F I N

461 75 22
                                    

Paçaları bol, boynu bol bir takımdı giydiğin. Bir de kravat bulup takmıştım sana. Saçlarını, tarakta kalan avuç avuç saç tellerine rağmen taramıştık beraber. Hafif bir yasemin kokusu yayan bir parfüm de sıkmıştık bedenine.

Ve sana bol gelen o şık havayla oturuyordun bankta. Kirpiklerinden birkaçı dökülüp kalmıştı yanağında. Saçlarından dökülen tutamlar ise gömleğin yakasını süslüyordu kırmızılığıyla.

Kanlı öksürüklerin koyu lekeler bırakmıştı beyaz gömleğine. Olanca sessizliğinle, bir heykeli andırırcasına izliyordun gelip geçen insanları.

İlk defa küfürler savrulmuyordu dudaklarından, o her zamanki inatçı halinin aksine bir uysallık çökmüştü üzerine.

Mor rengin kırmızıyla birleşimi lekelemişti gözaltlarını. Soluk beyazla kaplanmıştı tenin.

O an fark etmiştim tüm bu hazırlığın ne için olduğunu.

Baygın bakışların ışıldıyordu o sırada. Gece, usul adımlarla yaklaşıyordu gökyüzüne. Ve sen, son kelimesini taşıyan onca kırmızı izle yaklaşıyordun kurtuluşa.

Kan dolu öksürüklerden sonra, yorgunca atmıştın kendini banka. O eski tembel gülüş vardı dudaklarında ancak bir eksiklik gibi parlıyordu acının rengi gömleğindeki kan damlalarında.

Bedenin sanki bir kukla gibi keskin hareketlerle süsleniyordu. Başını, dizime koydun yine. Bense bununla yetinmemiş, eskisi gibi kucaklamıştım seni. Yorgun bir kahkaha serbest kaldı dudaklarından.

"Sanırım... Seni özleyeceğim, Hoseok." Başını kaldırıp gözlerimin içine baktın tam. Boğazıma tırmanan acı, parmaklarının tenimde ilerlemesiyle gitgide artıyordu. Derin bir nefes aldın. "Eğer... Orada bu bankı bulursam, oturup seni bekleyeceğim, yemin ederim."

Hafifçe güldün sonra. Bense gözlerimi dolduran yaşlarla, çehrenin bulanıklaşmasına izin veriyordum sadece.

"Sende beni özleyecek misin, Hoseok?"

Yanaklarımdan yaşlar süzülürken başımı onaylarcasına salladım.

Ellerinle oynamaya başladın o kısa sessizlikte. Yorgunluk, kanatları koparılmış günahkarlardan çalınıp da sürünmüş gibiydi çehrene. Öyle bir yıkımı sergiliyordu bakışların. Ve seninle beraber yandığımı hissediyordum, Taehyung; acın, benim elimden bir şey gelmeme çaresizliğime karışıp misliyle çörekleniyordu ruhuma.

"Bira içmek için buradayız ve hayatlarımızı öyle yaşamalıyız ki, ölüm bizi almaya geldiğinde titresin, demiş Charles Bukowski," dedin gözlerini bana dikerek. "Sence az sonra burada olacak Azrail'i az da olsa titretebilir miyim?"


"İliklerine dek titreyecek," diye onayladım seni. Ve yine, o masum seviniş peyda oldu bakışlarına. Aklımdan çıkmıyor, Taehyung, çehrenin ilahi güzelliği ne uykularımda bırakıyor peşimi, ne de uykusuz yorgunluklarımda.

Ve bazen, en çok da çakırkeyif anlarımda, tek bir soru su yüzüne çıkıyor zihnimde: çok... Erken değil miydi sence de?

Henüz bir kere bile sevgini hissedememişken... Beni, kırık dökük hayallerle, duvarları yalanla boyanmış sonsuz köşeli bir odada bırakıp gitmiştin Taehyung, kabul edelim. Her köşeye çarpıyor, ve ne kadar gelecek için çırpınsam da, yine sende buluyorum kendimi. Ardından unutmak için kafaya diktiğim biralarla yine sende kaybediyorum kendimi. Sesin doluyor o zamanlarda.

Bira içmek için buradayız.

Bu cümlenin, tam olarak seni tanımladığını düşünürdüm; ancak beni bırakıp insanların sonsuzluk adı verdiği bedensel toprağa karışma etkinliğine yöneldiğinden beri, bira içme tahtını ben aldım Taehyung. Arada viski, tekila ve şarap gibi tadlar da beliriyor dilimde. Alkolün keskin tadı, başka kadehlerde dirilip yakıyor boğazımı; ama hiçbiri, Taehyung, hiçbiri senin kadar yakmıyor canımı. Kadehlerin canı cehenneme, içkiyi tadacağım tek yer dudakların olsun isterdim.

Tria (τρία) || VHopeWhere stories live. Discover now