? Bu kadar şiddetle?Bu kadar öfkeyle? Bu kadar mı istemiyordu yani onu artık? Neden bekleneni yapmazdı bu kadın asla? Beklenen dengesizliği bile ayrı bir yerden vurmuştu işte. En hazırlıklı olduğunu, tepkilerini okuduğunu düşündüğü an bile onu şaşkınlığının ortasında çırılçıplak bırakabilmişti yine. Beklenmedikle nasıl başa çıkılırdı ki? Anlamadığı bir sebebi nasıl savuşturup ikna ederdi onu?

Hayal kırıklığı dolu kelimeleri, ıssız bir boşluğa dökülür gibi süzüldü dudaklarının arasından.

“Bak Mehir, ben bu işi beraber yapacağımıza söz verdim Yağız’a. Sen olmadan, sadece Eylül’ün yardımıyla yapamam. Büro yok, sekreterim yok, Eylül yalnız başımıza nasıl hallederiz o kadar işi söz verdiğim zamanda?” Dedi, kırgın bir sesle. Sonra son bir can simidi attı boğulmakta olan umuduna.

“Ve sen de daha az önce söz verdin bu işi beraber tamamlayacağımıza. ” dedi son noktayı koymak isteyen kesin, inatçı bir sesle. Beklemediği kadar sert bir reddedişle karşılaşmış olmanın öfkesi içinde ayaklanmaya başlarken, ikna etmekten çok zorlamaya çalışıyordu onu.

Mehir’in bir anda ayağa fırlayarak karşısına dikilip “Onu söylemiyorum ben! Elbette bu işi ikiniz, yalnız başınıza yapamayacaksınız.“demesiyle bir anda yalpaladı duyguları yeniden.

Umut? Rahatlama?

Mehir, alay eden, öfkeli, gittikçe yükselen, sert yamaçlara benzeyen bir tonlamayla“Bir de tek başına Eylül’ün yardımıyla yapsaydın!” dediğinde afalladı yeniden.

O olduğu yerde bir ona yana bir bu yana savrulup dururken Mehir hafifçe eğildi ona doğru.

"O işi unut sen Tan Efendi! Olmaz, olmaz, olmaz… Eylül'le çalışamazsın. Hele tek başına, onunla hiçbir şey yapamazsın, izin vermiyorum. Ver-mi-yo-rum!” dedi genç kadın, tehlikeli kısık bir sesle.

"Neden ama? Ne sakıncası var Mehir?" dedi Tan, son anda yetişebilmişti olanların, söylenenlerin hızına, daha cümlesi dudaklarından çıkarken bir kıskançlık kriziyle karşılaştığının bilincine varmıştı aslında ama durmamıştı kelimeler yerinde dökülmüştü işte.

Mehir delice bir öfkeyle "Ne demek ne sakıncası var?” diye haykırdığında irkilerek geri çekildi olduğu yerde.

Ona doğru daha fazla eğilen Mehir zembereğinden boşalırcasına bir hırsla “Daha boşanmadık anladınız mı Tan Efendi." dedi sinirle ayağını yere vururken.

"Kalkıp da senin o kızla tek başına büroda keyif çatmana izin verecek değilim."

Toparlandı genç kadın, hafifçe doğruldu yeniden. Tek kaşı yaylandı, dudakları küstah bir tavırla kıvrıldı. Artık dönüşü yoktu yaptığının, kocası olacak o hainin tuzağına düşmüştü işte. Adı gibi biliyordu elbette Tan Efendi, Mehir’in Eylül konusunda nasıl sinirleneceğini, sırf bu nedenle durduk yere atmamış mıydı zaten adını ortaya? Ama olan da olmuştu artık.Gurur önemliydi elbette, ama o ikisini kafa kafaya vermiş kıkırdarken düşündüğünde gurur önemsiz kalıyordu işte. Gözünün önünde Tan’la beraber çalışırken yaşadıkları gelip geçiyordu. Kimi zaman bir projeyi tartışırken, çalışma odası olarak kullandıkları o geniş kanepede onun kucağına oturduğu anlar aklından gelip , kendi yerine Eylül’ün yerleştiği hayaller beliriyordu gözlerinin önünde.

