"Sevda anneye laf sokmanı gerektirecek bir durum yok."

"Dedi 'profesör doktor bir şeyden haberi olmadan boş konuşan'."

"Her şeyden haberim var. Sevda anneyle babanın ayrılması, senin anneni, Aslı'nın da babasını on yedi yıldır görmemesi. Biliyorum yani..." Kafasını her zaman yaptığı gibi yana yatırıp, kısa bir an sonra kaldırdı.

"Gerçekten haberin varmış da, şeytan ayrıntıda gizlidir bildiğin üzere. Ayrıntılardan da haberin var mı? Mesela, 'sevda anne'nin Aslı'yla mutlu mesut yaşayıp, diğer kızını çöp etmesi gibi... Ya da sevgili kraliçemizin, yüzünü bile bilmediğim ablamın ölümünden sonra beni yanına istemesi, ben istemememe rağmen? Üstüne üstlük adamın biriyle evlenip on yedi yıldır evli kalması da var. O adamın çocuğuyla benim öz ablam kardeş gibi büyümüş de ben dış kapının dış mandalı olmuşum!" Ayaklandım yine. Yine isyan ettirdiler beni bakın. Burada, Halil Sezai "İsyan" çalmaya başlar alttan alttan. "Kimse bana benim ne yaşadığım hakkında en ufak bir fikri varmış gibi konuşmasın mümkünse. Ben senin annen öldüğünde ne yaşadığını bilemem değil mi?" Selim'in yattığı nereden kalkıp yanıma uçması yaklaşık 1,8 saniye sürdü. Fakat sözümü bitirmeme engel değildi, ellerinin saçıma yapışması. "Sen de benim ne yaşadığımı bilemezsin!"

Ellerinin saçıma yapışması derken, saç saça baş başa kız kavgası yapmaya başladık demek istemedim. Sol eli omuzlarıma dökülen saçlarıma sarıldı ve hafif çekmeye başladı.

"Bu samimiyet nereden geliyor, pardon?" demekten de geri kalmadım.

Konuşmaya başladığında nefesini dudaklarımda hissediyordum ve, hayır, bu romantik bir an değildi. Şehvetli bir an değildi. Bu Selim'in başka bir yüzünü daha gördüğüm andı. Kızgın yüzünü...

"Merhaba, ben Huzur. Milletin annesi ve kendi annem de dahil olmak üzere anneler hakkında konuşmaya bayılırım. Atıp tutarım. Kendi yaşadıklarımdan bahsederim ama asla empati yapmaya çalışmam. Anlamaya çalışmam. Önemli olan benim ne hissettiğimdir, ne yaşadığımdır. Laf sokmak uğruna vefat etmiş anneleri bile olaya karıştırırım çünkü bencillikte sınır tanımıyorum."

Asla bağırmadı. Sesini dahi yükseltmedi. Sadece öyle etkili konuştu ki, küfür yemişten beter oldum. Elini gevşetti ve saçımın tek bir telini bile incitmeden beni serbest bıraktı.

"Merhaba, ben Selim. Nerede ne yapacağım belli olmaz. Zorla babasından, arkadaşlarından koparılan kızlara ön yargıyla yaklaşıp, onları ablalarının yerini almaya çalışmakla suçlarım. He bir de, hadlerini bildirmek için insanlara çelme takarım çünkü olgunluğun, insanlarla da alakalı olduğundan haberim yok, sadece meyvelere özgü olduğunu sanıyorum." Madem o bana içten küfürlü cümleler kullanıyordu, ben de ona kullanacaktım. Altta kalanın canı çıkardı çünkü Türk örf ve adetlerine göre.

Saçını tutup, gerisin geri yürütmedim onu ama sözlerimin etkisi ve yetkisi yerli yerindeydi bence. Göz dağı verme amaçlı beni yasladığı duvardan ayırmadım bedenimi. İyice yaslandım aksine. Meydan okuyan bakışlarımı onunkiyle çarpıştırdım.

Kaşları kalktı önce, sözlerime ilk tepki olarak. Sonra gülümsedi. Daha doğrusu, hislemeyle karışık bir gülümse dudaklarını terk etti. "Ne çok biriktirmişsin."

Kızgınlığının on saniye beş salise sürmesi iyi bir şeydi sanırım. Beş salisede yüz ifadesini değiştirmeyi başarmıştı.

"Ustasından öğrendim." Gülmesine şaşırsam da, klasımı bozmadan, inceden meydan okuyan ifadem ve ses tonumla cevapladım.

"Yemeğe inelim o zaman, çırak, haydi." Solumda kalan kapıdan dışarı süzülmeden önce saatine göz attı.

Al işte.

HUZURHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin