Evin kapısı Barış'ın gidişinin ardından yaklaşık yirmi dakika sonra açılırken, ben keki çoktan fırından çıkarmış –hatta birazını yemiş- sonra da televizyonun karşısındaki her zaman ki kanepeme uzanmıştım. Kumanda emekli memur gibi göbeğimin üstünde duruyordu ve açtığım kanalı değiştirmeye üşeniyordum. Bu yüzden dakikalardır bir evlilik programında, kadının birinin bitmek bilmez maddi isteklerini dinlemek zorunda kalmıştım.

Kapı açıldığı halde gelen kişiden ses gelmeyince,"Gönül sen misin?" diye bağırdım, güçsüz sesimle.

"Benim." dedi baskın bir erkek sesi.

"Canberk?"

Odadan içeriye girer girmez direkt benim kanepemin yanında duran, orta sehpaya oturmuştu. Sanki bunu günlerdir hesaplamış gibi, kontrollü olan hareketlerinin arasında hiçbir pürüz görememiştim. Ta ki yüzünün beyazına sıçrayan, o yorgunluğun yeşilini görene kadar. Gözleri kan çanağı gibiydi ve dudaklarının çevresinde belirgin çizgiler vardı.

"Nasılsın bakalım?" diye sordu, biraz baygın baktığını inkar edemeyeceğim gözleriyle. Sakallarının siyahı da görünmeye başlamıştı, son günlerde tıraş olmayı unutuyor muydu?

Onu daha rahat görebilmek için sehpaya doğru döndüm. "Esas sen nasılsın?"

"Süperim." dedi, boş bakışlarla. Yalandan bile olsa gülümsemeyecek kadar yorgun olduğunu görebiliyordum. Bundan önceki günlerde daha iyi görünmeye veya üzgün olsalar bile bana yansıtmamaya çalışmışlardı ama artık yorgunlukları saklanamayacak bir boyuta gelmiş olmalıydı. Onları bu hale sokanın ben olduğumu hatırlayınca, vicdanıma acı bir kramp girdi.

"Bari sen bana yalan söylemesen?" dedim, sesimin altındaki ricada, katıksız bir yalvarma vardı.

Gözleri ışığa tutuluyormuş gibi kısık bir şekilde bir müddet beni izledi. "Çok hastaymışsın." dedi, fısıldayarak. "Yani, demek istediğim... yani senin...yani."

"Benim az zamanım kalıp kalmadığını mı merak ediyorsun?" Bunu bu kadar kolay söylememle kısık olan gözleri bir an için kocaman açıldı. Onun kendisini toplaması için biraz süre verdikten sonra, "Zaman yaklaştı, hissedebiliyorum." dedim, dümdüz.

Ondan beklemediğim bir anda elimi tuttu ve parmaklarımın ucuna ufak bir öpücük kondurdu. Bu sefer gözlerini kısarak ne olduğunu anlama sırası bendeydi. Elimi bıraktığında, "Hep kaçtığımız gerçek, artık kapımızda demek?" diye sordu, bomboş bakışlarla. Şu an Canberk'in her şeyi boş geliyordu; bakışları, sesi, gülüşü. Yine de bu boşluğun altında, nefes alamayacağım kadar yoğun bir his olduğunu biliyordum.

"Senin için ne yapmamı istersin?"

"Bir şarkı söylemeni." dedim, hiç düşünmeden. "Sesin güzeldir, değil mi?"

Kafasıyla onayladı. Bu hareketi yapması bile, canını yakmış gibi yüzünü buruşturduğunda, gözlerimi kaçırdım. Onu izlemek, bir annenin kendi doğurduğu çocuğunu çok kötü yollarda görmesine benziyordu.

Dudaklarını diliyle ıslatıp, gözlerimin içine baktı.

"Biliyorum, bir gün bir gemi gelecek.

Bu sensiz limana, ama o gelene dek..

Sensiz kalacak bu şehir,

Sensiz kalacak bu liman,

Sensiz batacak bu güneş.

Ta ki, o gün gelene kadar; gökten yıldız toplayacağım.

Bir Kelebek HikayesiWhere stories live. Discover now