“Olmaz!O-la-maz!!!”diye geçirdi içinden. Onun yüzünde beliren o keyifli sırıtmayı fark edince durumu toparlamaya çalıştı yine de kendince, eh madem tuzağa düşmüştü, o zaman en azından kendi lehine çevirebilirdi değil mi durumu… Mecbur bırakılan değil, mecbur bırakan olacaktı bu durumda. Elini saçlarının arasından geçirdi hafifçe.

Vakur bir ses tonuyla "Madem söz verdin, beraber halledeceğimizi söyledin, sen de geliyorsun Ankara'ya."dedi sonra.

Tan’ın cevabını beklerken gözlerini onunkilere dikmiş, bakışlarında hele bir karşı çık da görelim tehdidiyle karşısında dikiliyordu.

Yüzünde belirip kaybolan gülümseme yerini şaşkın, afallamış bir ifadeye bırakırken "E ben de onu söyledim ya zaten." dedi Tan, kaşlarını çatarak.

Sahi ne olmuştu az önce? Başından beri Ankara’ya geleceğim diyen o değil miydi? O zaman neden kendisini kapana kısılmış hissediyordu öyleyse?

Mehir, gözlerini kısarak, sert bir sesle , "Tamam Tan, konuyu değiştirme ve beni oyuna getirmeye kalkma sakın…”Dedi yeniden eğilerek.

“Bu konu kapanmıştır. Benim dediğim olacak, o kadar …” diyerek doğruldu yeniden.

Saçlarını savurarak geri dönüp odanın kapısına ilerledi hızla. Son anda ona dönüp itiraz etme sakın diyen bir bakış atmayı da ihmal etmemişti Mehir.

Donakalmış bir vaziyette onu izlerken, bir başka güne gitmişti Tan ister istemez.

Üniversiteyi kazandıktan bir sene sonrasıydı. Bir hafta sonu ondan uzak kalmaya dayanamayarak Ankara’ya dönmüştü heyecanla. Çat kapı sürpriz yapıp akşam gezmeye götürecekti onu. Oysa gittiğinde başkalarıyla dışarı çıkmaya hazırlandığını duymuştu annesinden. Sonra uçarcasına adımlarla, o, gelivermişti Sahra’la oturdukları odaya.

“Senin ne işin var burada!” diye haykıran sesini duymamıştı bile şaşkınlığının perdesinin arkasından.

İçeri girenin Mehir olduğuna inanası gelmemişti genç adamın. O narin, biçimli bedeni sımsıkı saran elbisenin içinde, nasıl göründüğünde takılıp kalmıştı aklı. Her hareketiyle bedenine daha da yapışan, kendisine - sadece kendisine yasak- o akla zarar kıvrımlarını baştan çıkarıcı bir şekilde ortaya seren turkuvaz renkli elbisenin içindeki, Mehir hariç herkes olabilirdi ona göre. Başka gözler için giyinilmiş bu giysi, üzerinde kalamazdı Mehir’in.

Sahra Mehir’ hoşnutsuzca bir göz atmıştı önce. Sonra Tan’ın öfkesine takılmıştı gözleri. Sonunda araya girmemeye karar verdiğinde “Ben içeri bakıp geliyorum çocuklar.” diyerek odadan çıkmıştı savaş alanından kaçarcasına.

Tan, Sahra’nın çıkışının hemen ardından ayağa kalkarak, sel olup akmaya çalışan öfkesini dizginleyememenin sınırında Mehir’e ilerlemişti.

Öfkeyle kendisine bakan gözlerine aldırmadan “Git çıkar o elbiseyi, düzgün bir şey giy küçükhanım. Bu şekilde evden dışarı tek bir adım bile atamazsın, anladın mı?”demişti dişlerinin arasından.

Mehir’in laciverte kesen öfkesi genç adamın bakışlarında takılıydı hala.

"Sen! Bana emir veremezsin!" diye tıslamıştı kısık sesi. "Büyüdüm ben artık” demişti sonra.

