İKİNCİ ADIM

184 9 5
                                    


                                        "PYGMALİON İLE GALATEİA

Mitolojiye göre, bundan tarihi bilinemeyecek yıllar evvel önce, bir heykeltıraş yaşarmış. Bu, yaptığı heykellerin güzelliğiyle yaşadığı bölgede nam salan heykeltıraş, yani Pygmalion, sebebi bilinmeyen bir sebepten ötürü kadınlardan nefret edermiş. Belki küçüklükten kalma bir travmadan dolayı, belki de titrek yüreğinde taşıdığı başka bir kadının acısından.

Kadınlara karşı nefreti her geçen gün artan Pygmalion, bir gün kendince bir kadın heykeli yapmış. Diğer heykellerinden farklı değilmiş aslında yaptığı bu eseri; ama efsane bu ya, Pygmalion'a farklı geliyormuş. Heykele bir kadında görmek istediği tüm özellikleri aksetmiş, öylesine güzel, öylesine capcanlı bir heykelmiş ki bu, görenler bazen heykel olduğunu unutuyormuş.

Pygmalion bu güzel eserine, Galateia adını vermiş ve kimseciklere aşık olamayan o kalpsiz heykeltıraş; kendi ellerinden çıkma bu taştan yapılma heykele aşık olmuş.

Öylesine sevmiş ki Galateia'sını, günlerce onun canlı olması için ağlayarak yalvarmış. Umutsuzca, bir taşın insan olmasını ve hatta, kendisini sevmesini beklemiş. Galateia'nın soğuk mermer dudaklarında bir gülümseme görmek istemiş, o dudakları kendi elleriyle hüzünlü çizdiğini unutarak.

Bu hikayeyi uzun süredir bilmeme rağmen, bundan önceki on dokuz yıllık ömrüm boyunca hiç bu kadar anlamlı gelmemişti. Bazı şeyler pencerenin önündeki perdeden farksız oluyordu; hep o görmek istediğiniz manzarayı görmek için, bir tülü oynatmayı akıl edemediğiniz sürece, manzara bir hayalden ibaretti.

Bu hikaye şimdi daha anlamlıydı çünkü kalpsizliğiyle beni etkilemeyi başaran Pygmalion, Barış'ın mitolojideki karşılığı gibiydi. Barış da tüm kadınlara karşı nefret olmasa bile, uzaklık duyduğu bir sırada, beni görmüştü. Beni, tıpkı Pygmalion'un maharetli elleriyle Galateia'yı yaptığı gibi, yepyeni bir insan kılığına bürümüş ve hayalindeki insana çevirmişti.

Pygmalion, nasıl bir mermerden bir insan yaratmayı başaramamışsa; Barış da bir boşluktan, zihnindeki kadını yaratmayı başaramamıştı. Bir boşluk, en fazla daha büyük bir boşluk olabilirdi, daha fazlası değil.

Yattığım üçlü koltukta, kimin kimi sevdiği belli olmayan bir diziyi izlerken, yorgun zihnimde bunları düşünüyordum. Evimize geleli çok uzun zaman olmuyordu, ama geldiğimizden beri oturduğum bu koltuktan kalkmamamın üstünden baya süre geçmişti. Sürekli benimle ilgilenmek için birileri geliyor, asla yalnız bırakılmıyordum. Barış'la, evimizde yalnız kaldığım nadir anlardan biriydik.

Bir şekilde Gönül'ü evden def etmeyi başarmıştı, tabii ki yarım saat sonra yeniden geleceğini bilerek.

"Efsaneler efsanesi bir keki az önce fırına koydum," dedi Barış, odanın kapısında belirirken. Yüzündeki zafer gülümsemesine rağmen, yorgun olduğu her halinden belliydi. Fiziksel ve ruhsal olarak bitik olduğunu görüyordum, yine de bana dünyanın en mutlu insanı oymuş gibi davranmaya devam ediyordu."Keki yerken kendini kaybetmeyeceğinin sözünü verirsen, yemene izin vereceğim."

"Söz," dedim gülümsemeye çalışarak. Yanıma gelen bedenini gözlerimle takip ettim. Benim yarısını kaplamayı zor başardığım koltuğun kenarına tünerken, üstüne yapışmış olan unlar yere düşüyordu. Gözleri dalgındı ve dudağında kullanılmaktan yıpranmış bir gülümseme vardı. Ona mutlu görünmemesi için yalvarmak istiyordum, ama bunun kime yararı olacaktı ki?

Bir Kelebek HikayesiHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin