5.Huzur

66 7 2
                                    

İstanbul...

Esin'in kullanmayı tercih ettiği gibi;

Konstantiniyye...

Daha da uzatmak istersek;

Konstantinopolis...

Ya da benim adlandırdığım gibi;

Kabusum.

Sabiha Gökçen Havaalanı'ndan, bavullarımız arkamızda çıktığımızda saat 11'i gösteriyordu. Aslı'nın cenazesi öğle namazında kaldırılacaktı ve ben daha önce hiç cenazeye gitmemiştim. Cenazeleri, film ve dizilerden biliyordum ve herhangi bir şeyi televizyondan öğrenmek, sigara içmiyorum ama nargile içerim demek kadar mantıklıydı ancak.

Dalgın dalgın babamın adımlarını takip ettim ve çevirdiği taksiye bindim. Şöyle bir kafamı kaldırıp İstanbul'a bakmadım. İçimden gelmedi. Ben bu şehire küstüm. Küskündüm...

Taksici abi, babama bavulları bagaja yerleştirmek için yardım ederken, ben de arka koltuğa yerleştim ve başımı arkaya yasladım. Eve gidene kadar gözlerimi kapamak belki de iyi gelirdi. Sokakları, insanları, binaları görmek istemiyordum. Henüz kalbim ve ruhum İzmir olmayan bir şehri bu şartlar altında tanımaya hazır değildi.

Sadece biraz gözlerimi kapatsam...

"Huzur..."

"Huzur..."

Evet, evet, biraz huzur ya...

"Uyan, geldik."

Nereye?

"Eve geldik."

Gözlerimi kırpıştırıp açtım, "ev" kelimesini duyunca. İlk babamı gördüm. Bana seslenenin o olduğunu anladım. Daha sonra etrafa bakındım ve taksinin içinde olduğumuzu, İstanbul'da olduğumuzu, benim "ev" diye adlandırdığım iki oda bir salonun kilometrelerce uzakta olduğunu fark ettim, hatırladım. Sessiz sedasız, İstanbul'da nefes almak dışında konuşmak gibi herhangi bir eylemde bulunmayı reddederek, taksiden indim. Ağlamaktan kızarmış gözlerimi İstanbul'dan saklamak istediğim için kafam önümde, babamın ayaklarını takip ettim. Kendi bavulunu da çıkarmıştı taksiden ve taksi bizden uzaklaşmaya başlamıştı. Bu da demek oluyordu ki babam otele cenazeden sonra gidecekti.

Bir an duraksadı. Onun sırtına toslayıp, tersine pinokyo misali, burnumun içeri kaçmasına sebep olmamak için tam zamanında durdurdum kendimi. Duraksamasının sebebini, bir gıcırdama duyup, kafamı hafif kaldırınca anladım. Bahçe kapısını açmak için duraksamıştı ve gıcırdayan da kapıydı.

Bir dakika... Bahçe kapısı mı?

Başım tamamen kalktı bu sefer. "İstanbul'a göstermeyeceğim" tribi falan aklıma bile gelmedi o an. "Göstermeyeceğim" yanlış anlaşılmasın şimdi. "Ağladığımı göstermeyeceğim." tribinden bahsediyorum.

"Burası neresi?" diyen sesimi duydum.

Beynim ilk defa benden önde gidiyordu. Genelde hep geriden gelirdi kendisi halbuki. Evet, evet, kendimi gömdüm biliyorum ama o kadar şoktaydım ki küçücük bir an için mutsuzluğumu bile unutmuştum.

Vereceği cevabı aslında tahmin ediyordum elbette ama o cevabın gerçekliği benim on yedi yıldır içinde yaşadığım, iki oda bir salon olan gerçekliğimin boyunu bayağı bir aşıyordu ve bunu sindirmek kolay olmayacaktı.

"Yaşayacağın ev" dedi basitçe. Fakat "basitlik" ve bu önümdeki sayamadığım kadar çok katlı müstakil ev, aynı paragrafın içinde bile kullanılamazdı. Bu bir ev değildi bence zaten. Bu bir boynuzlu attı. Bu pembe karın yağması gibi bir şeydi. "Ölüm gibi bir şeydi ama kimse ölmedi" gibi yani.

HUZURWhere stories live. Discover now