Her birinin üstüne birer balyoz gibi inen kelimelerle, pişmanlıklarını bulmuştu sızladıkları yerlerde. Tek tek… Aşka yenildiğini kabullenmeden önce yaptığı, binlerce saçmalığı hatırlatmıştı genç kız. Tüm yaptıklarına rağmen, ufacık bir çocuğun hayranlığıyla peşinde dolanıp duran küçük kızla uğraşmak için duyduğu o karşı koyulmaz güdünün adının, aşk, hem de delicesine, çılgıncasına bir aşk, olduğunu anlamasından önceki saçmalıklarını…

“Geçmişte istediğin gibi horladığın, arkadaşlarınla alay konusu yaptığın, o ufak, baş belası hırçın değilim artık!"demişti zehir gibi bir sesle.

Sonra “Karışamazsın bana artık, Ka-rı-şa-maz-sın!” diye eklemişti duraksamadan, öfkelendiği zamanlarda kullandığı o ünlü hecelemesiyle.

Birden arkasına dönmüştü. Saçlarının dokunuşu bir kırbaç gibi savrularak bulmuştu genç adamı.

Geçmişin yakamozları o anda söylenenlerin üstüne süzüldü zaman denizinin dalgaları arasında.

O gün de yaptığı gibi ,"Biliyorum... " diye mırıldandı Tan hatırladıklarıyla.

Büyümüştü, tüm teniyle hissediyordu bunu o zamanlar. Kardeşi gibi görmesi gereken kız, gece rüyalarını süslemeye başladığından beri, sadece saçının tek dokunuşuyla kalbi çıldırmaya başladığından beri biliyordu hem de... Hala değişmemişti düşünceleri genç adamın. Hala aynı tutku, aynı arzu, aynı sahiplenişle seviyordu onu. Her gece yatağını, bedenini paylaştığı zamanlarda bile onun için ulaşılmaz kalan genç kadına duyguları değişmemişti hiç. Ve hep korkmuştu. Kaybetmekten, onsuz kalmaktan korkmuştu genç adam. Yıllar boyunca değişmeyenlerinin en başına yerleşmişti o duygunun keskin, buruk tadı.

En fazla ne zaman yaklaşmıştı bu duyguya sahi? Bir gece onu ateşler içinde yatarken bulduğunda mı? İşe başlama konusundaki ilk kavgalarını takip eden aylarda gittikçe sevdiğini halsiz düşüren o yorgunluk, sonunda kırılgan bünyesini alev alev sardığında mı? Kendine gelmesini beklerken “Nasıl fark etmedim?”, “Nasıl sonunda dayanamayacağını göremedim?” diye pişmanlık içinde yanıp kavrulurken mi?

Yorgunluğunun sinyallerini en net aldığı- yine de kör bir aptal gibi bu belirtileri görmekten aciz kaldığı- günü, dün gibi hatırlıyordu hala Tan. Bir akşam Mehir’ in işten dönmesini beklerken banyoda yakalamıştı onu beklediği an. Hızla giyinip kapıya koşmuştu sevinçle. Sabah evden ayrılırken uykunun sıcak kollarında bıraktığı karısını, kendi kollarında ısıtmanın hayaliyle açmıştı kapıyı. Kimse olmadığını görünce şaşırmıştı genç adam ilk anda. Aşağıdan çaldıklarını düşünerek kapıyı kapatmak üzereyken fark etmişti merdivenlerin hemen başında, başını duvara yaslayarak oturmuş olan uyuklayan güzelini.

"Mehir, delirdin mi sen? Neden taşa oturdun. Hasta olacaksın.” diye söylenerek yanına geldiğinde, onun kapalı gözkapaklarını zorlukla araladığını görmüştü.İçinde uyanmaya başlayan o öfke, yorgunluktan şişmiş dudaklarıyla uyuklayan o güzelliğin uyandırdığı şefkat duygusuyla yer değiştirmişti ansızın.

Dudaklarını büzerek "Çok uykum vardı ama…” diye mırıldanmıştı Mehir. Sonra omzunu silkmişti sözüm ona masum , ama onun içini titreten bir nazla… Paylarcasına kirpiklerinin arasından ona bakmıştı. ”Kapıyı da geç açtın zaten. Dayanamadım..."demişti esnemelerinin arasında.

Başını hafifçe yana eğerek iç çekmişti, nasıl yapabildiğini yıllar sonra bile hala çözemediği, yorgun olduğu zamanların o cilveli dermansızlığıyla," Eve kadar bile yürüyecek halim yok. Biliyor musun?" demişti beklentiyle gözlerini kırpıştırarak.

Genç adam gülümseyerek "Demek küçük, haylaz karım kucakta taşınmak istiyor.." diyerek onu kucağına aldığında, başını göğsüne gömmüştü hemen.

"Kızma bana, yorgunum ..."

Kızmamıştı o zaman Tan. Öfkelenmesinin anlamlı olacağı belki de tek zamanda, kızamamıştı ona. Kızmasının, “Artık yeter!”, “Çok yoruluyorsun madem, bırak işi…” diye ısrar etmesinin gerektiğini fark etmesi için, bir hastanede , “Eşiniz kendine geldi..”demelerini beklediği o acı dolu anlar yaşaması gerekmişti ne yazık ki…

O geceden çok değil, birkaç hafta sonra eve geldiğinde, yatağın içinde, yorgana sarılmış ,tirtir titrerken bulmuştu Mehir' i.Ter içinde durmadan sayıklıyordu genç kadın. Endişeden eli ayağına karışırken bir anda Sahra’nın, onlar evlendikten bir ay sonra attığı, başlığına çok önemli diye not düştüğü için açtığı o mail gelmişti aklına. Mehir’in hastalanmamasına dikkat etmesi için onu uyaran,ve yapması gerekenleri belirten bir dolu talimatla doluydu mail. Yaptırması gereken aşılar, zamanları, nerede yaptıracağı, hastalanırsa kimlerin aranacağı, İstanbul’da hangi hastaneye gitmeleri gerektiği, hastanenin adresi, hatta haritası…

O mailden sonra Sahra’nın gereksiz telaş yaptığını düşünmesine rağmen ne olur ne olmaz diye aldığı , annesinin mailinden bahsedince deliren Mehir’in öfkeyle açtığı ilk çekmecenin dibine attığı dereceyi bulmuştu. Sahra’nın aşılarını mutlaka yapılmasını yazdığı aşıları hatırladığında içine bir kurt düşmüştü ister istemez. Yaptırmış mıydı o aşıları? Yoksa annesine olan öfkesi, aşılarını yaptırmamaya kadar uzanan bir inada mı dönmüştü içinde.Tüm bu düşüncelerin içinde savrulup dururken 40 dereceyi görünce unutmuştu her şeyi Tan.

Ne ailelerle olan küslükleri, ne Mehir'in annesini görmek bile istememesi… Ne de Sahra’nın adresini yazdığı o hastane gelmişti aklına. Hiç bir şey, hiç kimse umurunda değildi o sırada. Mehir Arabanın arka koltuğunda sarsılarak titreyerek sayıklarken belli bir hastane için şehrin öbür ucuna gidecek hali yoktu elbette. Hızla en yakın hastaneye yol alırken, diğer yandan deli gibi annesine ulaşmaya çalışmıştı.

Annesi telefonun öbür ucunda,endişeli bir şekilde ona ateşi nasıl düşüreceğini anlatıp, hemen ardından onu normal bir hastaneye götüremeyeceğini, mutlaka Sahra’nın bahsettiği hastaneye götürmesi gerektiğini söylediğinde öfkeyle cevap vermişti ona. Annesi dediğinin aksini yaptığı taktirde, işlerin tahmin bile edemeyeceği bir hal alacağını söylemesiyle durulmuş, yerini kesif bir endişeye bırakmıştı.

Yanına koşturan,kimin, kim olduğunu anlamadığı formalı acil servis personeli hızla Mehir’ i bir sedyeye alırken, annesinin söylediklerinin ne anlama geliyor olabileceğini düşünerek buz kesmişti olduğu yerde.

“Çok geç artık anne…” demişti genç adam. “Çoktan ….Hastanesine giriş yaptık.”

HIRÇIN ...Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin